3 Nisan 2008 Perşembe

Kaçmanın sonu yokmuş, ben bunu gördüm

Anımsıyosunuzdur siz de, Mine G. Kırıkkanat üç yıl önce bir yazısıyla kocaman bir tartışma başlatmıştı. Yazı beyaz donluların sahilleri işgalinden bahsediyordu. Aslında hikaye kentlerin giderek taşralılarla dolmasınının kentliler üzerinde yarattığı fikir ve vicdan kırılmasıyla ilgiliydi bence.

Aşağıdaki yazı o tartışma sırasında yazıldı. Yazının sonunda "Nereye kadar kaçabileceksiniz?" diye sormuşum ya... Kaçmanın sınırı yokmuş, gördüm, görmeye devam ediyorum.

Sokaklar Kimin?

1990 falan olmalı. Bir kış günüydü. Ankara'dan İstanbul’a gitmiş, İstiklal Caddesi'nde mendil satan, dilenen, tiner çeken çocukları görmüş, dehşete düşmüştüm. En çok da insanların onları kanıksamış olmasıydı kanımı buz eden. O soğukta koca koca insanlar paltolarının içinde bile donarken çocuklar çıplak ayaklarıyla merhamet talep ediyordu. Paltolara, bacaklara asılarak, çekiştirerek. Bazen görüyorlardı; merhamet beş on lira şeklinde geliyordu avuçlarına.

Ankara'da yoktu böyle bir şey o zamanlar. Öyle sanıyordum. Salaktım. Gar’da sabahın yedisinde onları gördüm; beş çocuk. Üçünün ayağı çıplaktı, birininse
-en fazla beş yaşındaydı o biri dediğim- üzerinde sadece bir kazak vardı. Altı tamamen çıplak. Ellerinde birer tost, belli ki biri acıyıp vermiş, buna seviniyorlardı. Dudakları mosmordu ama gülüyorlardı. Ben Ankara’daydım. "Eh, hadi bakalım" dedim kendime, "yap bir şeyler hadi." Yaptım. Acıdım ve bakışlarımı onlardan kaçırıp hızlı hızlı yürüdüm evime, orada beni bekleyen oğluma.

Yıl 2005. Sokakta yasayan çocukların sayısı o günden bugüne çığ gibi çoğaldı. Kanıksandılar, hatta kızgınlıklarımızı da içinde toplayan anlamıyla bir toplumsal bir dert haline geldiler. Öyle ki, ben bunları yazarken o günlerdeki şaşkınlığımı, üzüntümü anımsamaya çalışıyorum.

Kapısı bekçili, etrafı çevrili, güvenlik kameralı, korunaklı sitelerin ilk yapıldığı zamanlardaki şaşkınlığımı ve kızgınlığımı da keza, şimdilerde anımsamaya çalışıyorum ancak.

Şimdi; yukarıdaki iki örnekteki ortak noktalar "unutmak" ve "alışmak"tır: Biz şu on-on beş yılda iyice artan gelir dağılımı bozukluğuna alıştık. Zenginlerin giderek kendilerini daha da çok kendi içlerine kapamasına, Türkiye’de ayrı bir ülkede yasarmışçasına adacıklar yaratarak kendi "klas"larındakilerle, onların takıldığı mekânlarda arkadaşlık etmelerine alıştık. Özel okullara, özel klüplere, sitelerine, özel mülklere, özel partilerine.... hepsine alıştık... Aynı zamanda yoksulluğa da alıştık.

Zenginler yoksulluğu gördüğü yerde alışkanlıkla gözünü kaçırıyor ve adımlarını hızlandırıyor. Ama yoksulluk da hızlandırıyor adımlarını, hep peşinde, hep talep ediyor. Bu da onun hakkıdır. Siz ondan kaçtıkça o peşinizden koşacak. Siz farklı olmak istedikçe o size benzemeye çalışacak. Yapılan her süper lüks site karşılığında bin çocuk daha sokağa düşecek.

Sonra o çocuklar büyüyecek. Sonra denize girecekler, beyaz donlarıyla. Sonra bulabildiklerine sevindikleri etleri mangalda bir güzel pişirip yiyecekler. Sonra
yüzsüz yüzsüz gecekondu dikecekler o süper lüks sitelerinizin yamaçlarına. Sonra siz oradan da kaçacaksınız. Ama gittiğiniz yere de gelecekler.

Sonra nereye kaçacaksınız? Ne zamana kadar kaçabileceksiniz?


Açık Radyo web sitesi- 14.09.2005

2 yorum:

şule dedi ki...

cok sevdigim ferit edgu, ders notlari'nda der ki "alismak, hic bir zaman, hic bir durumda istemedim bunu. alismak, boyun egmek demektir. bir seye alisan kisi, herseye alisabilir cunku"...
yazini okuyunca bu geldi aklima. alisa alisa geldik bu gunlere, oyle degil mi?

Arzu Çur dedi ki...

Alışmak bi yandan da yılan zehri gibi bişey ama di mi Şule? Hem zehir oluyor, hem panzehir.