21 Nisan 2008 Pazartesi

Leyla’nın Rengi

Siyah çanta, dizme yastık ya da sur. Şehir. Şehla gözlü bir kızdı Leyla ve ağzı kırmızıdan ölüyordu.

Kentlerin kendilerine has boyaları vardır, sokaklarına adım atan her yeni çocuk nesliyle birbirine karışan. Çocuklar ona yeni renkler ekleyip, yeni bir şehir kurarlar. Öyle uyumludur ki bu düzende her şey, öyle uyumludur ki renkler bir öncekilere, olan bitenin farkına kimse varmaz. Bazen çocuklar bile.

Ama şehir bilir. Yeniden kurulmuş, benimsenmiştir.

Bir zamanlar bu şehrin rengi sadece Leyla’ydı. Yedinci yaşımızda, tam da çocukluk hakkımızı kullanıp, sokaklara kendi gökkuşağımızı çizeceğimiz gün girdi hayatımıza ve renkleri avucuna aldı.

Başka çocukların gitmeye korktuğu bir mahallede, özlemle baktığı bir evde yaşardı. Bizim mahalleye ulaştığında kıpkırmızı kesilerek canavarlaşan, her yağmurda taşarak evlerimizi sular altında bırakan çay, onun evinin yanından korkuluklarla denetlenmiş, seyredilmesi keyif veren, uysal bir ev hayvanı gibi, berrak bir su halinde akardı.

Leyla’nın sokağında, elektrik direklerindeki ampuller hiç patlamazdı. Patlasa da hemencecik değiştirirdi belediye görevlileri.

Hançerin sivri ucuyla sapı kadar uzaktık birbirimize, kırılmadıkça yan yana gelemezdik.

Bizim sokağımızdan Leyla hiç geçmezdi ama aynı okulda, aynı sınıfta karşılaştık onunla. Çünkü şehre sarı, Leyla’nın teyzesine saç, bizim sınıfımıza da öğretmen olup gelmişti.

Leyla’nın teyzesi kentin en pahalı kuaföründe sürmüştü saçlarına o savaş boyasını. Biz kara kafalıların yanında ışıltısıyla göz alan altın bukleleriyle, permalı bir Rapunzeldi o ve inanmış bir eğitici. Öğretmenlerin kendine has sinirliliğine, incecik, damarlı, çocukların kulaklarına epey bir sevdalı ellerini de ekleyip resmi kimliğini tamamladı. Şehrin en kaymak tabakasındandı, bu yüzden hakkı vardı her şeyi bilmeye ve bize de bir bir öğretmeye.

Öğrendik: Harfleri, heceleri, mevsimlerin dört, günlerin üç yüz altmış beş, dünyanın kaç bucak olduğunu... Leyla’nın sınıf birinciliğinin sınıf bilinciyle bir alakası olmadığını, haddimizi bilmemiz gerektiğini ve öyle hırslanıp da hayallerin peşine düşemeyeceğimizi.

Küstük bizi kanatlarımızdan eden sarıya, öğretmenimize verip çıkardık hayatımızdan, fakat işkence bitmedi. Rapunzel getirdi, sınıfın ortasına kartondan bir elma ağacı dikti. Üzerindeki her bir karton elmada sınıftaki her bir çocuğun resmi vardı. “Bunlar” dedi, “Kızaracak. Kızarabilmeleri için okumayı sökmeniz gerekiyor.”

Şehir, okumanın bir hediye değil zorunluluk oluşunun zehri gibi, evlerimizi bastığında rengi dönen o çay gibi, Leyla’nın kocaman ağzı gibi, boydan boya kırmızıydı artık. Benim okuma elmam ise bembeyaz. Anneme “Bu kız başına dert açacak” derken yedi yaşında bir kız çocuğunun içindeki şeytanı keşfetmiş engizisyon papazı kadar gururluydu Rapunzel. Canan. Sarı çıyan.
Akrepler sur içinde nasıl sokuyorsa çocukları topuğundan, Canan da öyle akıttı içimize sınıf birinciliği bilincini. Bu yüzden yetiştirdiği her çocuğun ayakları sınıf dendiğinde hazır ola, boynu birinciliği paşa çocuklarına bırakıp gönüllüce kenara geçti.

Her nota onun tizliğince söylenmeli, her harf tahtaya onun mükemmel daireleri, jilet gibi hırçın dikmeleriyle işlenmeliydi. Annesine mendilini yıkatıp ütületmeyen çocuk, arkadaşlarına teşhir edileceğini, eline cetvel yiyeceğini bilmeliydi. Silgisini kaybeden arkadaşından dilenmemeli, bir gün hayatta yalnız başına nasıl duracaksa, çöp kutusunun yanında tek ayak üstünde dikilmeyi şimdiden, işte böylece, öğrenmeliydi.

Saç kontrolü. Tırnak kontrolü. Bit kontrolü. “Bir dakikada kaç kelime okursun?” Bu da Canan kontrolü.

Kekemeler sınıftan atıldı. Okuma elmaları beyaz kalmaya devam eden başarısızlar arka sıralara yollandı. Orada unutuldular ve sadece hayat bilgisi dersinde kötü örneklere ihtiyaç duyulduğunda anımsanmalarına izin verildi.

Böylece hepimiz yedi yaşında öğrendik kimlerin değerli olduğunu:
1- Vali’nin oğlu
2- Paşa’nın kızı
3- Leyla

Biz Rapunzel’in saçında ışıltısını yitirmiş sarıya, nefret ettiğimiz kırmızıya ve karton elmalardaki yaralı yanımız gibi bağrımıza bastığımız beyaza yas tutarken, anneler adı şehrin en iyi öğretmenine çıkmış Canan’a çocuklarını da okutması için yalvarmaya koşarken, şehre yeşil, buğday silolarına attığımız tekmelerle geldi. Dökülen buğdayları bahçemize ektik. Çim tohumu olduklarını ümit ediyorduk. Leyla’nın mahallesindeki parklarda gördüğümüz, basmamızın yasak olduğu o yumuşak örtüyü bahçemizde yeşertip üzerinde yuvarlanmak istiyorduk.

Büyüyünce anımsayacağımız ilk bahar, o buğdayların yeşerip çimen olmasını bekleyerek geçti. Fakat başlarında nöbet tuttukça biz, bir parçacık yeşilliklerini hemencecik sarartıp öldü yeşermesini beklediklerimiz.

Yeşilimizi de bir düş olarak uğurlamıştık ki, Canan’ın istemeden karnelere eklediği bir-iki pekiyi, üç beş iyi ve bir sürü zayıfla çok sıcak bir yaz geldi. Leyla’nın eriyip tokyo terliklerimizi kapan asfaltla kaplanmış sokağında işimiz yoktu ve zaten bizi de kimse istemiyordu orada.

Mahallemizin tozunda körebe, saklambaç ve mendilim düştü oynadık. Çamurdan pastalar yapıp evcilik kurduk. Topumuzun biri cam kırdığı için kesilerek idam edildi, diğerini biz patlattık. Yaz üzüldüğümüzü görünce sokak çocuklarının eğlencesini sundu ellerimize: Eşek dikeni. Birbirimize attık onu, hediyeden anladığımız biraz da buydu. Yeşil, yumuşak eşek dikenleri saçımıza tutunup süs oldu, biz Canansız, okulsuz, tatilli bir sokağa.

Sonbahar geldiğinde eşek dikenlerini çıkarıp başımızdan, annemizin zorla bağladığı beyaz kurdeleye teslim ettik saçlarımızı, okula döndük. Canan’a ve Leyla’ya.

Biz sokakta oynadığımız oyunları anlattıkça ona, Leyla da evlerini anlattı sonbahar boyunca. Demesine göre o, yemeklerini kolalı beyaz bir masa örtüsünün üzerinde, çatal ve bıçak kullanarak yerdi. Bizim bulduğumuzda sevindiğimiz et, onun boğazından istese her gün geçer, meyveler kasalarla taşınırdı mutfağına. Konuşan, mama diyen, anne diyen, yatınca gözlerini kapatan bir masal bebeğine sahipti. Rengarenk kağıtlara türlü çeşit boyalarla resimler yapar, beğenmez, bizim olsa bucak bucak saklayacağımız o kağıtları yırtıp yırtıp atardı.

Piyano dediği bir şeyden bahsederdi sık sık. Annesinin ara sıra dokunmasına izin verdiği bir çeşit sazmış. Siyah ve çok büyük bir saz. O kadar büyükse nasıl kucağına alıp çaldığını sorduğumuzda deliler gibi gülmüştü. “Aptalsınız!”

Kış kasımpatıların solgun, portakal ve mandalinaların parlak turuncusuna binip geldi. Leyla kış boyu mandalina yedi, portakal yedi, mis kokular okul duvarlarına sindi. Kokuları herkese cömertçe dağıttı Leyla, ama meyveleri yalnızca kendisine iyi davrananlara verdi. Onun kalemlerini açan, ona ne kadar güzel olduğunu söyleyen, karaladığı okul sırasının, devirdiği çöp tenekesinin, kırdığı camın suçunu üstlenenlere.

İyi davranmanın ölçüsü bu olunca, turuncuyu da çıkardık gözlerimizden: O da mandalinalarla portakalların üzerinde, Leyla’nın tekelindeydi artık.

Renklerimizi bir bir kaybederken nasıl olur da şehrin bizden beklediği hediyeyi sunabilir, çehresine yeni bir renk ekleyebilirdik? Tüm renkler Leyla’nındı. Önce kırmızı, ağzı olup kaçmıştı elimizden, sonra sarı teyzesinin saçı. Yeşil onun parkıydı, siyah piyanosunda, turuncu mandalinasında. Dünyamız sekiz yılda renksizleşecekken tam, kar yetişti imdadımıza. Eşitlendik. Çünkü Canan istediği kadar karton elmalarında utancımız olmaya zorlasın onu, beyaz her rengi örtebilir ve çocuklar yiyemedikleri etin, meyvenin, ellerinden alınan renklerin hesabını kartopuyla sorabilir.

İlk önce, bir dilim turuncu için Leyla’nın ayakkabılarını silen oğlan yuvarladı elinde beyazı. Uçan bir portakal oldu kartopu, pat diye Leyla’nın ağzına kondu. Leyla güldü şaşkın şaşkın. Ağzına dolan karda bizden çaldığı kırmızıyı gördük.

Sonra Leyla’nın sümüklü diye alay ettiği o pısırık kız hayretle açılmış gözlerine nişan aldı, sapsarı bir çiçek gibi yere düşürdü beresini.

Bere düştüğü yerde nergis tarlasına dönüşürken bütün sınıf toplanmıştık oyun alanına. Canan’ın öğrettiğini gayet iyi bellemiştik: Harfleri, heceleri, mevsimlerin dört, günlerin üç yüz altmış beş, dünyanın kaç bucak olduğunu...

“İlkbahar” diye bağırdım ben. Yuvarladım heyecanımla ısınmış, sıcacık karı.
“Yaz” dedi sağımdaki arkadaş, elindekini atmaya hazırlandı.
“Sonbahar” dedi solumdaki, kaldırdı kolunu.
“Kııışşşşşş” dedik ve fırlattık kartoplarını.

Leyla’ya. Teyzesine. Sokağına. Mahallesine. Evine. Patlamayan ampullerine. Kucağa alınamayan sazına. Uyuyan, mama diyen, anne diyen bebeğine. Evinin önünden akan çaya. Kolalı beyaz masa örtüsüne. Rengarenk kağıtlarına. Çeşit çeşit kalemlerine. Kulağımızı çekmekten bıkmayan incecik, sinirli, damarlı ellere. Okuma ağacına. Kartondan elmalara. Temiz, ütülü mendillere. Saç, tırnak, kelime kontrollerine.

Canan Leyla’nın çığlıklarına yetiştiğinde, hareket etmeye çalışan bir kardan adam buldu. Çocukların yaptığı tüm kardan adamların en güzeliydi Leyla. Ağladıkça çaldığı renkler bembeyaz karın üzerine döküldü. Canan’ın saçındaki sarı aktı: Gördük, bizimkiler gibi kapkaraydı kafası.

Döndük arkamızı yürüdük. Bir sınıfa doldurulmuş kırk iki çocuk. Birimizin elinde eflatun vardı, pembemsi bir vişne çürüğü taşıyordu diğeri. Kimimiz ıpıslak ayakkabılarına saklamıştı yeşili, kimimiz siyahı ışıl ışıl saçlarına yapıştırmış.

Sınıfa girdik. Oturduk. Canan biraz geç geldi. Bir şey yokmuş gibi anlattı dersi. Kimseyi tahtaya kaldırmadı. Ne o gün, ne daha sonra.

Leyla’yı mahallesinde bir başka okula verdiler. Bir süre sonra Canan da gitti peşinden. Şehir bize kaldı.

Şehir bize kaldı, bunu şuradan anladım: O akşam eve gittiğimde çantamı açınca bir renk fırladı içinden. İsmini bilmediğim. Henüz bilmediğim. Ama kartopu savaşına katılan herkesin, hatta Leyla’nın bile artık sahip olduğunu bildiğim.

Şehrin gökyüzüne pembeyi böyle ekledik.

Kitap-lık-Nisan 2005

8 yorum:

şule dedi ki...

O kadar sahici ki Leyla da Canan da; kar yağdığında bir kartopu da ben attim Leyla'ya, bir rengi daha özgür bırakmak için.

Arzu Çur dedi ki...

Maalesef ikisi de sahiciydiler Şulecim. Kartopu da yemediler hiç. Bi kez daha maalesef.

elektra dedi ki...

ben şimdi senin elinde kızarmış elman, ondüleli saçların, kızarmış gözlerin ve sinirden olduğu çooook belli olan gülümsemenle çocukluk fotoğrafını hatırladım:(
kartopu elimde, hiiişşşşt kenara değil, tam ortaya:)

Arzu Çur dedi ki...

Evet ya, ben de hatırlıyorum o fotoğrafı. Ne sıradan bir faşizmmiş yaptığı, di mi? "Basın birbirinizin kafasına çocuklar, siz yiyin birbirinizi, beni uğraştırmayın"

Bir çocuğu okumayı öğrendiğine sevindirecek yerde ağlatmaya kimin, ne hakkı var?

Bana öğrettiği harfi kendisine iade ediyorum, kırkı yılı boçversin, üç yıllık kölelikle yetinsin o. Pis Canan. Sarı çıyan:)

Ve: Oh be!

ece dedi ki...

Arzucum sen hala bu şehrin rengarenk kikirik çocuğusun. Okumaya doyamadım ben bu yazını...

Arzu Çur dedi ki...

Evet, öyleyim. Degil Canan feriştahı gelse soludramaz rengimi.

Eca'nım, Eca'nım.... Bakın ne diyeceğim: Hadi gelin Kırka'ya geri dönelim, Moğollar'ın konserinde halay çekelim. Ha?

ece dedi ki...

Ne unutulmaz 3 gün, ne samimi bir konserdi o öyle... :)

Arzu Çur dedi ki...

Di mi? Mo�ollar Mo�ollar olal� �yle g�bek g�rmemi�tir:)