28 Nisan 2008 Pazartesi

Büyümek yetinmeyi öğrenmektir


Gün eksilmesin pencerenden

Pazartesi sabahı. İşteyiz. Cumartesi ve pazarın tatlı yorgunluğuna sevdalı ruh halimiz pazartesiye surat asıyor. Birbirimize surat asıyoruz.

Dışarıda kışın gelişine aldırmayan bir güneş var. Erken bahar müjdecisi, tatlı yalancı bir güneş. Merhametli, umut dağıtan sıcaklık. Kış yaklaşırken yüzünü gösteriyor ki, unutmayalım baharı. Yaz nasıl bittiyse, kış da bitecek.

Öyle sarsak hissediyorum ki kendimi, yürüsem dağlar yıkılacak sanıyorum. İşler korkulu mecburiyetler halinde. Başlamamak için köşe bucak dolaşıyor, sigara üstüne sigara içiyorum. Artık kaçacak nokta kalmayınca son sigaramı bahçede içiyorum, alelacele.

Fakat o anda ne oluyorsa oluyor, gölgeden çıkıp ışığına yakalandığım güneş bir aydınlanma anı gibi yakalıyor bedenimi. Sırtımda, bacaklarımda oynaşıp onları da ruhum gibi dile getirerek şükür çığlıkları attırıyor. Tam belkemiğimde hissediyorum hayatta olduğumu, yaşadığımı. Kafamı kaldırıp etrafa bakıyorum, muzip bir ışın saçlarımdan kırılıp gözüme giriyor. Güneş benim için küçülüp, kırmızı bir gülücük olacak kadar alçakgönüllü bir anne.

Bahçıvan salkım söğüdün dökülen yapraklarını topluyor bir köşede. Minik, yeşil yaprakçıklar yerdeki sarılara inat yapışmışlar dallara. Bir iki haftaya kalmaz onlar da düşecek bahçıvanın tırmığına ama şimdi bunu düşünmenin sırası değil. Bugünlük güneşleri yerinde. Keyifleri yerinde. Hala bahşedilmiş bir zaman var toprağa doğru çıkacakları yolculuğa. Hala ağaçtalar. Canlılar hala.

Birkaç dize düşüyor aklıma:

Ve gönül Tanrısına der ki:
- Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

Nasıl da doğruluyor şu anı bu şiir. Oysa -şimdi gülümseyerek anımsasam da-, bir zamanlar nasıl da korkutmuştu beni aynı sözler.

Çocukken bir Türk şiirleri antolojisi geçmişti elime. Kısa boylu ama kalın şöyle, enlice. Döne döne okurdum içindekileri. Necip Fazıl, Fazıl Hüsnü, Karacaoğlan, Yunus Emre. Ziya Osman Saba sonra, Nazım Hikmet, Orhan Veli. Eskilerden Fuzuli, Nedim, Nabi. Kitapta doğum tarihlerine göre sıralıydı şairler, bende çocuk zevkime göre. Kimini gerçekten severek, kimini garip bir görev duygusuyla ama her şiiri tekrar tekrar okurdum. Yukarıdaki şiir hariç. Cahit Sıtkı Tarancı’nın bu dizelerine gelince içimi öyle büyük bir hüzün acıtırdı ki, onları görmemek için iki sayfayı birbirine yapıştırmıştım.

Geçen pazartesi sabahı, yıllar yılı sevemediğim o şiiri de, bir zamanlar ki korkumun nedenini de aynı anda anladım. Öğrendiğim zaten bildiğimdi ne zamandır ama anlamak başka bir şey.

Akşam eve gidince antolojiyi aradım kitaplıkta. Arka raflarda, ne zamandır kapısını çalmadığım bir dost gibi bekliyordu beni. Evden eve gezmekten yorulmuş, kenara atılmaktan küskün, kabı lime lime; fakat bir zamanlar ne çok sevildiği tam da o yıpranmışlığından belli. Kolay mı, heyecanlı, incinmeye teşne, büyümeye çalışan bir çocuğa dadılık etmiş bir kitap o. Bedenindeki yaralar bu görevini yerine getirmenin gururunu sergiliyor. En çok sevilen şiirlerin bulunduğu sayfalara beceriksiz çiçek resimleri çizilmiş, imzalar atılmış. Notlar düşülmüş acele: “Türkçe’den yazılı Çarşamba” “En sevdiğim arkadaşlarım: Mine, Şahika, Ayla” Mandalina, meyve suyu, mürekkep izleri ve dahası...

Annesinin zorla sofraya oturtup “Bu yemek bitmeden masadan kalkılmayacak” ültimatomunu çektiği bir Arzu, çektiği işkenceyi hafifletebilmek için yanına almış belli ki kitabı. Belli ki bir patates kızartması yemiş, bir sayfa çevirmiş. Belli ki çatal kullanmamış, belli ki terbiyesizmiş. İyi ki terbiyesizmiş. İz bırakmış sayfalarda elleri.

Çocukken en sevdiğim şiirlerin hangileri olduğunu parmak izlerimden buldum. Ellerimin nasıl büyüdüğünü parmak izlerimden gördüm. Cahit Sıtkı Tarancı’nın o dizelerinin bulunduğu hala yapışık iki sayfayı, kitabı, çocukluğumu incitmeden açtım. Benim kitabım, canım kitabım.

Bir çocuk sadece güneşe razı olduğu bir günün gelebileceğini öğrenmek istemez. Önünde macera dolu bir olasılıktır hayat. Sonsuza dek sürecek kadar çok zamanı vardır onun. Büyük umutlara gebedir. Çocukların yaşam sevinci ölümü kaldıramaz, yalnızca büyümeyi becerenler yutar bu demir leblebiyi. Yalnızca ölümle tanışanlar bilir o iki dizenin aslında hüzün değil, sevinç nişanesi olduğunu. Ölüme rağmen yaşanabileceğini bilir ve böyle yaşamayı sevebilir.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın o şiiri yıllar sonra özgür şimdi. Çünkü ben ölümle tanıştım, çünkü buna rağmen hayatı sevmeyi becerdim. “Şükürler olsun aldığım nefese” diyebildim. Çimenlerde yürüdüm, toprağa karışan yapraklarla tanıştım, patates kızartmaları yedim, şiirler okudum. Gün gördüm. Döngümü bekliyorum ve güneş hala ışıyor göğümde.

Büyümek yetinmeyi öğrenmektir biraz. İnsan sadece güneşi olduğu için bile bu dünyayı sevebilir.


Picus- Şubat 2006

10 yorum:

elektra dedi ki...

ablam canım, haftan iyi geçsin. bir an yazının yeni olduğunu sanıp ablam nereye gitti ki güneş müneş diye düşünmedim değil:))
malum, gökyüzü tepemize indi inecek de buralarda.
öperim:)

Arzu Çur dedi ki...

"Güneş içimizdedir canım kardeşim, ben kendime gittim, kendimi buldum" desem... Yer misin yanında mı yatarsın?

(Bugün üzerimde bir dervişlik, kalenderlik, nirvanasal durumlar var, hayırdır inşallah. Bu aralar epeyce yürüdüm, uçasım da yakındır diyorum, bunları bunlara bağlıyorum)

ece dedi ki...

Ben çocukken çok severdim o şiiri, ama sanırım mihnet kelimisinin anlamını bilmiyordum. Ve daha çok o dizelerdeki tını hoşuma gidiyordu. Safmışım ben sanki biraz çocukken... :) Neyseki büyüdüm de akıllandım (mı)... ;)

elektra dedi ki...

:)
ışıksal durumlara ulaşmadan siz yine de uçmaya heves etmeyin huuu ablam. maazallah yüzüstü:PP

şule dedi ki...

Arzucum ya, iyi ki varsin. gercekten. bu oylesine soylenmis bir soz degil, inan. yazilarinin bazilari oyle zamanlara denk geliyor ki, hani takvimlerde "gunun yemegi" gibi koseler olur ya, bunlar da benim gunumun yazilari oluyor, hep merakla bekledigim. bazen siir, bazen oyku ama hep cok guzel. bugunku yazin da oyle, yine cok guzel...ben de elektra gibi once yanildim, bugunu anlatiyorsun zannedip, "allahim gunes var da ben mi gormuyorum" dedim, sonra anladim bugunu anlatmadigini. benim lise grubunda haftasonu baslayan ve bugun de tum hiziyla suren (yahoogroups araciligiyla) "beklentisizligin mutlulugu" adli tartismaya cok yakisan bir yazi bu. beklentilerimiz ne kadar dusukse o kadar cok mutlu olabiliyoruz aslinda. ve bunu insan buyudukce ogreniyor. ve evet, "yeter ki gun eksilmesin penceremden" diyebilmek ve boyle bir dizeyi yazmis olmak gibine bahtiyarlik...
sevgiler

Arzu Çur dedi ki...

Ececim, saf olan sen değilmişsin ki, bal gibi de benmişim. Bi şiirden korkmak, bi de sayfaları yapıştırmak. Bu ne buu?:)

Büyüyünce akıllanmana ben bişey diyemeyeceğim. Bi yerde kafana şapka niyetine ne taktığını işte bu iki gözümle gördüm yahu:)

Arzu Çur dedi ki...

Elektra! Burada sırlarımızı faş etmesek derim. Bak sen zararlı çıkarsın, karışmam.

Hehe.

Arzu Çur dedi ki...

Şule'm canım, asıl sen iyi ki varsın. Sayende yüzümde güller açıyor. Sırf sen oku diye bile eklerim buraya her gün bişeyler. Sağolasın.

Bu arada, o grupta falan kullanmak istersen eğer yazıyı bir örnek diye, çekinem ne olur. Nasıl diyordu o filmde postacı: "Şiir ihtiyacı olanındır"

Sevgiler,

ece dedi ki...

Arzu kuşum akıl bende ne gezeeer, o "mı" eki bu yüzdendi... Özledim birden seni bi' de...

Arzu Çur dedi ki...

Ece'm biberim, ben de özledim. Pek ırak yerdeyim ben ama ya, motor da almadınız ki bana geligelivereyim. Di mi?