15 Nisan 2008 Salı

Sülalemin Bütün Bıyıksızları Adına!

Çiko'yu bilirsiniz. Hani Za-gor Te-nay'ın "küçük fıçı"sı, bodur, tombul, bıyıkları her daim janti, boğazına düşkün Meksikalı dostu. O bağırır böyle; bir şeye kızdığında, şaşırdığında: "Sülalemin bütün bıyıklıları adına!"
Bir gün canım uzun, güzel cümlelerden oluşan bir hikaye yazmak istedi. Kalemimi serbest bırakıp peşine takılmak yerine, bu kez kalem benim peşime takılsın diye düşündüm. Asıl merakım şuydu, bir gün kalem yürümek istemezse eğer, ben onu yürütebilecek miyim? "Edebiyat" yapabilecek miyim?
"Bir Cezvecik Süt İçin" başlangıçta böyle bir merakın ürünüydü. Fakat sonra gerçekten de yaşanmış bir olayın trajedisi yine kalemi peşinden sürükledi götürdü. İstediğimi yapamadım ama bir kitap projesi şekillendi sayesinde. Sülalemdeki kadınların öykülerini yazacaktım.
"Sülalemin Bütün Bıyıksızları Adına" alt başlığında birkaç öykü yazdım. Proje hala yerinde sayıyor. İnsan tanıdıklarını kolay kolay öyküleştiremiyor çünkü. Hep "ya tam anlatamazsam" korkusu var. Hep "Ya haksızlık edersem, ya kırılırsa?"
Cemile Soyuöz’ün güzel hatırasına.
Bunları yazdığımı görse “Gözlerini bozacağına kalk da bir işin ucundan tut” derdi.
Nur içinde yatsın o.
Bir Cezvecik Süt İçin
Hacı ninem zeytin çekirdeklerini ağzında iyice sıyırırdı. Yine de temizlenmiş, etlerinden kurtulmuş, neredeyse cilalanmış denecek kadar çıplak zeytin çekirdeği, ninemin buruşuk dudaklarının arasından kurtulduktan sonra çöp tenekesine giden yolu sağlama almış sayılmazdı. Önce titrek eller tarafından iyice yoklanır, sonra ileri derecede hipermetrop gözlerle muayeneden geçirilirdi. Üzerinde canı besleyecek küçücük bir parça bile kalmadığına ikna olunduğunda ise her zeytin çekirdeğinin hakkı olan, rahatlatıcı çürümeyi bekleyeceği ya da kim bilir belki de bir yolunu bulup kurtulacağı, yeniden bir zeytin fidanı olarak toprakta boy vereceği çöp tenekesine değil, annem ve teyzelerimin kumaşının ne zaman alındığını, ne zaman dikildiğini anımsamadıkları, hacı ninemin, yaşı torun çocuklarının kısacık ömürlerindeki zaman kavrayışının zaten dışında olan pazen entarisinin cebine giderdi.
Biz çocuklar hacı ninemin kurallarla dolu sofrasında zeytin çekirdeğinin başına gelenleri ağırbaşlılıkla izler, ona öykünerek iyice sıyırdığımız zeytin çekirdeklerini son kontrol için ninemizin önüne koyardık. Her çekirdek titiz bir dikkatlilikle incelenir, bazen “Şunu doğru dürüst ye” diyerek sahibine iade edilir, bazen de bir “Aferin” nidasıyla pazen entarinin cebine konurdu. Hacı ninemin aferini çok önemliydi. Buna mahzar olan çocuk büyük bir çalımla dolanırdı o gün ortalıkta. Uslu, terbiyeli bir çocuktu aferini alan. Onaylanmış terbiyesiyle diğerlerinin yapamadığı şeylere, örneğin hacı ninemin kucağına yatıp ondan masal anlatmasını istemeye, “Nine, hadi saçını aç” diye tutturarak şımarıklık yapmaya hakkı vardı.
Bütün bu ince örgülü kuralların, hesaplamaların ortasında yer alan zeytin çekirdekleri, kahvaltıdan sonra bir gazete kağıdının üzerine serilerek kurumaları için güneşle arkadaşlık etmeye bırakılırdı. Sonra bir gün, hacı ninem siyah ince mantosunu giyer, yemenisinin üstüne yine siyah ince bir başörtü bağlar, zeytin çekirdeklerini bir torbaya koyar, sokağa çıkardı. Böylece çekirdeklerin ağaçta başlayan yolculukları bizim ağzımıza da değdikten sonra, Bursa’da hiç görmediğimiz ama aklımızda kutsal bir yer olarak tasarladığımız bir dükkanda devam ederdi. Bu dükkanda çekirdekler torna tezgahından geçer, sabrı ve çilekeşliği öğrenerek tespih tanelerine dönüşür, geriye kalan yaşamlarını ibadetle geçirirlerdi.
Hacı ninemin evi bir garip depoydu. Sadece zeytin çekirdekleri değil eski gazeteler, sigara paketlerinden çıkan baraklar da biriktirilir, nikah şekerleri, kırık tabaklar, çatlak fincanlar, eski kumaşlar, ip parçaları, kurbanlıklardan kalan postlar, kim bilir kaç torun büyütmüş lazımlıklar, beşikler, bebek giysileri… binlerce eşya küçücük evde kendilerine özgü garip bir düzende, kullanılacakları günü beklerdi.
Bu evde eşyalar ömürlerinin sonuna kadar aynı şekilde kullanılmayacaklarını çabuk öğrenirdi. Bir nikah şekerinin tülü cici bicilerinden sıyrılıp o aralar hacı ninemin gözüne girmeyi başarmış bir torun çocuğuna verilecek plastik bebeğe etek olduğunda anlardı başına geleni. Bir havlu da ömrü boyunca banyo çivisinde asılı kalıp sadece ellerle yüzlere hizmet vereceğini bekleyemezdi elbette. Hacı ninemle kaderi birleşen havlu, eskidiğinde mutfak bezi olacağını bilirdi. Hacı ninem kopmuş saplarını iplikle sararak bağladığı gözlüklerini takar, havluyu küçük parçalara keser, titrek ellerine bir tığ alıp etrafını bin bir zahmetle oyalar, çaptan düşmüş havluya kaçınılmaz sona alışması için biraz moral verirdi. Oyalanmış eski havlu, mutfak bezi olarak da kullanılamaz hale gelince biraz daha küçültülerek yeniden dikilir ve bulaşık bezi olurdu. Hayatına bir havlu olarak başlayan hacı ninemin bulaşık bezlerinin dili olsa, evin tüm tarihini anlatır, girdisini çıktısını ifşa ederlerdi bunca farklı yaşamışlıklarıyla. O kadar uzun ömürlüydü bu evde her şey. Şaşmaz kural, ömrünün son dakikasına dek işe yarar ve çalışkan olmaktı. Hacı ninem gibi.
Bursa’nın bütün sokaklarında izi vardı bu küçücük, buruş buruş, yaşlı kadının. Mutlaka “geçmiş olsun”, “başınız sağ olsun” ya da “Allah’ın emri peygamberin kavliyle” diye başlayacağı bir konuşma yapması gerekirdi. Duasını almak, elini öpmek isteyen hastalar, kendisine iş bulmasını isteyen gençler, koca arayan genç kızlar yolunu gözlerdi. O da seksen yaşına aldırmadan tin tin sokaklarda gezer dururdu.
Yeni yazıyı bilmezdi ama rakamları iyi bilirdi. Hesap yapmada değme tüccar eline su dökemezdi. Koca koca adamlar biraz para biriktirmişlerse gelip akıl danışır o da onlara paralarını çar çur etmeyip biriktirdikleri, hele de ev almak gibi akıllıca bir iş yapmaya niyetlendikleri için güzelce bir aferin çekip, bildiği satılık evleri, dükkanları söylerdi.
Annemin anneannesiydi. Seksen yıllık ömrünce çalışmış, biriktirmiş ve saklamıştı. Onun için en büyük günah savurganlıktı. Zeytin çekirdeklerini sıyırarak, patatesin cücüğünü bile ziyan etmeyerek yaşamış, Kur’an okuyarak, ölü yıkayarak, dikiş dikerek, yolda bulduğu gazete kağıtlarından kesekağıdı yaparak kuruşa kuruş katıp para biriktirmişti. Biriktirdikleriyle altı ev almıştı. Bununla övünürdü.
Biriktirmede abartıya kaçıp işi toplayıcılığa da dönüştürdüğü olurdu. “Nankör bu insanlar nankör, bu nimet atılır mı yere” nidalarıyla eve getirdiği ezik patlıcanları, pazarcıların kenara bıraktığı pörsümüş biberleri, kamyonlardan düşmüş patatesleri, soğanları anneanneme verirdi. Kızı kendisine getirilen bu nimetlerden hoşlanmadığı gibi epeyce bir söylenirdi. Bizi elaleme rezil ettiğinden başlar, bu yaştaki bir kadının yerlerden soğan patates toplamaması gerektiğinden, bir gören olduysa onu aç bıraktığımızı sanacaklarından, artık iyice abartmaya başladığından, israf etmeyelim falan tamam da sokaktan toplanan şeyleri de yiyemeyeceğimizden dem vururdu. Anneannem söylenirken, hacı ninem titrek ellerine geçirdiği bir bıçakla yolda bulunmuş patatesi tüm dünyada yapılabilecek en ince kabuk soyma işleminden geçirirken başka telden söylenirdi: “Cenab-ı rabb’ül alemin bu nimetleri sokaklara dökelim diye mi veriyor kullarına? Nimet bu nimet! Küçücük tohumdan patates yaratan rabbim bu halimize ne kadar merhametli ki yiyelim diye verdiklerini sokağa dökmemize göz yumuyor. Ama bak Beyce, sana söylüyorum, göreceksin bu böyle uzun sürmez. Taş yağacak başımıza. İşte buraya yazıyorum -duvara tükürüğüyle ıslanmış bir parmak izi- bu dünya çok fenaya gidiyor” Elli yaşındaki anneannemle yetmiş yaşındaki hacı ninem bu karşılıklı monologun sonunu başından bilirlerdi: Lamı cimi yok hacı ninemin dediği olacak, patates yola atılmış olmanın ezikliğinden ve kabuklarından kurtulup bir kurumla tencereye oturacak, akşama da sofrayı süsleyecekti. Yine de anneannem yanıt alabileceği tek iğnelemeyi kullanmadan edemezdi: “Anne gelmişsin seksen yaşına, Allah’a şükür altı tane evin var, aç açıkta da değilsin, hiç olmazsa sokaktan toplama huyundan vaz geç” Hacı ninemin yanıtı hep aynıydı: “Ben o altı evi böyle böyle yapıp biriktirdim de aldım!”
Aslında anneannem de bilirdi hacı ninemi kimsenin ayıplamayacağını. Bütün bu söylenmeleri hacı ninemi ayıpladığından değil, haline üzüldüğündendi. Başkalarında ayıp karşılayacağımız, cimrilik diye nitelendirebileceğimiz bütün bu biriktirme işinde bir başka biriktirme vardı, bir saklayış. Anneannem bilmez miydi ki, hacı ninemin hayatından ev dediği depoyu kazısanız, sonra biriktirdiği kuruşlarla aldığı evleri, banka hesaplarını çıkarsanız, ondört yaşında evlendiği hacı dedemi, birisi ölmüş iki kızla iki erkek çocuğu, altı torun ve sayısız torun çocuğunu kenara koysanız, geriye on yaşındaki bir kız çocuğunun bir kış gecesinde komşusundan isteyemediği bir cezvecik süt acısının kalacağını? Bilirdi. Hacı ninem öyküsünü anlatsın da rahatlasın diye de söylenirdi zaten. Mutfaktaki patates savaşları her zaman o bir cezvecik sütün öyküsüyle sonuçlanırdı bu yüzden. Hacı ninem ağlar da anlatırdı:
- Annem öylece yatar, aklı bir gelir bir giderdi. Anneannem köylere çıkıp harmandan kalan başakları toplar, un eder, ekmek yapar yedirirdi bize. Sonra o da öldü. Babam Çanakkale’den dönmemiş, annem menenjit, anneannem ölmüş. Ben on yaşımdayım, iki kardeşim küçücük. Bakacak kimsemiz yok. “Abla açız” diye ağlardı kardeşlerim, dayanamazdım. Kucağımda gezdirir, avuturdum.
Annem kuş gibi, yattığı yerde küçüldükçe küçüldü. Bir gün gözlerini açtı: “İyi misin anne?” dedim, “İyiyim kızım, çok acıktım” dedi. “Hadi komşudan bir cezvecik süt isteyiver” Geceydi, yağmur yağıyordu. Sıçan gibiydim, sıskaydım. Kolumun altına cezveyi sıkıştırıp komşunun kapısında dikildim. Çalamadım kapıyı bir türlü, utandım. Bekleyip bekleyip eve döndüm. “Ne oldu kızım, isteyemedin mi?” dedi annem. “Utandım” dedim ona. “Olsun kızım, zararı yok, yarın istersin” dedi. “Hadi yanıma yat” Yattım yanına. Sabah kalktığımda annem üşümüştü. Sarıldım, sarıldım, ısıtamadım. Sarstım, sarstım, kaldıramadım. Aç acına öldü annem, ona bir fincan süt bulup da içiremedim.
Yaa Beyce, sen anne acısı tatmadın kızım. Siz yokluk acısı da çekmediniz. Ben çektim. Hadi şimdi şu patatesten akşama bir yemek yap sen. Ben de annemin ruhuna Kur’an okuyayım.
Hacı ninemin evi bir garip depoydu. Kırık fincan tabaklarının yanında Çanakkale’de şehit düşmüş gencecik bir baba, nikah şekerlerinin arasında aç ölmüş hasta bir anne, yumak yapılmış sicimlerin içinde torunlarına bakmak için ip eğiren bir anneanne, hepsinin kenarına oyalanmış hacı ninem dururdu.


Wesvese- Mayıs 2003

5 yorum:

şule dedi ki...

Gözümde yaşlarla okudum öykünü. ne guzel anlatmıssın. bir cezvecik sut kotu yapti ama beni...bi de, anneannemi özledim :(

şule dedi ki...

demin yazmayi unuttum. ben bir de diger biyiksizlari da okumak istiyorum lutfen...

Arzu Çur dedi ki...

Savaş yılları zorlu yıllarmış Şulecim. Anlattırsan kimlerden, daha ne öyküler çıkar.

Allah bir daha göstermesin.

elektra dedi ki...

anaaaam, gözümün önüne o küçücük ağzını büzdürerek 'hhıııııh' deyişi ve en komiği de minicik yaşlı bedenini yere yatıp ayaklarını sallayarak senin kitap okumanı taklit edişi geldi de ağlarken gülüverdim:)))
bir de tabağımı sıyırırken ki korkum, iç töpürtüm. aman ya bir damla pirinç kalırsa korkum:)))
ninem benim.
nurla dolsun...

Arzu Çur dedi ki...

:) Yanına gelip de öyle gözünün içine baka bak "hıııııh!" derdi di mi?

Gülümseyerek anılmak ne güzel ya:)