29 Mayıs 2008 Perşembe

Ne yapmalı?

Bugün elime bir dergi geçti. İşyerinde de beraber çalıştığımız bir şair arkadaşım "Bak, senin bir şiirin üzerine bir inceleme yayınlamışlar," diye getirdi.

Şimdi bu sevinilecek bir şeydir aslında. Şiiri zarflanmamış, açık adresli bir mektup gibi atarsın ortaya, bir yerlerden yankısı gelince de sevinirsin. Bu şiir benim hem de taa 3 yıl kadar önce bir mail grubuna gönderdiğim bir şiirdi. Yankısına benim de sevinmem gerekiyordu ama sevinemedim. Neden mi?

Şiirimi inceleyen bey "Böyle daha güzel olacağını düşünüyorum" şeklinde değiştirerek yayınlamış şiirimi de ondan. Üstelik kendinden bir dize katmış şiire. Yani anlayacağınız bana ait olmayan bir dizenin de içinde yer aldığı ve bu yapılırken hiçbir şekilde bana danışılmadığı bir şiirin altında benim adım yazıyor şimdi, basılı bir dergide çoktan yayınlanmış bile, iyi mi?

Bir not olarak eklemek isterim ki, yazının geneli şiire yönelik bir beğeniyi ifade ediyor. Yani kötülendiği falan yok. Ama ben beğeniden ziyade çok basit, çiğnenmesi akla bile getirilmeyecek genel geçer kural olan, bundan asla taviz verilmemesi gereken başka bir şeyi, emeğe saygıyı tercih ederdim. Kendi adıma da değil hem, tüm yazıcılar adına.

Ya, ne ayıp ya! Kim, hangi akla hizmet bunca cüretkar davranabilir? Birinin şiirini ona sormadan alacaksın, "böyle daha iyi olur" diye dize ekleyip yayınlayacaksın. Offff! Of!

Ben ne diyeyim? Ne söyleyeyim? İçimden şöyle bağırmak geliyor: "Ben şair değilim, kötü şiirler de yazan bi yazıcıyım. O yüzden şiiri miiri bıraktım. Valla da yazmıyorum billa da yazmıyorum, pes. Ama ne olur bir zaman da olsa yazabilmiş olduklarıma bari dokunmayın."

İşte şiirim. Bu elbette benim yazdığım halidir, orijinali.

Senin Adın Şimdi

Senin adın şimdi
Yorganda karanfildir kardeşim
Yangında alev açmış tavus kuşu tüy
Öyle sakin, öyle saydam ki uzayıp giden ellerin
Damarlarında gezen hastalığı görebiliriz
Senin adın şimdi bir sandığa

İşlenmiş bir servidir güzel kardeşim
Beyaz çarşaflar arasında parlayan güneş
Gibi açılmamış umudunun peçesi
Ve ölüm ki hangi yanında bilmeyiz
Pencereye döner yüzlerimiz
Senin adın şimdi bir tarla kuşuna

Dönüşen bir talep benim kardeşim
Hastane karyolasının çelik başucuna
Konar ve şakır orada:
“Bir ayağa kalksam ve karışsam
Ormanın çağıltısına”
Ah! Senin adın şimdi bir başka çocuğa...

24 Mayıs 2004

27 Mayıs 2008 Salı

Senaryo işleri

Bundan bir yıl kadar önce "Madem elim kalem tutuyor neden senaryo yazarı olmuyorum ki?" dedim, araştıra soruştura en alasından bir kurs bulup kayıt oldum. İlk üç ay şahane şeyler öğrendim, eğlendim, müthiş heveslendim. Bir sit com projesi üzerinde çalışmaya başladım. Tam o sırada mucize kabilinden bir şey oldu, bir aksam cep telefonum çaldı. Arayan ünlü bir yönetmenin asistanı olduğunu söyleyen bir beydi. "Bir senaryo konusunda sizinle görüşmek isteriz" demesin mi? Dedi valla.

Birinin şaka yaptığını düşündüm başta ama arkadaş fantastik öykülerimden, telefonumu yayınevimden bulduğundan falan söz edince aklim başıma geldi, iş ciddiydi. Havalara uçtum. Kısmete bakın, ben senaryo yazayım mı diye düşünüyorum, hop diye birileri çıkıyor "Yazar mısın bize? Film senaryosu bak" diyor. Tam da bayram arifesi. "Ey güzel Allahım, sen kalbimi biliyorsun, şükürler olsun" dedim, gittim, görüştüm. Hakikaten de o film şirketi, hakikaten de o yönetmen.

On gün içerisinde on dakikalık bir kısa film senaryosu yazmamı istediler benden. Deneme olacakmış.

"Tamam da," dedim, "Önümüz bayram, biz çoluk çocuk, kurban falan? Hem bi de sit com projem var, danışmanım haber bekliyor benden?"
"Valla," dediler, "Siz bilirsiniz. Yetişirse iyi olur."

Benden istedikleri bir korku hikâyesi, deprem gibi de bir konsepti var. Hiç alışık olmadığım bir tür ama yazarım ya, onu da yazarım, bunu da hesabi, "Tamam," dedim, "Yazarım"

Bayram tatilimi pc başında heba ettim ama ettiğime de değdi. Hiç beklemediğim kadar kolayca yazdım, yetiştirdim senaryoyu, tam zamanında da gönderdim. Kitap, dergi islerindeki cevap alma süresinin yavaşlığını bildiğimden akıbetini makul bir süreliğine unutup sit com'uma geri döndüm.

Fakat malum, insan ruh halinden ruh haline çabucak geçemiyor. Tam komediye adapte olmuş yazarken korkuya adapte oluyorsunuz, sonrasında soğumuş bi metne geri dönmesi epeyce azaplı. Bu azabı asmak için kurstaki danışmanıma eldeki toplamı göndereyim de bir fikir alayım dedim, adam yurtdışına çıkmamış mı?
"Ne zaman gelecek peki?"
"On beş gün sonra"

"Eh, n'apalım" dedim kendi kendime. "On beş gün de sen dinlen. Zaten şunca aydır, işyerinde çalış, git kursta çalış, gel evde yaz perişan oldun. Bu da sana tatil olsun."

Yazıyı bıraktım her iki yerden cevap bekliyorum artik. On beş gün oldu, danışman yok, film şirketinden cevap yok. Yirmi gün oldu, gene yok. Yüzümü kızartıp aradım. Danışmanım gelmiş ama yeniden gitmiş, bir sure daha dönmeyecekmiş. Film şirketindekiler de bir projeye başlamış, daha okumamışlar bile senaryoyu, iyi mi?

"E be kardeşim, neden bayramı bana zehir ettiniz?" diyemiyorsun haliyle. Bozuldum ama belli etmedim. "Şimdiye kadar kendi başına yazıyodun kızım, yine öyle yap" deyip çöktüm bilgisayarın başına ama... Ahh, tık yok! Kelime çıkmıyor, değil ki cümle çıksın. Hiç başıma gelmiş iş değil, dolayısıyla çözümünü de bilmiyorum. "Allahım! Yazamıyorum!" paniğiyle hemmen senaryodan çark edip ne zamandır ertelediğim öykülerime geri döndüm. Sen misin dönen, onlar da bana küsmüş, orda da kilitlendim mi güzelce?

Neyse, uzatmayayım, üç ay boyunca ne danışmandan ya da film şirketinden haber geldi ne de ben bir cümle olsun bir şey yazabildim. Tam yazarlık isleri buraya kadarmış diye düşünürken yine bir telefon. Film şirketi, o arkadaş... Görüşmeye çağrıldım.

Bu kez başka bir bey karşıladı beni stüdyoda, film yapımcısıymış. Deprem konseptli konudan vazgeçmişler, çarpıcı bi korku filmi yapmak istiyorlarmış. Film su mekânda geçecekmiş, deneme falan değilmiş benden istedikleri, filmin sinopsisiymis, öyküsü yani. Bir ay vaktim varmış, ne dermişim?

Bezmiş bi halde "Bi deneyeyim ama pek de bi şey çıkmaz herhalde" dedim, döndüm görüşmeden. Canim sıkılmıştı, bi daha yaz, bi daha yolla, yok bu olmadı, hadi şu olsun desinler... Yine de insan umutlanmadan duramıyor, oturdum uğraştım, sizin de aşağıda okuyacağınız “Nişanlı” adlı hikayeyi yazdım. (Başroldeki hayaletimin oyulmuş gözünden bi nişan yüzüğü çıkardığı sahneyi yazışımı anlatmadan geçemeyeceğim burada. Tam o kısmı yazarken ödüm patlamış, bilgisayarın başından kalkıp salona, eşimin yanına kaçmış, hayalet huzur bulana dek de adamcağızı yanımda oturtmuştum.)

Bitirdim, yolladım yine film şirketine. "Bundan da bi şey çıkmazsa çıkmasın artik, yeter yani" modundaydım.

Neyse ki sure uzamadı, bir hafta falan sonra beni aradılar. Gittim, önüme sözleşmeyi dayadılar. Filmimi çekeceklermiş, sinopsisi senaryoya çevirebilirmişim.

"Eee, nasıl olacak? Hadi ya?" derken ben, demesinler mi, "Ücretiyle tabii"

Öyle bezmişim ki olumsuz sonuçlanan işlerden, inanamıyorum. Hala şaka yapıyorlar sanıyorum. Ama sözleşme önümde. “Yok canım, olmaz öyle şey. Bu rüya falandır” derken kendi kendime, acı gerçek önerilen ücret şeklinde zuhur etti sözleşme sayfalarından: 1000 YTL

Komik, değil mi? Koskoca bir film senaryosunu yazdıracak, bir milyar para verecekler bana. Yine de başlangıç için fena bir giriş olmayabilir, namım yürüsün, bedava da olsa yine de yazsam mı diye düşünüp "Ya ben bu sözleşmeyi alayım da, bir avukatıma danışayım" falan seklinde saçmaladım. Avukat diyorum dikkatinizi çekerim, çünkü bütün bu süreçte tanıdığım herkes beni fikir hırsızlığına karşı uyarmıştı. Avukat falan yok tabii de, eve oturup bir okuyayım, düşüneyim derdindeyim.

"Olmaz" dedi film yapımcısı beyefendi, "Bizim sözleşmeyi buradan çıkarmamız kurallarımıza aykırı. Hem siz daha çok yenisiniz bu islerde. Zaten yazacağınız senaryoyu bir senariste vereceğiz, o da üzerinden geçecek, değil mi efendim?"

Nasıl bozum oldum ya! Ben bunu yazınca senarist olmuyor muyum yani? "Kusura bakmayın," dedim, "Şunca zamandır yazıyorum ben de, benim onayım olmadan virgülünü değiştirtmem metnimin. Şimdi eğer eve götüremeyeceksem, burada okuyacağım sözleşmeyi"

Fazla zamanımı almadı okumak. Söyle bir madde vardı çünkü: "Senaryo yazarı (o ben oluyorum) bir ay içerisinde senaryoyu teslim edemezse hikâye tüm haklarıyla şirkete geçecektir. Şirket hikâyeyi istediği kişiye yazdırmakta serbest olacaktır." Ohh, suyundan da koy.

"Ben bunu şimdilik imzalamayayım," dedim. Görüyorsunuz, ne terbiyeli bi insanım, küfür falan etmedim. Fakat "Olmaz," dedi adam bana? "Ya simdi imzalarsınız ya hiç"

Beyoğlu’ndayız, film stüdyosundayız, bir yapımcıyla konuşuyorum ve ortamda eksik olan tek şey ilaçlı gazoz. İyi de ben kırk yaşındayım, on beşimde değil ki. İçer miyim hiç o gazozu?

İçmedim, imzalamadım. "Benden de bu kadar, yarın ararım sizi" dedim, çıktım. Kaç aydır bana zaman ayıramayan kurs danışmanımı aradım, haliyle yine yoktu, oradan başka bi danışmanın -ki kendisi ayni zamanda bir senarist- telefonunu aldım, onu aradım ertesi gün. Durumu anlattım şöyle dedi: "Ben o paraya değil yazmak, sinopsisi bile okumam"

Film şirketini arayıp aynen aktardım arkadaşın dediklerini. "Başka sefere inşallah" dediler onlar da. Başka sefer falan olmadı tabii:)

Bunca olaydan sonra olan benim yazı serüvenime oldu. Senaryo işlerine ben küstüm, roman, öykü, şiir de bana küstü. Şimdilerde küsük küsük yaşıyor, yazıyla yeniden kavuşmayı bekliyorum işte.

Aşağıdaki sinopsis işte o korku filmine aittir. Bu hiçbir yerde yayınlanmadı elbette. Telifi melifi de yok tabii. Yine de çalacak çırpacak birileri olursa Allah aşkına bi haber versin bana, zevkle paylaşırım kendisiyle. Ama haber vermeden alan çıkacak olursa "işte de blogumda yayınlamıştım taa da ne zaman" diye mahkeme mahkeme süründürürüm, haberi olsun.


Nişanlı


Özgür (28) İngiltere’de mastır yaparken tanıştığı Eve (25) ile evlenmek niyetindedir. Birlikte bir aylığına İstanbul’a gelirler. Bu zaman zarfında hem Özgür’ün ailesi ile tanışacak hem de Eve’in kökenlerinin bir kısmının burada olduğunu bildiği ve hep merak ettiği İstanbul’u gezeceklerdir.

Eve’in büyük büyükbabası Edward, İstanbul’u işgal eden bir İngiliz subayı, büyük büyükannesi Faize ise işbirlikçi bir paşanın birkaç dil bilir, saray adabı ile yetişmiş, açık fikirli ve güzel kızıdır. Eve’in ailesinde Edward ile Faize’nin aşkları bir destan gibi anlatılarak kuşaktan kuşağa geçmiştir. Eve Türkiye ve Türklere karşı derin bir sempati beslemektedir. Türkçe’yi kendi imkânları ile kısmen öğrenmiş, bu da Özgür ile yakınlaşıp birbirlerini sevmelerini kolaylaştırmıştır.

Eve çok neşeli, sempatik bir kızdır. Özgür’ün ailesine çabucak kendini sevdirir Özgür’le çeşitli mekânları gezerler, her şey yolunda gitmektedir. Eve en çok hakkında pek çok efsane duyduğu ve ona göre dünyanın en romantik mekânı olan Kız Kulesi’ni merak etmektedir. Özgür Eve’e bir sürpriz yaparak Kız Kulesi’ndeki lokantada bir akşam yemeği ayarlar. Akabinde de Eve’e evlenme teklif edecektir.

Eve Özgür’e âşıktır, sonunda Kız Kulesi’nde olmaktan da çok mutludur. Özgür’ün masadan ayrıldığı bir sırada pencerede bir siluet görür. Yüz hatları çok belirgin olmayan biri camdan Eve’e bakmaktadır. Eve bunun bir yansıma olduğunu düşünüp etrafına bakınır, aynı yönde oturan kimseyi göremez. Tekrar cama bakar, kimse yoktur ancak camda bir el izi kalmıştır. Dokunur, cam çok soğuktur, irkilerek geri çeker elini. Özgür geri geldiğinde Eve’de bir tuhaflık olduğunu anlar ama Eve konuyu geçiştirir. Gece ilerler, Eve bir süre sonra başında bir ıslaklık hisseder. Elini saçına götürür, bakar, parmakları kan içindedir. Tavana kaldırır kafasını, tavandan yüzüne kan damlar. Eve korkuyla Özgür’e bakar, elini gösterir. Özgür elini alıp öper, kanı görmemektedir. Eve tekrar baktığında o da bir şey göremez, sarhoş olduğunu düşünür. Özgür Eve’in elini bırakmaz, komik bir reveransla yere diz çöküp evlenme teklif eder, yüzüğü cebinden çıkarır, Eve’in parmağına geçirir. Eve sevinçle kabul eder. Kahkahalarla birbirlerine sarılırlar.

Özgür ile Eve, Özgür’ün ailesinin evine dönerler. Özgür çakırkeyiftir, Eve’le sevişmek ister, Eve Özgür’ün ailesinden çekinir. Özgür İngiltere’de nasıl coşkuyla seviştiklerini anımsatır, Eve dalga geçer “Burası Türkiye ama” der, “Evlenmeden olmaz”. Özgür’ü odasında bırakıp kendi odasına geçer. Mutlulukla yatağa devrilir. Yüzüğünü okşar. Bir süre sonra uyur.

Eve gece yarısı üşüyerek uyanır. Pencere açıktır, rüzgâr esmektedir. Pencereyi kapatır, su içmek için mutfağa gider. Koridorda arkası dönük bir adam görür, Özgür olduğunu düşünerek seslenir. Adam Eve’e döner. Genç bir delikanlıdır bu, yüzü az seçilir. Gözünden biri oyuktur, yüzünden kanlar akmaktadır. Oyuk gözünden Eve’in nişan yüzüğünü çıkarıp ona uzatır, Eve’e doğru yürür. Eve dehşetle duvara yapışıp bağırır, kapıları yumruklar. Özgür odasından fırlar, Eve ona sarılır. Özgür’ün annesiyle babası, kız kardeşi uyanırlar. Işıklar yakılır, Eve gördüğünü anlatmaya çalışır, ancak yüzüğünün parmağında olduğunu fark eder, şaşırır. Ev halkı kâbus gördüğünü söyler, Eve’i sakinleştirirler. Özgür ortamı yumuşatmak gayesiyle şakaya vurup o gece nişanlandıklarını duyurur aileye. Özgür’ün şen şakrak babası “Madem uyandık, bunu kutlayalım” der, pijamalarla çok eğlenceli bir kutlama partisi düzenlerler ayaküstü. Eve ikide bir yüzüğüne bakmaktadır. Özgür’ün kız kardeşi Neşe (24) Eve’e yanaşıp yüzüğün ne kadar güzel olduğundan bahseder. “Bakabilir miyim?” der, Eve çıkarıp uzatır, Neşe yüzüğü alır almaz korkuyla bağırır, herkes ona bakar. Neşe gülümsemeye çalışarak geçiştirir. Yüzüğü Eve’e verir.

Ertesi akşam Özgür’le Eve mutlu bir gün geçirmiş olarak eve gelirler. Özgür’ün annesi çok güzel bir sofra hazırlamış, akrabalarını davet etmiştir. Neşe Eve’e bir şey söyleyecek gibi davranır bir ara mutfakta, sonra vazgeçer. En sonunda dayanamaz gibi davranıp “Sen daha önce nişanlandın mı hiç?” diye sorar. Eve “Yok canım, bu ilk ve son olur inşallah” der. Kızlar Eve’in “inşallah”ı bir türlü söyleyemeyişine gülerler. Keyifli bir akşamdan sonra konuklar gider, ev halkı uyur.

Eve o gece tuhaf bir rüya görür. İşkence gören biri, bir gemi, Kız Kulesi. Eve yine uyanır, bir önceki gece onu korkutan adam yatağının ayakucundadır. Eve korkuyla yatakta büzülür. Adam “Faize” der. Eve gözünü kapar, açtığında adam yoktur. Eve bütün ışıkları yakarak banyoya gider, yüzüne su çarpar, aynaya baktığında yine aynı adamı görür. Geri döner, adam yoktur. Sinirleri iyice bozulan Eve, Özgür’ün yanına gitmek için banyodan çıkarken koridorda biriyle çarpışır. Korkuyla bağırır, ancak karşısındaki Neşe’dir. Neşe bir gariptir. Yüzü çarpılmıştır, kendisine ait olmayan bir sesle “Fahişe!” der. “Verdiğim yüzük nerede? Ne yaptın ona?” Eve kaçmaya çalışır, Neşe Eve’in boğazına sarılır. Eve çığlık çığlığa bağırır, Neşe’yi iter, Neşe yere düşer, sehpaya kafasını çarpar. Orada kalır. Eve arkasını dönüp kaçmaya çalışırken bir başka el tarafından tutulur, iyice panikler, karşısındakini yumruklamaya başlar. Oysa karşısındaki Özgür’dür. Özgür Eve’e sarılır, sakinleştirmeye çalışır fakat Eve’in sinirleri artık düzelmeyecek kadar bozuktur. Neşe’nin ona küfrettiğini, öldürmeye çalıştığını, bu evde her şeyin tuhaf olduğunu, bir an önce İngiltere’ye geri dönmek istediğini, arkadaşlarının onu Türkler konusunda zaten uyardığını söyleyerek bağırmaktadır. Özgür’ü de yanına yaklaştırmaz.

Özgür’ün annesi, babası uyanır, koridora çıkarlar. Anne yerde başı kanlar içinde yatan Neşe’yi görünce bir çığlık koparıp kızının yanına koşar. Eve’e bağırır: “Ne yaptın kızıma?” Eve “Boğazıma sarıldı” der. Anne Eve’in üzerine yürür, baba Neşe’nin nabzına bakar, “Yaşıyor”, der eşine, “Ambulans çağırın çabuk.”

Hastanede Eve üzgündür. Özgür’le barışmış, sarılmış oturmaktadırlar. Eve Özgür’e annesinin ona inanmasa bile Neşe’nin kendisine tam da söylediği gibi davrandığını anlatır. Özgür ona inandığını söyler, annesine bakar. Baba Özgür’ü çay içmek bahanesiyle alır, götürür, anneyle Eve yalnız kalırlar. Eve üzgün olduğunu ama çok korktuğunu söyleyecekken anne onu susturur. Onun da üzgün olduğunu söyleyerek Neşe’nin çocukken hayaller gördüğünü, var olmayan insanlarla konuştuğunu, garip şeyler yaptığını anlatır. Psikolojik/psikiyatrik destek ve ilaçlarla düzelmiş, yıllardır yani bu geceye dek anormal bir durum olmamıştır. Eve’e inanmak istemeyişinin nedeni kızının hastalığının yeniden nüksetmesine inanmak istemeyişidir aslında. İki kadın barışırlarken doktor gelir, Neşe’nin durumunda önemli bir şey olmadığını anlatır. Bir iki gün dinlenmesi yetecektir. Herkes çok sevinir.

Neşe eve gelmiştir. Özgür kız kardeşini kucağında odasına taşımak ister, iki kardeş itişirler, anne onlara bağırır. Neşe Eve’e döner “Kızım bu adamla nişanlandın bari bir an önce al götür başımdan” der. Buzlar çözülür. Herkes hiçbir şey olmamış gibi davranmaktadır. Eve rahatlar.

Akşam mutfakta anne ile Neşe yemek hazırlarken Neşe Eve’e seslenir. Gelip bir işin ucundan tutmasını, gelinse gelinliğini bilmesini, kendisinin yan gelip yatmak istediğini söyler. Eve mutfağa gelir. Anne “Olur mu öyle şey, biricik gelinim” diyerek ona iş yaptırmaz. Neşe’ye de işine karışmamasını, Eve’le ikisinin masada oturup kendisini seyrederek “Biraz kadınlık öğrenmelerini” söyler. Önlerine bir tabak kurabiye ile çay koyar. Neşe ona hala utangaç bakan Eve’e dil çıkarır, gülüşürler.

Annenin arkası dönükken Neşe fısıltıyla “Eve” der. Eve Neşe’ye bakar, Neşe yüzünde koridordaki aynı kötü bakış ve sesle ama bu kez fısıldayarak “Fahişe” der. “Seni öldüreceğim.”

Eve masadan fırlar, çay fincanları, kurabiyeler yere saçılır. Anne “Ne oluyor? “diye geri döner. Eve’in korkudan dili dolaşmaktadır, sadece Neşe’yi işaret etmeyi başarabilir. Oysa Neşe hiçbir şey yokmuş gibi davranmakta, telaşla Eve’e iyi olup olmadığını sormaktadır. Anne Eve’e “Kızım, iyi misin sen? Neler oluyor?” diye sorar. Eve anne ve Neşe’nin yanından kaçar, salonda babasıyla tavla oynamakta olan Özgür’e hemen dışarı çıkmak istediğini söyler. Kaçarcasına evden çıkar.

Özgür’le Eve deniz kıyısında oturmakta, Özgür somurtmaktadır. Artık bu işten sıkıldığını söyler, Eve ne yapmaya çalışmaktadır? Eve yanıt vermez. Özgür üsteler. Deli gibi evden kaçıp gitmesinin sebebini sorar. Sonunda Eve dayanamayıp patlar: “Kız kardeşin delinin teki, beni öldüreceğini söylüyor. Annen de bir garip, sürekli beni suçluyor. Ailen manyak. Ya hemen İngiltere’ye döner ve bir daha buraya geri dönmeyiz ya da bu iş burada biter” Özgür “Ne halin varsa gör,” der. “Tamam, bitti. Şımarıklıklarından bıktım. Ailemi suçlamandan bıktım. Kardeşimi öldürmeye kalkan sensin, utanmadan ona bok atıyorsun.” Eve inatla susar. Özgür Eve’i orada bırakıp yürür. Eve oturmaya devam eder. Özgür’ün içine sinmez, geri döner. Eve’e çantasının evde olduğunu anımsatır, üstelik bu saatte yalnız başına bilmediği bir şehirde ne yapacaktır? Eve susmaya devam eder. Özgür of çekerek “Peki, ”der, “Yarın döneriz, tamam mı? Hadi gel İstanbul’daki son gecemizin tadını çıkaralım”

Özgür’le Eve gecenin ilerleyen saatlerinde bir bardadırlar. Deli gibi dans eder, içerler. İyice sarhoş bir halde taksiye binerler, Eve eve gitmek istemediğini söyler Özgür’e. Özgür eve gitmeyeceklerini söyler. Sabaha kadar en sevdiği yerde oturacaklardır Eve’in. Eve Özgür’ün söylediklerini anlamadan uyuyakalır takside. Özgür’ün sarsmasıyla uyanır. Özgür geldiklerini söylemektedir. Taksiden inerler, Eve nerede olduklarını sorar, Özgür Kız Kulesi’ni gösterir. Sabaha kadar buradayız der.

Eve büyülenmiş gibi kuleye ve İstanbul siluetine bakar. Kuleden artık korkmaktadır ama bu güzellikten de çok etkilenmiştir. Özgür’le birbirlerine sarılarak oturur, manzarayı seyrederler. Eve Özgür’e sokulur, gözlerini kapar. Özgür’ün yana doğru kaydığını hisseder, düşecek gibi olur. Özgür hemen tutar Eve’i. Eve Özgür’e bakar ama Özgür değil, Neşe’dir onu tutan. Eve korkuyla geriye çekilir, Neşe sımsıkı yakalar Eve’i, bırakmaz. Eve Neşe’nin arkasında, yerde ölü gibi yatan Özgür’ü görür, bağırmaya başlar, Neşe elindeki kanlı taşla kafasına vurur.

Eve gözünü Özgür’ün evinde açar. Özgür’ün babası ile annesi başındadır. Eve korkuyla büzüşür yatakta, baba şefkatle başını okşar, anne “Korkma kızım,” der. “Ne olur korkma, bizden sana zarar gelmez. Her şey düzelecek.” Eve onlara inanmasa da ikna ederler kızı. Eve ağlayarak Neşe’nin Özgür’ü öldürdüğünü mırıldanır. Baba Özgür’ün de iyi olduğunu söyler. Neşe başına bir taşla vurmuş ama neyse ki sadece bayıltmıştır Özgür’ü. Sakinleştirici vermişler, uyutmaktadırlar. Doktor olan baba gerekli müdahaleyi yapmıştır. Baba utançla “Anlattıklarını daha fazla ciddiye almalıydık, Neşe’nin yeniden hastalandığını anlamalıydık. Çok üzgünüz,” der. O gece evden çıkan Neşe’yi takip etmiş olmak tek tesellisidir. Çok vahim şeyler olmadan durdurabilmiştir kızını. Eve korkarak Neşe’nin nasıl olduğunu sorar. “Odasında,” der anne. “Söz veriyorum sana, hemen yarın tedavisine başlayacağız yeniden” Ağlamaklıdır. Eve koluna dokunur, kadın ona sarılır, ağlamaya başlar.

Baba Eve’in koluna girmiştir, Özgür’ün uyumakta olduğu odaya giderlerken Neşe’nin kapısının önünden geçerler. Tam onlar geçerken Neşe Eve’e bağırmaya başlar. Buradan hemen gitmesi gerektiğini söylemektedir. “Seni öldürmek isteyen ben değilim, gözü oyuk adam. O burada. Dışarı çıkmak istiyor, zor tutuyorum, git buradan ne olur” İçeriden homurtular, uğultular gelmektedir. Anne korkuyla yanlarına gelir. Baba kapıya yapışır, ani bir çarpmayla yere düşer. Neşe “Baba” diye bağırır. Eve babanın nabzını yoklar, çok hafiftir. Neşe ise iyice canhıraş çığlıklar atmaktadır. Eve kapıya koşar. Neşe yeniden uyarır onu ama Eve kapıyı açar.

Neşe ayakları yerden kesik, duvara sabitlenmiştir. Karşısında o adam durmaktadır. Eve’e döner. “Aşkım” der. “Sonunda geldin demek?” Neşe yere düşer, boğazını ovuşturur. Anne kızının yanına koşup ona sarılır. Korkuyla duvara yapışıp Eve’e yürüyen hayalete bakarlar. Hayalet Eve’e yanaşır, parmaklarını gözlerine bastırarak “Gör” der.

Eve bir eski zaman İstanbul konağında, bir gül bahçesinde bulur kendini. Yanında genç, yakışıklı bir delikanlı vardır. Delikanlı Eve’in elini tutar, vatan uğruna savaşmaya gittiğini söyler. Ona Faize demekte, kendisini beklemesi için söz istemektedir. Eve “Benim adım...” der, susar. Üzerindeki Osmanlı giysilerine bakar, neler olduğunu fark etmişçesine “Faize!” der. Genç adam oyalı bir mendil içinde bir hediye sunar ona. Eve mendili açar, içinde Özgür’ün ona hediye ettiği elmas yüzük vardır. O sırada yanlarına bir İngiliz subayı gelir. “Günaydın Saffet Bey” der. Eve’in elini öper “Faize Hanım” Eve’e çok manidar bakmaktadır. Eve onun dedesi Edward olduğunu fark eder. “Siz...” diyecekken, Saffet geleni selamlar “Mister Edward!” Ancak bu ziyaretten hiç de memnun olmadığı bellidir. Edward’a bu saatte nişanlısının evinde ne aradığını sorar. Edward “Nişan mı?” der, “Haberim yoktu, kutlarım. Nişanlınızın babasının bundan haberi var mı? Neyse müstakbel kayınpederiniz paşa hazretleri, komutanlığa yakın olabilmem için bana küçük bir oda verme lütfunda bulundular. Bir süreliğine misafirleri olacağım.” Yukarıdan bakan bir tavırla ekler: “Sizin için bir sakıncası yoktur, değil mi?” Saffet sinirlenmiştir. Gitmesi gerektiğini söyleyerek izinlerini ister. Eve’le beraber uzaklaşırlar. Edward elindeki kısa kamçıyı deri çizmelerine vurarak arkalarından seslenir. “Saffet Bey” Saffet’le Eve dönüp bakarlar. Edward “Gittiğiniz yerlere dikkat edin, aman” der. “Malum, her yer pek tehlikeli bugünlerde. Padişah hazretlerinin emirlerine karşı çıkan vatan hainlerinin ne denli cüretkâr oldukları malumunuzdur.” Saffet korkunç bir bakış atar Edward’a, yürüyüp gider.

Eve kendini bu kez bir hücrede bulur. Camsız, demir parmaklıklı hücre penceresinden boğaz görülür. Burası Kız Kulesi’dir. Karşısında işkence gördüğü, dövüldüğü belli kanlar içindeki Saffet yatmakta, genç adam zor soluk almaktadır, kanlı bir şiltenin üzerine atılmıştır. Eve çok üzgündür. Saffet’e dokunmak ister ancak elinin şeffaf olduğunu, Saffet’in teninden geçtiğini görür. Kapı açılır Edward içeri girer. Saffet’e bekletilen gemide onunla birlikte başka kimler olduğunu sorar. Saffet cevap vermez. Edward elindeki hançeri gözüne bastırarak zorlar Saffet’i, Saffet bağırır ama konuşmaz. Edward “Nişanlınız kör bir adamı beğenmeyecek bakın” der. “Hem kıymetli kayınpederiniz damadının bir vatan haini, padişah düşmanı bir eşkıya olduğunu öğrenirse size kızını verir mi sanıyorsunuz? Hadi konuşun” Saffet sadece başını sallayabilir. Edward hançeri gözüne saplar, Saffet berbat bir haykırışla kendinden geçer. Eve çığlık çığlığa bağırır. Edward hançerle Saffet’in boğazını keser, kanı şilteye silerken orada olduğunu fark edemediği Eve’e doğru bakar. “Eh, hakikaten de Faize Hanımefendi gibi bir nadide inciye, bir kör. Olacak şey mi?” Odadan çıkar. Eve parmağındaki yüzüğe bakar, ağlayarak parmağından çıkarır, Saffet’in kanlar içindeki parmağına takar.

Etraf sisler içinde aydınlanır. Eve Neşe’nin odasında yerde yatmakta, ağlamaktadır. Özgür ona sarılmıştır. Neşe ile annesi yorgun görünen babayı doğrultmaya çalışmaktadır. Eve “İstediği buymuş” der. “Her şey ne büyük bir yanılgıymış meğer. Dedem, büyük annem.” Özgür’ün boynuna sarılarak ağlamaya devam eder.

Ağarmaya başlayan güne bakarlar Özgür’le birlikte. Pencereden, uzaktan, Kız Kulesi görünmektedir.

Ocak 2006

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Çocuk

Gidemeyeceğin ülkeye izini taşı
Kanadında üçyüz liralık karanfil
Bir paket samsun sigarası.

Sevilmeyeceğin aşkın içine kalbini taşı
Soluğunda bir zar atımı: Düşeş
İki parende üç salto. Veresiye yazarsın.

Cam gözlere kalbini sokuştur
Soğuklarda burnun kızarsın
Güneşe gidemeyeceksin nasıl olsa
Bırak ılık şarkılara sesin kazınsın.

Caydım diyorsun sebep yok bu dönüşlere
Giden kim oysa kalan neden kalıyor?
“Her gidiş bir erken gidiş”se
Tırnaklarını ek saksıya, toprağa kök salsın.

Aklına gül sokuştur çocuk
Gözlerin sırtında kalsın
Aklın mahvın olsa bile
Kıyameti gören yalnız sen varsın.

Sapkınlara ekmek ver, delilerle su iç
Ateşte ıslanan yalnız sen varsın.
Şarabı kireçten al, esrarı kansere sun
Kalbine yaslanan bi sen varsın.

Toprağın böğrü senin asıl yurdun
Ölümlü habere ağlamayan sen varsın
Dayanmak zor geldiğinde
Davanı kendin aç cezalandır kendini.
Hesabını ölüme ver bırak “üstü kalsın”

Altı batsın. Altı batsın.

Karalama Seçkisi- Ocak 2004

16 Mayıs 2008 Cuma

Hadi güneyee, hadi denizeeee!

Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin bak, "Neredesin sen, neden yazmıyosun?" da demeyin. Bir hafta kadar yokum ortalıkta. Denize gireceğim, ormanda yürüyeceğim, rakılar içeceğim, kebaplar yiyeceğim.

Belki de bunların hiçbirini yapamadan elimde bir kitapla bütün gün yatacağım, bilmiyorum.

Hangisi olursa olsun iyi gelecek umarım bana.
Ne "Ne olacak benim halim?" sorusunu alıyorum yanıma, ne "Şöyle olacak, böyle olacak" yanıtını.
Kafa dinleyeceğim, umuyorum.
İstediğim sadece bir haftalık bir mola.
Hepiniz kalın sağlıcakla.

Güle Güle!


Saçım yine uzadı. Kaç yıl geçti aradan? Kaç yılda büyüdüm? Ki, bir daha görüşmedik seninle.

Aynada bakardım sana. Gözlerin korkuturdu, sevindirirdi beni. O zamanlar boğazını “karabiber” yakıyordu. Boğazına tıkılanlara böyle diyordun. Susuyordun. Kocaman çığlıklar biriktiriyordun içinde.

Saçım uzadı bak yine. Nerdesin?

Bugün bir şiirde karşılaştım seninle. Hüznüne dayanamıyordun, bağıramıyordun, başın öne eğikti, yalnız bana gösteriyordun kalbinin cam kırıklarını.

Senin geceye çıkışlarını hatırlıyorum. Beni evde bırakırken sincap saçlarını kabartırdın. Siyaha boyarken gözlerini, bana bakmamaya çalışmazdın bile. İki birayla sustururdun beni. Deri ceketi de çektin mi üzerime, cebinde bile kalmazdım, değil yüreğinde.

Ne güzel bir çocuktun sen be! Ne güzel kızdın, ne güzel kadındın. Yine de bütün o güzelliğinle bir tek ben korkmazdım senden. Anlamazdım da, bu yaralanmış çocuktan benden başka herkes, neden korkardı ki?

Biliyor musun, şimdilerde benden, senden korktuklarından daha çok korkuyorlar. Saçlarımı bırakıveriyorum oysa, öylesine. Gözlerimi siyah etmiyorum. Kalbim ortada geziyorum. Ağzıma geleni söylemeye tenezzül bile etmiyorum artık: Biliyorlar.

Seni nerelerime sakladım güzel kızım? Gitmiş bir aşkın ardından bile o aşka sadıktın mateminle: Saçını kazıtırcasına kestirmiştin. Seni terk edilmeye hala alıştıramamıştım. Ah seni sadakatsizlikle, sevgisizlikle suçlayanlar! Ne cahillik!

Sen her aşka, sen her insana, sen her omuza sadık kaldın.

Bak saçlarım uzadı. “Saçların uzar. Saçlarım uzar. Yine görüşürüz.” demişsin. Görüşemedik bir daha.

Neredesin?

Doğrusu, bilmişsin. Hala o durakta beklemiyorum gerçi ama ülkemin cenazesini çiftetelliyle kaldırıyorlar. Bilmişsin, senden sonrası bitmez bir tufan oldu. Bilmişsin, insanlar daha zengin ve bu yüzden daha yoksul oldular. Güzel kızım, iyi kızım, taş kalpli, yumuşak kızım. Nasıl da akıllıydın sen.

Neredesin?

Yaşlanmış eski tanrıların. Matemle kestirdikleri saçları yine uzamış. Uzlaşmışlar karabiber acısıyla. Acılar koymuyor artık onlara da. Bir zamanların umutlarını geçmişe özlem pisliğine buladılar senden sonra. O da bitti, şimdi yerlerde sürünüyor o ölümsüz bayraklar: İman, güven, inanç, özgürlük, kardeşlik, eşitlik, dostluk, çocuklar, güller, ekmek ve karanfiller. Hürriyet, cumhuriyet şehrin sokaklarında paçavra. Ve onlar da benim seninle bir daha hiç karşılaşmadığım gibi, bir daha hiç karşılaşmamışlar kendileriyle.

Acıyla uzlaşılmaz çünkü. Karabiberlerin boğazını yakmasına ancak alışırsın. Bunun adına “duyarsızlaşma” denildiğini ise ancak duyarsızlaşınca anlarsın. Senin peşinde koşturup durduğun acısızlaşma bak ne işler açtı başımıza benim kötü kızım.

Saçlarım uzadı. Görüşemedik bir daha. Neredesin?

Doğru, yaşlanmak büyük laf. Sen yaşlanmaya dayanamazdın. Ondandır bir daha karşılaşmamamız. Sana bu eller, bu koca göbek, sana ağrıyan omuzlar, çatlayan bacaklar yakışmazdı. Ben yaşlandım güzel kızım. Bundandır karşıma bir daha çıkmayışın.

Sana bu laflar da yakışmazdı. Sen uzlaşmayı, sen akl-ı selimi, sen sağduyuyu, sen ölümü, sen boyun bükmeyi, sen oturmuşluğu, sen aşka değil insana sadakati, sen yenilmeyi, sen kabullenmeyi, sen nabza göre şerbet vermeyi, sen tüm bunları beceremezdin be kızım. Bundandır da karşıma çıkmayışın.

Saçı uzadı bak maşallah herkesin. Ama sen artık yoksun. Bir daha hiç olmayacaksın. Deli kızım, canım kızım “Beni de hatırla ama” deyişinmiş yazdıkların. Bir intihara hayat süsü verip, bir vasiyetnameye şiir süsü verip, elime tutuşturup gitmek, ha? Ah, seni ne çok küçümsemişim ben.

Nasıl özlemişim ama seni. Beceremediğin, kullanmaya bırakmadıkları hayatını bana satıp, kaçıp, gitmişsin. İyi bok yemişsin.

Anladım ki, bir daha hiç karşılaşmayacağız seninle. Benim baş belam, gençliğim, kanımın ateşi, yaşama sevincim, güle güle. Bir hayat yaşanmak için değildir çünkü bu ülkede. İdare edilir şimdi yaptığım gibi. İşte böyle.

Güle güle!

15 Mayıs 2008 Perşembe

Bulutlarımız Kardeştir

Başka türlü yaşanıyor belli ki senin İstanbul’unda.
Galata Kulesi kalemdir göğüs cebinde taşıdığın,
Marmara güzelliğini yansıtan ufarak bi ayna.

Akşamları koynuna giriyorsun büyük ihtimal,
Beyoğlu insanlarıyla yıkanmış şehir ışıklarının.
Öz çocuğusun bu şehrin, bu sersemletici sokakların.

Oysa tıklım tıkış otobüslerde geçiyor hayat benim İstanbul’umda,
İşe gidiyor ve eve dönüyorum, burnumda egzoz kokusu.
Koltukları yırtan çakı değil aslında, yarım yaşamışlık korkusu.

Caddelerdeki hengameyi görüyorum, trafik ışıklarını kimse sevmiyor.
Mesleği beklemek olan dilencide bile bir telaş var.
Gözümü acıtıyor hayata yetişmek için sığınaklarına koşan insanlar.

Oysa kaderi bu kentin, “Bir ihtimal daha var” diyen bir şarkıdır ki,
Gökyüzüne yazılmıştır, her İstanbullu bilir. Bu şehrin dokusu gevşektir.
Kafanı kaldır biraz, bak şu göğe, sokaklarımız olmasa da bulutlarımız kardeştir.

Kuzey Yıldızı- Ağustos/Eylül 2002

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Hep Kırmızı Başlıklı Kız mı Düşecek Kurdun Pençesine?

Bu kez de özgürlük peşindeki bir kırmızı kalemin yolu düşüyor bizim sevgili minibüsümüze.

Daha önce Ahmet ile Aygül'ün hikayesini yayınladığım Uyduruk Bir Tarihçe hikaye dizisinden bir öykü daha var aşağıda. Bu da Wesvese'de yer bulmuştu kendine ama yine tarihi anımsamıyorum.

1983
Özgürlüğü Arayan Kırmızı Kalem


Özgür, annesinin “Topla çantanı” diye söylenmesine kızarak kalemini hırsla yere fırlattı. İçi kırılan kırmızı kalem bu şımarık çocuktan iyice bıkmıştı. “Görürsün sen” dedi, ilk fırsatta çantasından düşüverdi. Düştüğü yer ılıktı önce, sonra giderek ısınmaya başladı. Kırmızı kalemin tam yanından hışırtılı bir ses yükseldi:

“Of yine mi? Kavrulacağız burada!”

“Ben daha ısınmadım bile” diye yanıtladı onu gıcırtılı bir ses.

Bir diğeri öfkeyle bağırdı. “Bıktım artık! Kaç gündür kavganız bitmedi. Bir rahat huzur yok mu yahu?”

Kırmızı kalem tam da okul kalabalığından, çoluk çocuk gürültüsünden kaçıp başını dinleyebileceği bir yer bulduğunu düşünürken ne kadar yanıldığını, yağmurdan kaçarken doluya tutulduğunu böyle anladı.

1983 yılının Nisan ayıydı. Özgür’ün bir kalem tarafından terk edildiği yer olan minibüs bıyık altından gülümsedi. Kırmızı kokusunu baharınkine karıştıran kalemi arka koltuğunun altındaki sürekli yolcularının arasına kaydetti. Geceleri yalnız kaldığında yıldızlardan başka konuşabileceği yeni bir yoldaş bulmuştu kendisine. Hem yeni konuğu bir kalem olduğuna göre, mürekkep yalamışlığı da vardı elbet. Eh, okur yazarların muhabbeti de -eğer ukala değillerse- yenilir yutulur cinsten olurdu.

Özgür “Okul durağında inecek var amca” diye seslendi Dursun’a. Dursun teypte çalan “Gülüm Benim” şarkısına eşlik edercesine kafasını sallayıp, durdurdu minibüsü. Düştüğü yeri o kadar da beğenmeyen kırmızı kalem, bir an “Kurtar beni, vazgeçtim. Seninle geliyorum” diyecek oldu ama okula yetişme telaşındaki Özgür’e duyuramadı sesini. Yuvarlanarak gidip takıldığı yerde gözlerini karanlığa alıştırmaya çalışarak yeni hayatına başladı.

Kırmızı kalem bulunduğu yeri tanımaya çalışırken Özgür öğretmenin tahtaya büyük harflerle yazdığı konu başlığını defterine geçirmek için onu aradı. Bulamayınca sıra arkadaşından ödünç istedi.

“Olmaz, hep arkasını ısırıyorsun kalemlerimin” dedi Yavuz.

“Söz, ısırmayacağım oğlum ya! Bir kerelik ver işte” dedi Özgür. Ama arkadaşı omzunu silkmekle yetindi. Özgür Yavuz’un omzuna bir tane patlattı. Yavuz da ona tekme attı.

Öğretmen iki çocuğun dalaştığını görünce ikisini de kulağından tuttuğu gibi sınıftan attı. Bir süre bahçede kavgaya devam ettiler. Özgür’ün önlüğü yırtıldı bu arada. Ağlayarak annesine ne diyeceğini sordu.

“Önce sen başlattın” dedi Yavuz.
“Sen de kalemini verseydin” deyip arkadaşına bir taş fırlattı Özgür.

Taş kendisini dağ başlarına değil de okul bahçesine düşüren kaderine lanetler savurarak uçtu, Yavuz’un suratına yapıştı.

Yavuz “Aaah!” çekerek gözünü tutunca, Özgür arkadaşının kör olduğunu sandı, ödü patladı. Şimdi onu tutup hapse atacaklarını, orada hep dayak yiyeceğini, aç kalacağını, daha kim bilir başına neler geleceğini düşündü, ağlayamaya başladı. Kafasına koca bir taş yiyince uyduruk ağlaması gerçeğe dönüştü. Bu sefer de arkadaşı Özgür’ün ölebileceğini düşünüp korktu.

Çocuklardan yükselen hıçkırıklar okulun kat kat badanalı duvarlarına, oradan da okul müdürünün kulağına ulaştı.

Müdür dışarıdaki gürültüyü duyduğunda taksitlerini hesaplıyordu. Karısının aklına uyup koltuk takımını yeniletmişti ama maaşına vurduğunda kirayı ancak ödeyebildiğini, sonra da ellerinde beş kuruş kalmadığını yeni fark etmişti. Hırsla camı açıp dışarıdaki haylazlara bağırdı.

“Ne oluyor orada? Yanıma gelin çabuk!”

Başlarının iyice belaya girdiğini görünce Özgür,
“Kaçalım lan!” dedi arkadaşına. “Bizi dövecek”
“Bana ne ben kaçmam” dedi arkadaşı, “Sen başlattın. Önce sen vurdun bana”

Özgür baktı ki kaçarsa suçlu o olacak, arkadaşının kendisinden daha yaramaz olduğunu ispat etmek için kafasını tuta tuta, iki kat da daha fazla ağlayarak müdürün odasına koşturdu. Arkadaşı da peşinden.

Müdür karşısında yüzü gözü kan içinde iki çocuk bulunca afalladı. Birinin kaşı, birinin kafası patlamıştı. Yine de canlarının acısıyla uğraşacaklarına, bas bas bağırıp birbirlerini suçluyorlardı.
“Yeter!” diye bağırdı o da. “Şu halinize bakın, derslerinizle ilgilenip adam olacağınıza birbirinizin kafasını gözünü yarıyorsunuz. Haylazlar sizi! Kim bakayım sizin öğretmeniniz?”

“Mine öğretmen” dedi çocuklar. Korkudan ağlamayı kesmişlerdi.
“Neden dışarıdasınız peki?”
“Bana kırmızı kalemini vermedi” diye atladı hemen Özgür.
“Ama öğretmenim, hep arkasını ısırıyor kalemlerimin” dedi arkadaşı da.

İkisi birden kendisinin haklı, arkadaşının haksız olduğunu kanıtlayabilmek için yeniden suçlamalara, bağrışmalara başlayınca müdürün sinirleri bozuldu iyice. Kimbilir kaçıncı kez “Oku da benim gibi esnaflığın kahrını çekme” diyerek kendisini zorla üniversiteye göndermiş olan babasına bir küfür savurdu içinden. Çoktan ölüp gitmiş babası mezarında “Yine rahat bırakmıyor beni bu oğlan” dedi kendi kendine. “Eh, az kaldı, on-on beş yıl sonra sen de gelirsin yanıma. Bak o zaman babayı rahatsız etmek ne demekmiş gösteririm ben sana.”

Bunca tantanaya neden olan kırmızı kalem olan bitenden habersiz, hala nerede olduğunu çıkarmaya çalışıyordu. Gözleri karanlığa alışınca yanı başında kararıp buruşmuş bir kağıt parçası olduğunu gördü.

“Ne bakıyorsun aval aval?” dedi kâğıt ona. “Beğenemedin mi?”

Kırmızı kalem ne yanıt vereceğini bilemedi. Kâğıt diye bildikleri Özgür’ün hoyratlığına sabırla dayanan, kuzu gibi uysal defterlerdi o güne dek. Dünyasındaki, yani Özgür’ün karmakarışık çantasındaki hiyerarşide, defterler kalemlere gayet saygılı davranır, kalemler de onları Özgür’ün darbelerinden koruyabilmek için ellerinden geleni yapar, canlarını acıtmamaya çalışırlardı.

“Ay bu köylü ayol!” dedi kâğıt, küçümseyerek. “Allah bilir konuşmayı da bilmiyor. Hişt, sana söylüyorum odun kafalı! Öteye git biraz, tepemde dikilip durma. Zaten sıcaktan hafakanlar bastı.”

Gıcır gıcır bir ses “Gel kardeş, gel bu yana” diye öttü. “Bu deliye uyma sen. Kavruldukça sapıtıyor.”

Kırmızı kalem sesin sahibinin bir anahtar olduğunu gördü. Ondan tarafa yuvarlandı. Deli kâğıttan
uzaklaşınca etrafına iyice bir bakındı.

Düştüğü yer minibüsün en arkasıydı. Karmakarışık bir yığın vardı etrafında. Sağ arka köşedeki öbekte bir düğme ile birkaç saç tokası tozların arasına karışmış uyukluyorlardı. Karşılarındaki köşeyi daha ağır nesneler işgal etmişti: Bozuk paralar, üç beş cıvata, bir alyans, kısa bir zincir, bir deste de iskambil kâğıdı.

Bağırıp çağıran kâğıt parçasının bir milli piyango bileti olduğunu fark etti. Kendisini korumaya alan anahtara “Ne o?” gibilerinden baktı.

“Aman sesini çıkarma” dedi anahtar. “Geldiğinden beri canımıza okudu. Neymiş ona büyük ikramiye vurmuşmuş da, şimdi krallar gibi en başköşelere oturtulacakken burada sıcaktan kavruluyormuş.”

“Doğru mu söylüyor acaba?”
“Bilmem ki. Durmadan yanıp yakıldığına bakılırsa doğru söylüyor sanki. İyi de, hepimiz buraya düşmeden önce önemliydik kendi çapımızda, değil mi? Mesela sen kim bilir ne çok seviyordun sahibini. Biz bağırıp çağırıyor muyuz onun gibi?

Kırmızı kalem oflayıp puflayan milli piyango biletine acıyarak baktı.
“Vallahi ben sahibimden kurtulmak için kaçtım buraya. Doğrusunu söylemek gerekirse hiç de sevmem Özgür’ü. Durmadan yere düşürür, ucumu kırar. Bunu yapmadığı zamanlarda da ısırır beni.”

Kırmızı kaleme alyans yanıt verdi:
“Benim sahibim beni taktığında ne çok sevmişti beni oysa. Isırmak ne kelime, parmağından çıkarıp çıkarıp bakar, içimdeki nişanlısının ismini okur, onun yerine öperdi beni.”
“İçinde adı mı yazılı? Neymiş adı nişanlısının?”
“Nesrin”
“E, sonra ne oldu? Zayıfladı mı sahibin? Ondan mı düştün parmağından?”
“Hayır, zayıflar mı hiç? Tersine domuz gibi şişmanlamıştı son günlerde Tacettin”
“Tacettin de kim?”
“Kim olacak canım, sahibim işte”
“Ha, anladım. E, zayıflamadıysa Tacettin nasıl düştün ki sen parmağından?”

Kırmızı kalemin haberi olmasa da aynı soruyu bundan altı ay kadar önce Nesrin de Tacettin’e sormuştu.

“Ama hayatım” demişti Tacettin, “Bilemiyorum ki vallahi, düşüvermiş işte. Sıcaktan olmalı, terlemişimdir herhalde”

“Bana yalan söylemeye de başladın demek?” diyerek hüngür hüngür ağlamıştı Nesrin. “On yıldır parmağında duran alyans nasıl olur da düşer? Hem de kışın ortasında terlenir miymiş?”

Tacettin alyansı yanlışlıkla düşürdüğüne zar zor ikna etmişti karısını. Bu iş pahalı bir lokantada bir akşam yemeğiyle koca bir buket kırmızı güle mal olmuş, ertesi gün de Nesrin ona yeni bir alyans almıştı. Bu alyansın da en çok bir yıllık ömrünün olacağını, Tacettin’in bir yıl sonra iş yemeğinde yanına oturan alımlı bir kadın yüzünden onu da düşürüvereceğini bilmiyordu henüz. Üstelik bu kez içinde Nesrin’in adı yazan başka bir alyans istemeyecekti Tacettin. O gece, kendisinin de beklemediği yangınlı bir aşk macerasıyla sonuçlanacak, Nesrin’den boşanıp o kadınla evlenecekti.

Bütün bunların olmasından çok önce Tacettin’in ilk alyansı ilk sevdası gibi toz içinde, “Düşürmek mi?” diyordu kırmızı kaleme. “Herifçioğlu yanına oturan mini etekli bir hatun yüzünden kendisi çıkardı beni. Cebine koyacağım derken de buraya düşürdü işte. Oysa öyle bir yapışmıştım ki parmağına…”

“Yeter! Vıdı vıdı anlattığın aynı hikâyeden usandım artık!” diye hışırtılı sesiyle bağırdı piyango bileti. “Tacettin’inin de canı cehenneme, Nesrin’inin de! İyi etmiş de atmış parmağından seni. Bahse varım Nesrin’i silkeleyip atmıştır çoktan. Bir kez daha nişanlıyken nasıl da birbirlerine aşık olduklarını anlatırsan…”

“Hop hop!” diye diklendi bir ağızdan iskambil destesindeki kâğıtlar. Bir anda herkesin sesini bastırmışlardı. “Herkes istediğini anlatır, sana ne? Bir tek senin mızıldanmalarını mı dinleyeceğiz yani? Yeter be! Sen de bizim gibi bir parça kâğıtsın hepi topu. Hem bak biz senden daha çoğuz!”
“Hadi oradan! Üstümdeki rakamlarla sizin gibi milyonlarcasını yapacak orman satın alırım da yine bitmez param. Aaah ah! Ben buralara düşecek bilet miydim? Allah’ından bul e mi Necati? Neriman Hanım sana kaç defa söylemedi mi, bırak şu bileti evde, düşürürsün cüzdandan diye, ha? Şimdi sen oralarda yanıyorsun ben buralarda işte!”

“Şimdi seni parçalayacağım Necati! Sana bir daha eve gelme demedim mi ben? Git, hangi orospuya yedirdiysen milyarları o baksın sana!”

Neriman Hanım Fatih’teki babadan kalma evinde böyle bağırıyordu kocasına. On gündür deliye dönmüştü. Kaybettikleri parayı düşündükçe gözünde şimşekler çakıyor, başına çattığı kara yazmayı çıkarmıyor, kocasının piyango biletine vuran parayı alıp barda pavyonda yediğinden başka bir şeye inanmıyordu.

Zavallı Necati Bey ne yapacağını şaşırmıştı. Bir alttan alıp “Hanım isteyerek düşürmedim ya. Bak haram paraymış demek ki, kim bilir kaç öksüzün yetimin hakkıydı” diyor, bir erkekliği tutup bağırmaya yelteniyordu. Ne yapsa ne etse Neriman Hanım’ın açılmış ağzını kapatmak mümkün olmuyordu ama. Necati Bey canından bezmişti, piyango biletini aldığı güne lanetler savuruyordu.

“Zaten beni aldığında da hiç beğenmemiştim tipini, sarsağın tekiydi Necati” dedi piyango bileti hırsla. Sonra yeniden sıcaktan yakınmaya başladı.

“Baba izin ver şunu bir marizleyeyim” dedi kupa valesi papaza hınçla. “Yetti artık biz de kavruluyoruz burada ama hiç olmazsa çenemizi tutmayı biliyoruz. Şu züppe gibi onun bunun başını ağrıtmıyoruz.”

Sinek valesi “Valla haklısın kuzen” dedi. “Amca tutma beni, ben de gidip şu bileti çiğneyeceğim”

“Sakız mı çiğniyorsunuz? Bu ne barbarlık?” dedi sinek kızı. Piyango biletinin tipine değilse de üstündeki milyarlara vurgundu. Sinek valesi kız kardeşinin sürekli piyango biletinden yana çıkmasından iyice huylanmıştı ama. “Kız ben seni bir tutarsam” deyip üstüne atladı. Deste birbirine girdi. Sinek kızı karo ikilisinin arkasına saklanmış hüngür hüngür ağlıyordu: “Bıktım bu hayattan. Kumarbaz tokatlarından kurtuldum diye sevinirken şimdi de abimden dayak yiyorum. Bir an önce yırtılsam da kurtulsam!”

“Gel gel ben seni iyice bir yırtayım kız” diye ter ter tepiniyordu sinek valesi. Papazlar onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Milli piyango bileti söylenmeye devam ediyor, bozuk paralar şıngırdayarak kavganın suçlusunun kim olduğu hakkında yorum yapıyor, her kafadan bir ses çıkıyordu.

Anahtar şaşkın şaşkın bu hengâmeyi seyreden kırmızı kaleme döndü. “Gördün mü?” dedi. “Özgürlük kolay mıymış?”

Minibüs baktı ki kalem şaşkın şaşkın yanıt düşünmekte, “İşte hayatının sorusu yeni konuk” diye lafa karıştı. “Akşama dek düşün bakalım. O zaman bir de yıldızlara sorarız.”

Motorunu tetikleyen bir kahkaha kopardı, uzaktan görünen denize doğru daha bir hevesle devam etti yoluna.

Wesvese

13 Mayıs 2008 Salı

Kesik Diller Antolojisi

Neyime hatırlayacakmışsınız siz beni?
Neye benziyor hayat: Üç adımlık pazar yeri
Ne çok şair geçti o canım iki kapılıdan da
Hiçbiri "Ölümsüzüm dilinizce" diyemedi.

Şiire küsülür elbet ölüm varsa ucunda
Bülbülün bile sesi kesilir gülü pavyonda bulunca
Ne olacak ki hem, ölü dillerle dolu tarih denen mezarlık
Sümerce çekilen acılara kapalı değil mi kulaklarımız artık?

Bu topraklarda şairlik reklamla sakatlanmıştır, nakdidir
Dilimiz ki cenazesi gecikmiş bir cağın mumyalanmama akdidir
Ortalıkta dolanan dizeler ölü, şairler cesetken
Şiire simdi yapışma değil, bırakma vaktidir

Ah kaldıralım öyleyse şiiri gelin tellerimizi kaldırdığımız sandığa
Sallanan ayaklarına dizeler takıp, bağcıklarını bağlayıp suskunlukla
Asalım umutlarımızı da astığımız kesik çamlara
Ki saat şiirin beslenme değil, şairin kekeleme saatidir

2003-Kuzey Yıldızı

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Seni Beklerken

İsmail Hakkı’ya


Kaç kere çaldı şu zil. Kaç kere vuruldu kapı. Ya sucuydu gelen, ya kandil kutlaması.
Seni beklerken çalıyor en çok telefon:
- Alo?
- Ahmet’i versene!
- Yok burada Ahmet. Ahmet kim hem?
- Orası jandarma değil mi?
Değil. Burası jandarma değil. Burası beklenenlerin gelmediği bir adres amca. Arama burayı. Şanssızlığım bulaşmasın oğluna.
Seni beklerken çok uzuyor zaman. Bu zamanı, diyorum, artırsam kıyısından köşesinden, kullanırdım seninle birlikteyken.
Biriktirmek için bir pembecik kuyruğu olan domuz kumbara edinirdim seramikten. Metal, bildik kumbaraları beğenmez ki zaman.
Amerikan filmlerindeki sarışın, parlak yüzlü, sağlam dişli çocukları ve onların sarışın, güzel annelerini nasıl saklıyorsa hala film karelerine, domuz kumbara benim fazla zamanlarımı da saklardı, lütfedip beğenirse.
Yine çalıyor zil. Çocuklar.
- Kandiliniz mübarek olsun teyze.
- Sizin de çocuklar. O bana uzattığınız avuçlarda ne var?
- Yok bir şey. Hiçbir şey yok. Onun için uzatıyoruz sana.
- Ben sevgilimi bekliyorum. Bir daha baksanız, olamaz mı avucunuzda?
- Yok teyze. Ceplerimizde de yok. Alt kattakiler baktırmıştı ona da.
Para bekleyen ellerine şeker dolduruyorum çocukların. Metalinden bile olsun kumbaraya inanmayan yeni bir hayatın çocukluğu onlar. Enflasyon çocukları. Ters ters bakıp gidiyorlar.
Seni beklerken geçmiyor zaman. Boş bir yastık kılıfı gibi işe yaramaz, sarkıyor ellerimden. İçine televizyonu tepiyorum. Asmalı Konak’ı, Deli Yürek’i, Melek’i, Ekmek Teknesi’ni, Çocuklar Duymasın’ı. Elimdeki kumanda aletiyle, kötücül zamanı kovalayan yirmi birinci yüzyıl silahşöriçesiyim ben. Konağı asmalar yutuyor, deli yürek iyice dellenip meleğe kafa atıyor, o arsız çocuklar ekmekleri birbirine atıyor. Geçmiyor zaman.
Işık hızıyla geziyor kumanda aletinde parmaklarım, ekran kararıyor.
Telefon çalıyor. Sen misin?
- Alo?
- Merhaba hanımefendi. Bir anketimiz vardı da. Beş dakikanızı alabilir miyiz?
- Beş olmaz.
- Kaç olur?
- Kırkbeş desek? Var mı uygun anketiniz?
Yok. Öyleyse benim de beş dakikalık zamanım yok. “Başınızdan Atmak İstediğiniz Fazla Zamanları Ne Yapardınız?” konulu bir soruşturma yapsanıza. Sonuçlarından beni de haberdar ederseniz vatana millete değilse de yaralı bir yüreğe yardım etmiş olurdunuz. Güzel kardeşim.
- Fazla zamanlarınızı ne yapıyorsunuz?
- Kırpıp kırpıp yıldız yapıyorum. Kah kah kah!
- Fazla zamanlarınızı…
- Yok kardeşim, yok bizde zaman maman. Hepsini kapıcıya verdik, ona sor inanmazsan.
- Fazla zaman…
- Sende varsa bana ver güzel kızım. Bu yıl seksenime bastım.
- Fazla…
- Bence de fazla oluyorsunuz artık. Bu akşam kaçıncı anket bu? Bıktık!
Kalpsiz insanlar diyarında yaşıyorum, belli. Umurlarında bile değil sensizlikten yayıldıkça yayılan zamanı nasıl toplayabileceğim.
Oysa bana sorsaydı anketörler, “Fazla Zamanlarımızı Beklenen Sevgililere Saklamanın Yolları Nedir Sizce?” deseler, hevesle yanıt verir, özenle doldururdum boşlukları. Dilimi ucunu yumuşak kurşun kalem edip, yine yumuşak bir silgiyle düzelterek hataları, söylerdim:
- Özenle saklayın.
- Naftalin! Evet naftalin!
- Derin dondurucu da olabilir, tabii. Özellikle içine bir parça defne ekleyip dibine de şöyle hafif bir zeytinyağı gezdirirseniz ilk günkü tazeliğini yıllarca korur.
- Verniklerseniz yaldızları da dökülmez hem.
- Çatlamaması için badem yağı ya da arko kullanın.
- Arada çıkarıp havalandırmayı ihmal etmeyin.
- Tozun önüne geçebilmek için, havasını boşalttığınız naylon poşetlerde saklamak en iyi çözüm.
Pencereme biri vuruyor. Sen misin? Geldin mi?
- Kusura bakmayın. Camınıza çarptı sepet. Bakkaldan deterjan alacaktım da.
- Olsun. Alın, zararı yok. Sepetinize bir bakmamda sakınca var mı?
- Birini mi bekliyorsunuz?
- Hı hı. Sevgilim gelmedi.
- Ah ah! İhsan Bey de böyle gelmezlik etmişti yıllar önce bir gün. Zor. Çok zor.
- Hiç mi gelmedi yoksa?
- Bir yıl bekletti beni. Şimdi her akşam üstünden kilitliyorum kapıyı. Gitti mi gider bunlar kardeş, gelmezler bazen geri.
Sen geleceksin, biliyorum. Beni bekletmeyi sevmezsin. Evimizi seversin. Beni seversin. Yapmam gereken tek şey, şu geçmeyen zamanı bitirebilmek.
Eskişehir’deki çocukluğumda çeşmeden su içilmezdi. Bu yüzden sokaklarda atlı sakalar su taşırdı. Bizim sokağın atının adı Zaman’dı. Yaşlıydı. Dizlerinden kocaman kemikler fırlardı. Kısacık sokağı neredeyse bir günde geçerdi. İşte o ata benziyor benim de zamanım.
İçimden bin kere “geç zaman” diyorum. O kadarlık geçiyor. Bu sefer “zaman geç” diyorum ikibin kere. O kadarlık da öyle geçiyor.
Buzdolabından bir demet maydanoz alıyorum. Yapraklarıyla fal bakıyorum. “Geliyor, gelmiyor”. Kitapları açıp sayfalarını sayıyorum. “Geliyor” diyor yapraklar. “Geliyor” diyor sayfalar.
Kapı çalıyor. Geldin!
- Buyurun komşu, kokmuştur.
- Ne zahmet ettiniz? Nedir bu?
- Fazla zaman. Taze taze sardım ellerimle. Yiyiverin soğutmadan.
Al bakalım. Yine en başa döndüm işte. Elimde sensiz geçirmek zorunda olduğum bir sürü zaman. Ne yapacağım bunu, sen yanımda olmadan?
Bir temiz beyaz kağıt çekiyorum önüme. Başlığına “Seni Beklerken” yazıyorum özenle. Bu öyküyü yazıyorum. Bitince geleceksin, biliyorum.
Bitti öyküm. Kapı çalıyor. Sen misin?

27 Kasım 2002

Kuzey Yıldızı/ Aralık-Ocak 2003

9 Mayıs 2008 Cuma

Saç baş mevzuları

Ben çocukken saçlarım annemin kabusuydu. Kıvırcık, tarak girmez, uzasa uzamaz saçlarıma makas değeceği düşüncesi de benim kabusum.

Kocaman kız olduğumda bile neredeyse sürüklenerek götürülür, tepine tepine ağlayarak kalkardım berber koltuğundan.

Bir de beş-altı yaşlarındayken ben, saçıma sakız yapıştırmamla başlayıp yüzüm gözüm sabunlu (ve çıplak) sokağa fırlamamla biten bir aile içi hikaye vardır ki, anneannem ne zaman beni görse ille de anlatır.

Şimdi büyüdüm ya artık kendim kuaföre gidebiliyorum. Bir iki ay önce de böyle oldu.

"Fikret, saçımı keser misin?"

"Hayırdır, hayatında ne değişiklik var?"

"Şimdi Fikretcim, biliyorsun madem yaşıyoruz değişim mukadder. Herakletios ne demiş bir anımsa bakalım" diye başlayabilirdim. Ya da o koltuğa oturup "Hiç sorma şekerim, ah neler neler oldu, bi bilsen" diye.

Bunları yapmadım, bön bön bakarak dedim ki Fikret'e.

"Saçlarım çok kırılıyor"

Ama valla saçlar mühimdir ya.

Güzel bir haftasonu dilerim herkese. Leyleğiniz, laklağınız bol olsun:)

Saçlarım

Yangınortası saçlarım
tarihim
Yana ayırıyorum.

Darağacı saçlarım
sevgin
Kendimi çekiyorum.

Yolyorgunu saçlarım
zaman
Geriye tarıyorum.

Günbatımı saçlarım
yaşlanmak
Uzatıyorum.

Varlık- Haziran 2003

8 Mayıs 2008 Perşembe

"Bor"dan Bilimkurgu

Anımsarsınız, birkaç yıl önce Türkiye'nin geleceğin enerji devi olacağına çünkü dünyanın en büyük bor yataklarının bu topraklarda bulunduğuna tam da bu yüzden ülkemizin işgal edileceğine dayanan kompile teoriler mail kutularımızda arz-ı endam eyliyordu.

Bir bilimkurgucu için ne malzeme ama! Elbette kaçırmadım. Daha ilk mail geldiğinde oturdum klavyeye bor sayesinde güya zenginleşmiş (ama her kapitalist sistem içi zenginleşmede olması gerekeceği gibi sınıfsal farklılıkları iyice abarmış) bir Türkiye'ye ilişkin bir romana başladım. İyiden iyiye kara bir bilimkurguydu aklımdaki. Yazarken yazarken sinirlerim bozuldu "Aman be," dedim, bıraktım.

Bırakmayan bir başkası Metal Fırtına'yı yazınca "Tüh," dedim ama. "Keşke ben de uğraşmak yerine böyle bir şey yazsaydım da biraz para kazansaydım. Fena mı olurdu?"

Buyurun efendim "bor"dan bi bilimkurgunun giriş bölümü sizlere.

Afiyet olsun:)

1.
TürkanT pahalı deriden seyahat çantasını yürüyen sandığa yerleştirdi. Sandık yerden iki üç santim yükselerek, gıcır gıcır bir Cadil Tri Light’a götürdü yükü.

KanKaan uzun zamandır arabada oturmuş, TürkanT’nin gelmesini bekliyordu. Kızgındı, sandığın getirdiği çantayı görünce iyice sinirlendi. Arabadan inip gökdelen topuklarının üzerinde salınarak yürüyen TürkanT’ye bağırdı:
“Ne bu böyle? Kaç kez söyledim sana, arabada dört kişi olacağız diye? Hem gideceğimiz yerde bu çantadakilerin yarısını bile giyemeyeceksin.”

TürkanT ellerini beline koyup İsti’nin pahalı genelevlerinden kalma geçmişini meydana çıkaran bir sesle tısladı:
“Tatil planı yaparken bana mı sordun? Ben mi istedim lanet olasıca Ana’ya gitmeyi sanki? Üstüme gelme, geri dönerim. Yalnız gidersin.”

Homurdanarak arabaya bindiler.
“Gerçek Amerikan konforuna hoş geldiniz” dedi yumuşak bir kadın sesi. “Gideceğiniz yeri belirtin lütfen”

KanKaan direksiyona yerleşti:
“Moda Cape’e gidiyoruz”
“Trafiğin en uygun olduğu yol Maslak Town - Beşinci Köprü. Bu yolu kullanacak olursanız yolculuğumuz onbeş dakika sürecek. Hava şu anda yirmi beş derece. Bir saat içinde yirmi altıya yükselecek. Moda Cape’de sıcaklık yirmi dört derece. Onbeş dakika sonra yirmi dört nokta iki derece olacak. Rüzgâr denizden esiyor. Isı ayarlamanız için Blue Star montanalarını tercih ediniz. Blue Star gerçek bir Amerikan Süper Devleti markasıdır. Hayatın tadını çıkarmak için buzlukta sizin için on iki derecede bekleyen koklarınızı için. Tüm dünyanın bildiği gibi kok en süper içecektir. Gerçek bir Amerikan klasiği.”
“Kumandayı bana ver” dedi KanKaan sabırsızca.

Bilgisayar sustu. Araba tam bir sessizlik içinde yola koyuldu.

KanKaan hala sinirliydi. Hiç konuşmadan yola bakıyordu. Sessizliği sadece TürkanT’nin şaklatarak çiğnediği sakız bozuyordu. Kankaan dayanamayıp patladı.
“Keser misin şunu? Sinir olduğumu bilmiyormuş gibi!”
“Ben de gerçek bir Amerikan markasıyım” dedi TürkanT silikonlu göğüslerini şişirerek. “Bana bağıramazsın!”

Ağzından sakızı çıkarıp, abartılı hareketlerle çöpe attı. Vakumlu çöp torbası hışırtıyla açılıp kapandı.

“Ne marka ya! Bir kez Play’de yer aldın diye başımıza Amerikalı kesildin.”
“Bir kez ya da on kez, ne fark eder? Menajerim pornlistte ilk yüzde olduğumu söylüyor. Talep de giderek artıyormuş.”
“Sen de bunun güzelliğinden kaynaklandığını sanıyorsun tabii”
“Ya neden olacaktı?”
“Filipinlilerin son zamanlardaki halini görmedin herhalde. Yüzlerine bakılır tarafları kalmadı, açlıktan eriyorlar. Japonlarla Amerikalıların fiyatları yüksek. E, hal böyle olunca meydan da size kalıyor tabii. Ayrıca kimsenin kabul etmediği pozları verdiğini de düşünürsek..”
“Bana baksana sen! Madem beğenmiyorsun ne demeye aldın beni? Sana gelene kadar kimler vardı listemde.”

KanKaan içini çekerek sustu. Kendisi de bilmiyordu neredeyse bir enerji santraline denk parayı bu kıza harcadığını.

Netten Pornlist’e girdiği bir gece seçtiği videolar içinde onunkine rastlamış, hakkında verilen bilgilerden Türk olduğunu, İsti’de yaşadığını öğrenince şaşırmıştı. Pornlist dünyanın en önemli fuhuş borsasıydı. Uzakdoğu ülkelerinden kızların egemen olduğu bu listede bir Türk’e nadiren rastlanırdı. BeyBey’i bir tarafa bırakacak olursanız İsti’de yaşayanlar fuhuşla uğraşmayacak kadar zengindi çünkü. BeyBey’dense listeye girecek güzellikte bir kızın çıkabileceğini düşünmek bile komikti.

Her ne kadar TürkanT yalanlasa da, menajer kızın toplam hisselerinin iki yıllık kira bedelini söylediğinde KanKaan’ın babasının kim olduğunu da bal gibi biliyordu elbet. Turkey’in en büyük bor yatakları bu ailenindi. Böylece, parayı almadan kızın yüzünü bile göstermemeyi beceren menajeri sayesinde TürkanT iki yıllık eşlik karşılığında iki milyon dolar kazandı.
KanKaan daha birinci ayın sonunda çoktan bıkmıştı ondan ama TürkanT’nin yapılan anlaşma sayesinde iyice yükselen piyasası ve elbette bunun kızın etrafında oluşturduğu ulaşılmazlık halesi KanKaan’ın anlaşmayı bozmasına engel oldu. O her zaman kazanmıştı. Şimdi tam da tüm İsti peşindeyken bu kızı bırakamazdı.

“Ah canım” dedi TürkanT, “Nasıl da susuverdin birden. Beni kaybetmeye dayanamazsın değil mi? Ama üzülme, ben seni zaten bırakmam.”

KanKaan zoraki bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. Geçirdiği sekiz ayın sonunda, kavgadan asla bıkmayan biriyle beraber olduğunu çok iyi anlamıştı. Bu nedenle sessizliğinin böyle yorumlanması işine geldi. Zaten zor geçeceği kesin olan yolculuğun mümkün olduğunca belasız bitmesini istiyordu.

TürkanT, bir Kok alıp arkasına yaslandı. Uzun bacaklarını cama doğru uzatarak,
“MehWeş’ler hazırlanmıştır umarım. İlle de gideceksek, bir an önce bitirelim bari şu işi”
“Kim? MehWeş mi? Çoktan hazırdır o. Bunca yıldır yanımızda çalışıyor, bir dakika bile geciktiğini görmedim.”
“Daha önce başkalarıyla mı çalışıyordu bu kız?”

KanKaan bu kez içtenlikle güldü. Kızın cehaleti onu eğlendirmişti.
“Sen bu işleri gerçekten hiç bilmiyorsun değil mi? Daha önce başka yerde çalışması mümkün mü hiç? Bir eleman ömrü boyunca tek şirkette çalışır. Yıllar önce iş yasalarına konulmuş bir madde bu. Başka bir şirkete gidemez, yasal değil. Yasaları takmayan şirketler de var elbet ama bizden eleman alamazlar. Herkes çiplidir bizim şirkette.”

TürkanT’nin gözleri yuvasından fırlayacaktı neredeyse.
“Çipli mi? Gerçekten mi?”
“Neden o kadar şaşırdın? Bunu her büyük şirket yapar. Üstelik kimseye de bir zararı yok.”

TürkanT şimdiye dek, kendini KanKaan’dan daha üstün hissetmişti. Ne de olsa satıcı kendisiydi, KanKaan ise alıcı. Oysa şimdi aynı adam binlerce insanın ölüm emrini iki dudağının arasında tuttuğunu söylüyordu. Kızın güce saygı duyan yanı “hareketlerine dikkat et” emrini vermekte gecikmedi. KanKaan’dan korkulması gerektiğinin yeni yeni farkına varıyordu. Boğazını temizleyip kısık bir sesle sordu.
“MehWeş’te de mi çip var yani?”
“Tabii ki var. MehWeş benim sağ kolum, bütün işlerimi o takip ediyor. Onda çip olmadığını nasıl düşünürsün?”
“O biliyor mu peki?”

KanKaan kızdaki değişimi hissetmemişti. Sıradan bir işten söz edercesine anlattı.
“Çipli olduğunu mu? Elbette biliyor. Zaten bu çok eski bir hikâye. Babam MehWeş’i altı yaşında keşfetti. Bilirsin, okullarda yapılan bütün o testler. MehWeş’in IQ puanı çok yüksek, karakter özellikleri de gayet uygundu. Babam kızı kaçırmak istemedi, hemen şirkete aldı”
“Altı yaşında mı? O yaşta bir çocuk şirkette mi çalıştı yani? Ne iş yaptı peki?”

KanKaan bir kahkaha kopardı,
“Yok yahu elbette çalışmadı. Bak canım, bu büyük şirketlerin kullandığı bir yöntemdir. Geleceğimizi planlamak zorundayız. Sadece kendi geleceğimizi de değil üstelik, dünyanın geleceğini planlarız. Yaptığımız işte en önemli unsur çalışacak elemanlar. Bu nedenle genetik mühendisleri çalıştırır, istediğimiz özelliklere sahip çalışanlar yetiştiririz. Ancak bu yöntem her zaman olumlu sonuç vermiyor. Beklenenin aksine yetiştirilenlerde hastalık riski çok yüksek. Dolayısıyla asıl istediklerimiz, kendi başına gelişenlerdir. Doğa harikaları bunlar, değerlerine paha biçilmez. Onları bulabilmek için beyin avcılarımız okullarla sürekli irtibatta. Okulda gözümüzden kaçan, testleri yüksek sonuçlu çocukları bulup bize bildirirler. İşte MehWeş bunlardandı. Yani bizim ürettiklerimizden değil, kendi başına gelişenlerden. Büyüdüğünde ya bizim şirkette güçlü bir dost olarak ya da başka bir şirkette güçlü bir düşman olarak çalışacaktı. Böylece babam onu şirkete aldı. MehWeş şirketten burslu olarak okudu. Babamın isteğiyle termodinamik, nükleer enerji ve ekonomi alanlarında uzmanlaştı. Mezun olduktan sonra da benimle çalışmaya başladı. Anlayacağın altı yaşından beri çipli. O da bunu bilir ve sadece bir güvenlik olduğunu kabul eder. Başka bir şirkete geçmeyi düşünmediği sürece çipin ona bir zararı yok.”
“Altı yaşındaki bir çocuğa çip takmaktan bahsediyorsun. İnanamıyorum! Hadi, o zaman MehWeş küçüktü diyelim. Fakat ailesi buna nasıl izin verdi?”
“Ne demeye çalışıyorsun sen? Ailesi neden kabul etmesin ki? Bizim şirketten bahsediyoruz, dünyanın en büyük bor madenlerinden, neredeyse bu ülkenin yarısından. Çocuklarının bizim yanımızda çalışması için kafalarına çip taktırmaktan çok daha büyük fedakarlıklar yapacak binlerce aile var.”

KanKaan kızmıştı. “Biz canavar değiliz” diye devam etti konuşmasına. “Kızlarının geleceğinin garanti olduğunu söyledik, onlar da uça uça kabul ettiler.”
“Ya kabul etmeselerdi?”
“Böyle bir şansları yoktu.”
“Ama ya kabul etmeselerdi?”
“Bakıyorum bu konu bayağı ilgini çekti, fazla üstüme geliyorsun. Red Tayfası’dan mısın yoksa?”
“Pöh! Saçmalama! O serserilerle olamayacağımı sen de bilirsin. Fahişeleri yanlarına almazlar ki.”
“Alsalar, gideceksin yani?”
TürkanT, küçümsemeyle dolu bir kahkaha attı.
“Benim fiyatım çok yüksek, Red Tayfası bu ücreti ödeyebilir mi sence? Hem sen lafı dolandırmaya çalışacağına soruma cevap ver. MehWeş’in ailesi kızlarına çip takılmasına karşı çıksaydı, ne yapacaktınız?”
“Doğrusu bu başımıza hiç gelmedi. Gerçekten… Bunu düşünmedim bile. Ama bizim de önlemlerimiz var tabii. MehWeş başka bir şirkete bırakılamayacak kadar değerliydi. Sanırım yaşamasına izin vermezdi babam.”

TürkanT ağzı açık kalakaldı. BeyBey’in kenar semtlerinde başlayan hayatı boyunca, buna benzer pek çok öykü duymuştu. Ancak bunlar hayalet hikâyeleri gibiydi. Herkes anlatır, kimse gerçekten inanmazdı. Oysa şimdi gerçek oldukları söyleniyordu kendisine, hem de birinci ağızdan. Üstelik bu adam daha da ileri gidiyor, ailesinin kafasına çip takılmasını kabul etmediği takdirde altı yaşında bir çocuğun öldürülebileceğini söylüyordu.

“Ne o? Sustun bakıyorum? Korktun mu yoksa?”
“Hayır, korkmadım. Şaşırdım sadece. Anlattıkların…”
“Bak canım, anlattıklarım hep bilinen şeyler. Sana özel bir sır falan vermedim. Sen nerede büyüdün para aşkına? Hiç duymadın mı bunları?”
“Duydum ama inanmamıştım.”
“Eh, artık inan öyleyse. Bana da öyle canavar görmüş gibi bakma. Daha on dakika önce neysem hala oyum ben. Hatırladın mı?”
Yüzüne komik bir ifade vererek TürkanT’yi taklit etti
“Ben mi istedim lanet olasıca Ana’ya gitmeyi sanki? Kafamı bozma, geri dönerim. Yalnız gidersin!”
TürkanT kendini tutamadı, gülmeye başladı.
“Çok şirret bir karıyım ben, değil mi?”
“Öylesin! Ve buna bayılıyorum aslında.”
“Biliyorum”

TürkanT çapkınca uzun tırnaklarını Kankaan’ın bacağına geçirdi. Erkek yan gözle bir bakış atıp önüne döndü. Yol boyunca sıralanmış, İsti’nin göğünü karartan gökdelenlerin arasından hızla ilerlediler. Ucuz yollar denizin altına itilmiş, böylece güzel boğaz köprüleri kendisini görmeye hakkı olan zenginlerin hizmetine sunulmuştu. Bir zamanlar trafik sıkışıklığı denen curcunanın yaşandığına kimse inanmıyordu artık.

TürkanT, köprünün karşı kıyısında tüm azametiyle yükselen beşli gökdelen grubuna baktı. Yanında oturan erkeğin bu gökdelenlerin, gökdelenleri buraya diken servetin, ülkenin yarısını kaplayan bor madenlerinin biricik veliahdı olduğu düşüncesi buradan her geçişinde içini gıcıklıyordu.

“Fazla mı şirret davranıyorum ona acaba?” diye düşündü. “İki yıl sonra beni bırakmamasını sağlasam mı?”

Sonra “Boş ver” dedi, “Kim uğraşacak bu sıkıcı adamla? Hem iki yıl sonra Newark’da kim bilir ne kısmetler çıkacak karşıma”

Geçen gün yaptıkları ötegörüşmede menajeri sadece Pornlist’te yükseldiği sıranın müjdesini vermekle kalmamış, iki yıl sonraki sözleşmesini şimdiden bağladığını da bildirmişti. Kim olduğunu saklıyordu kızdan. “Fakat ismini duyunca dudağının uçuklayacağına emin olabilirsin.”

Aklında dudaklarını uçuklatacak bir erkek düşüncesiyle koltuğuna daha bir sağlam oturdu. Onu bulunduğu yere getiren yol, arabanın pahalı lüksünü gözünde daha bir değerli kılıyordu.

7 Mayıs 2008 Çarşamba

Bisikletli şiir

Bir zamanlar karnelerin en popüler iki hediyesinden biriydi bisiklet. Diğeri saat.

Bir bisiklete sahip olduğumuzda yaşımız epeyce büyümüştü. Pinokyo istiyorduk, öyle Bisan falan zaten nerdee? Ancak yeşil, orta boy hatta epey ufak bir bisiklet alabildi babam. Yine de iki tekerlekli olması yeterliydi. Havalara uçtuk.

Biz, biz deyip duruyorum. Kardeşimle aramızda iki yaş var. Böyle pahalı bir hediye elbette ikimize bir tane olmak üzere alınabilirdi. Öyle oldu. Bir tur sen, bir tur ben hesabı öğrendik kullanmayı.

O bisiklete ilişkin iki anım var. Birincisi boyuma göre biraz küçük kalan bisikletin zincirlerine hep ama hep sürten ayak bileklerim, iç tarafları, o kemikli yer. Her akşam kabuk bağlayıp bağlayıp kalkmış, yeniden kabuklanmış bileklerimle küvete girerdim. Çoraplı ayaklarımı bekletirdim suda; yara kabuğu yumuşasın, fazla acımadan ayrılsın yapıştığı yerden. Ve kabuk kalkar, bir daha kanamaya başlardı aynı yerler. O yaz yara bere içinde ve çok mutlu geçti o bisiklet sayesinde.

Diğeri de şu: "Madem bisiklete biniyorum, neden şu ilerde gördüğüm dağa gidemeyeyim ki?" hesabıyla yola çıkıp ancak pazar sokağına dek gidebilmek. Orada zincirin atması, uğraş uğraş takamayış, ağlaya ağlaya eve dönerken karşıdan koşa koşa gelen babayı görmek. Kızının başına kimbilir de neler geldiğini düşünüp sokaklarda onu aramaya çıkan babanın yüzündeki ifadenin korkudan kızgınlığa dönmesini anbean izlemek. Daha da çok ağlamak.

Evet, yedim tokadı. Ama ertesi gün yine çıktım bisikletin tepesine.
Hayır, gidemedim dağa. Ama yıllar sonra şiirini yazdım.


Umudun Dağı

I.
Bir kızın yaşı ve bisikleti ne kadar küçükse
o denli büyüktür umudu da

Bursalı her kadın şunu bilir:
Ayağı pedala değer değmez
gözünü dağa çevirmiştir.

Bu şehirde her küçük kız
Hayat Bilgisi dersinin
“Şehrimizin Dağları” maddesinde
tılsımlar faslından Uludağ’ı ezberlemiştir

Küçük kızları sağlamlığı şüpheli bir bisikleti
pek çok sokağını henüz bilmedikleri büyük kentin dışına,
yalnızca adını öğrendikleri o dağa götüren
dağın fatihi olmaya niyetlenişteki cesaret…
Bu cesaret nereden gelir?

II.
Ben kendi dağını küçükken kaybedip,
ömrü boyunca onu arayan kızlardan biriyim.
Yaşadığım onca şehirde hep bakındım, görmedim.
Giderek yaşlanıyorum, kentlerim dağlardan uzaklaşıyor.
Sokaklar yeraltından geçiyor burada, yukarıda kimse yaşamıyor.
Yumup gözlerimi fısıldıyorum:

“Gökdelenler kapatmış olsa da doruğunu,
yeraltına sığınarak geçse de bir hayat
Hayat Bilgisi kitapları ve tılsımı çocukluğun yalan söylemez,
o dağ duruyor hala orada. Biliyorum var olduğunu”

Yaşadığım şehir dağlara çevirmiş sırtını,
çocukluğumun şehri yaslanır dağa
küçük kız soruyor, kirpiklerimin arasına saklanıp:
“Ablacığım, hangisi kalacak tufandan sonra?”

Öteki-siz/Kasım 2002

6 Mayıs 2008 Salı

Dışarı Çıkmak

Sizin kapınız nasıl kapanır? Çelik midir mesela, bir klik sesi mi çıkarır? Yoksa ahşaptır da tok bir ağırlıkla mı çekersiniz üstüne evin, çıkarken? Evinizin kapısı kapandığında, siz dışarıda, ev içeride kalmışken bir an önceki sizle bir an sonraki siz arasındaki farkı düşünür müsünüz? İçinizde eve bir kez daha girip bakmak isteği duymaz mısınız? Bu isteği takıntılı bulup kendinize kızmaz mısınız?

Dışarı dediğimiz yer neresidir? İçeri neresi?
Ne kadar dışa açılabilirsiniz, ne kadar içe çekilebilirsiniz?
Peki, iç ne kadar içtir, dış ne kadar dış?

“Dış” ve “iç”in pek çok çağrışımı var, her yola gelir bu iki kavram. Yan anlamlarıyla imgeye uygundur, düz anlamlarıyla gündelik dile. Bu iki kelimeden yola çıkarak kendinizi ve kendinizin dışındaki her şeyi düşünebilir ya da basit bir şekilde evin kapısını açıp kapayabilir, içeri girip, dışarı çıkabilirsiniz.

Dış ve dışarı dediğimizde şunları kast ediyor olabiliriz: Macera, sonsuz çeşitte olasılık, heyecan, deneyim, merak, korku, yabancılar ve yabancılık, değişik kokular...
Başkaları; sen, o, siz, onlar ve “biz”in “ben”in dışında kalan kısmı. Yani evin dışı.

İç ve içeriye denk düşenlerse, tekdüzeliktir örneğin, devamlılık, sükunet, huzur, bildiklik, güven, sahiplik, aynılık, tanıdık kokular, sesler, belirlenmiş düzen....
Ben; sadece ben,“biz”in de sadece “ben” kısmı. Yani evin içi

Evimiz olarak bildiğimiz mekana her girdiğimizde bir kurtarılmışlık duygusu sarar içimizi. Kim olursak olalım, hatta evimizi sevmesek, beğenmesek bile, o kapıyı kapayıp kendimizle yalnız kaldığımızda, biz artık başkalarının tanıdığından başka bir kişiyizdir. Salt ben oluruz.

Bu yüzden kapıyı çekip çıkmak aslında müthiş bir etkinliktir. Yaptığımız iş sadece bakkala gitmek ya da çöpü çıkarmak olsa bile, müthiş bir değişim anıdır. “Ben” evde kalır, yanımıza “biz”i alırız. Hem öyle kolaylıkla yaparız ki bunu, farkına bile varmayız geçirdiğimiz büyük değişimin.

Maskeler denilebilir dışarıda takındığımız kimliklere ve bunun hastalıklı bir hal olduğu üzerine elbette çok şey söylenmiştir. Fakat hiçbiri topluluk içinde yaşamanın getirdiği zorunluluğu, birbirimizi “ben”lerimizle rahatsız etmeden bir arada olabilme gerekliliğini yok sayamaz. Bir topluluk iki kişiden oluşsa bile, “ben”ler öğrenilmiş bir rahatlıkla, paşa paşa içe çekilir ve devreye biz girer. Bir başkasıyla ilişki kuran; konuşan, soran, cevap veren, bir şey alıp veren, kısaca uygun davranan hep o “biz”dir artık. Evde bıraktığımız ben değil. O tüm kendine özgülüğüyle içeridedir. Dışarı, isteseniz de çıkaramazsınız. Onun yeri sadece evdir. Başkalarıyla, hatta çocukları, eşi ya da kardeşleriyle paylaştığı zamanlarda da değil. Yalnız olduğundaki haliyle evdir onun tek yeri. Bazen yalnızca bir oda. Bir mekan bulamadığı zamanlardaysa dışarı çıkmaz, orada, içimizde bir yerde bekler.

Evin kafamda belirlenmiş bir tanımı yok benim. Şurası şöyle olsun, burası böyle, ne bileyim büyük olsun, küçük olsun, oraya yakın olsun buraya uzak olsun dediğimiz mekan değil ev dediğim. Ev en basit anlamıyla kendimle baş başa kalmama olanak tanıyan, “ben”i diğer şeylerden, canlılardan ya da cansızlardan, dünyanın geri kalanından ayıran yer demek. İçime hapsettiğim “ben”i, sıkan bir giysi ya da daha doğru bir benzetmeyle, doğmazsa boğulacak bir çocuk gibi çıkardığım, doğurduğum, yaşattığım mekan. Kapısı ve duvarları olması yeterli yani. Bir de anahtarı bende olan bir kilidi.

Anahtara takılmış olduğum doğru fakat sizin kapılarınız kilitsiz mi?

Böyle anlatınca biraz paranoyak, şizofren bir durum gibi görünüyor ama yaşadığımız hayat bunu istiyor ve biz de kendimizi deli hissetmeden böyle yaşıyoruz. Belki de zaten delirmişizdir, herkes deli olduğu için fark etmiyoruzdur. P.K.D. bir kitabında akıl hastanesi olarak kullanılan bir gezegenden söz eder. Belki de o gezegen burasıdır. Hep aradığımız o başlangıç noktası, atalarımızı buraya bırakıp giden bir ambulanstır belki. Belki o ambulanstakiler “ben”leriyle ortada gezmeyi becerebilenlerdir. Biz beceremiyoruz.

Tek odaya sığınmış hayatları düşünüyorum şimdi; hapishanede birlikte yaşamaya zorlananları, asker koğuşlarını, öğrenci yurtlarını, bekar odalarını, yoksulluktan bir odaya sığınmış on kişilik bir aileyi. Onlar benlerini nerede çıkarır dışarı, nereye çıkarır?

Ev, benimizin mekanıdır. Bizi dış dünyaya bağlayan ve ondan ayıran kapı, bu anlamıyla da bir geçittir. Tam da o, kapıdan çıktığımız kısacık anın, benliğimizde yarattığı etkiyi fark edenler evden çıkma üzerine bir takım alışkanlıklar geliştirir. Bunlar başkalarına komik, garip takıntılar gibi görünebilir fakat ben bir farkındalık hali demeyi tercih ediyorum.

Herkesin bir evden çıkma biçimi vardır. Kimisi için aynada kendine son bir bakış atmak ve anahtarı alıp kapıyı çekmek yeterliyken kimisi daha da abartır. Evden çıkmadan önce ortalığı iyice toplar, perdeleri düzeltir, terlikleri dizer, elektrik prizlerini, ocağın altını, hatta oda kapılarının arkasını kontrol eder, çantasını tekrar tekrar gözden geçirir, kapıyı birkaç kez kilitler, ittirip kaktırarak kapının sağlamca kapandığından emin olur. Tüm bunlar yavaş yavaş evden çıkmanın rutini haline gelir.

İşte bu yazı, benim de anahtarla ilgili bir takıntıya kapıldığımın farkına varmam üzerine yazıldı. Eskiden zırt pırt içeride ya da daha beteri kapının üstünde anahtar unutarak paldır küldür dışarı çıkan ben, son zamanlarda çantamı iyice kontrol etmeye, anahtarı yanıma aldığımdan emin olduğum halde almadığım hissine kapılmaya ve yeniden kontrol etmeye başladım. Hani utanmasam boynuma asacağım ya da daha iyisi elimde gezdireceğim anahtarımı.

Daha da ilginci tıpkı annem ve anneannemin yaptığı gibi kapıyı çekiştirip iyice kapandığından emin olmazsam içim rahat etmiyor. Halbuki kapı çelik, kapanmaması mümkün değil. Yine de elimde olmadan kontrol ediyorum.

“Yaşlandıkça anneanneme benziyorsun” der, annemin kapı takıntısıyla dalga geçerdim eskiden. Yıllar sonra, kendime aynısını söylüyorum şimdi: Yaşlandıkça annene ve anneannene benziyorsun. Hadi kendinle de geç dalganı bakalım.

Demek ki kapıyı kapamak yaş ilerledikçe zorlaşıyor bizim ailede. Annem ve anneannem ne der bilmem ama bence bu zorluğun esneklikle bir ilgisi var. Yaşlandıkça, belki vücut gibi ruh da esnekliğini yitiriyor, dışarıdaki “biz”i giyinmek giderek zorlaşıyor. Üstelik yıllarca emek verip oluşturduğumuz, geliştirdiğimiz benimizi de içeride bıraktığımızın daha çok farkına varıyor ve onu dışarı çıkaramayışımıza kızıyoruz. Bunu yapabileceğimiz bir dünyada yaşamıyoruz, bu ikiyüzlülük de canımızı yakıyor yaşlandıkça. Evde vakit geçirmekten, yalnız kalmaktan giderek daha çok keyif alıyoruz.

İşte bu yüzden aklımız hep evde kalıyor dışarıdayken, eve kavuşmak için can atıyoruz. Kapıyı sağlama alma takıntımız, içeride bıraktığımız kimliğimizi koruma çabamız; anahtar yoklamalarımız, tekrar içimize dönebileceğimizden emin olma telaşemiz.

Evimizi seviyoruz, ne yapalım. Bir tek orada kendimiz olmayı becerebildik işte.



Picus-Nisan 2005

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Tatlı arı iğnesi

Yağmur yağıyor. Rahmettir dedikleri gibi, tatlı, güzel, arındırıcı.

Şiirimi Tori Amos eşliğinde okuyun lütfen.

"Ben bütün silahlarımı senin için yere bıraktım"

E, aferin kızım. Maşallah iyi etmişsin:)

Kediler Evcilleştirilemez

Geçmişim karanlık
Ve bu karanlığı aydınlatmaya geldin, biliyorum
Oysa söz kurtarmaz gecikmiş zamanı

Bir dostun ayrılığa karşı
Reçetene yazdıklarıdır bunlar
Bunlardan bir tuğla ev kurulabilir
Ya da bir merdiven, beş basamaklı

O merdiven senin evine çıkmaz
Senin evine çıkan merdivenin
Üç küçük kedi beklemelidir başında
Boyunlarında ipek kurdele

Mavi bir yakalık istiyorsun sen
Kara gecenin boynuna geçirdiğin
Sen evcilleştirmek istiyorsun vahşeti bile
- : Her şey sıcak bir çorbayla evcilleştirilebilir çünkü

Bir kez bile düşünmezsin güzel olabildiğini çirkinliğin de

Aslında sözleri değil
Sımsıcak kanı sunmalıydım sana
Kedilerin bakışlarında görmek istemediğin
Merdivenlerinden, güzel evinden
Mavi yakalıktan ve ipek kurdelelerden sonra
Onlara kalan kendilerini görmeliydin

Kedileri evcilleştiremeyeceğini bilmeliydin


İmlasız/Haziran-Temmuz 2004

2 Mayıs 2008 Cuma

Arzu Çok Kötüsün!

Çıplaktı yüreğim, ilkokulda öğrettiler, yumruğum kadarmış.

Sonraları ilk kez aşık olduğumda kanatlar takındı yüreğim. Yumruğum kadardı hala.

Kanatlarıma değen rüzgar beni bir sevdadan diğerine uçurdu. Her sevdadan sonra biraz yaralandı kanatlarım. Yoruldu. Kafese koymasaydım onu gencecik yaşımda yüzsüz olacaktım hayata. Kafese koyup pazarladım yüreğimi, bir alıcı çıktı.

Kanatsız kaldı yüreğim. Uçamadı, rahat ettim bir süre. Ama unutmuşum, yumruğum kadardı hala.

Yüreğe ille de bir kulp bulup takmak zorundaymışsınız; o zamanlar bilemezdim.Kafese koydum da rahat ettim diye düşünürken, o rahattan sıkıldı "İlle de kanatlarım" dedi bana. Halbuki yemi, suyu tamamdı. Ama...

Bir sabah bir de baktım ayakları çıkmış yüreğimin. Aaa, bana sormadan kafeste tünel kazıyor, yürümeye başlayacak!

Daha fazla dayanamadım, ben yüreksiz kalırsam ne yapardım? Kafesi parçaladım, bıraktım yürüsün yüreğim.

Bunca badireden sonra kanatları çıkmadı bir daha. Bir çift ayak edindi onun yerine, birlikte yürüdük yeni sevdalara.

Yolda kanadı kopmuşlarla da karşılaştık, yeni kanatlananlarla da. Ayağı çıkmış yürekleri gördükçe yüreğimin ayaklarını yorganların altına saklayasım geldi. Ayaklı yürekler sert ve acımasızdı.

Yüreğime sorsan bir çift kanattı hala ayakları. Özgürdü; istediği yoldaşını alır yanına bir yolda istediği kadar yürür ve sıkılınca "Benden bu kadar" deyip yeni yollar ve yoldaşlar bulurdu kendine. Hep istediği bu değil miydi zaten?

Ama ben ona baktığımda ayakların kanat olmadığını artık, görebiliyordum. O istediği kadar kendini inandırsın onların kanat olduğuna, ayaklarındaki nasırlar beni üzmeye başlamıştı. Halbuki o, nasırlardan memnundu. Yitirdiği sevgililerden sonra canının yanmaması onu sevindiriyordu. Başta canı çok yanmış ya.

Fakat yüreğim unutuyordu, yüreğe ayak yakışmaz. Ayakları yere basan bir yüreği göğüs kafesinde taşısan ne, taşımasan ne?

Bir gece karşıma bir yürek çıktı. Baktım ki kanatları da yok ayakları da. Çırılçıplak, yürek gibi bir yürekti işte. Ama ne kadar güzel! Pırıl pırıl parlıyor tam renginde.

Baktım baktım da ona, şöyle dedim yüreğime: "Ne kanat gerekir sana, ne ayak. Nasılsan öyle ol; yürek gibi ol. İşte sana yürek gibi bir yürek, takıl peşine, git gidebildiğin yere." Kesiverdim ayaklarını yüreğimin, oldu bitti.

O yüreğe de dedim ki, "Hep sendeki bilgiyi aradım. Yapmak istediğim senin olduğundu. Seni seviyorum."

Birbirimizin kanatsız, ayaksız yüreklerine dayadık başımızı, yol kenarına çömeliverdik. O gün bugündür yolcular beni yola çağırdıklarında onlarla gitmediğim için bana derler ki: "Arzu çok kötüsün!”

Ben de onlara el sallayıp gülerek derim ki: "Iıh! Daha o kadar olamadım, olucam daha"

Yine çıplak benim yüreğim ve ilkokulda öğrettikleri tek doğru bilgi buymuş: Hala yumruğum kadar. Onu yıldızlara kaldırıyoruz sevgilim ve ben.

Picus-Mayıs 2005

1 Mayıs 2008 Perşembe

Yaşasın 1 Mayıs

Hikayendir

I.
Az sonra temizleyip ellerini tarihten
At ve balık sırtında üç deniz geçecek
Aşağısı kurtarmaz, Valhalla’ya gidecek

Sergilendiği kafeste ölen son Tazmanyalı
Asla sahip olamadığı bir yurdu arayan Türk o
Diyardan diyara sürülmüş Musa’dan yadigar ayakları

Gözleri Kaf Dağının ardında
Kovulsa da yurdundan hiç gitmemiş Kürt o
Kolu çapraz kesilmiş İnka prensi dolaşıyor kanında

Ve bir İskoçyalı o, tahtından düşmüş
Kardeşleri kavmini kılıçtan geçirenlerle bir
Şimdi zeytin karası gözlü çocukları öldürmektedir

-fısıltıyla:
ilerleme denen bu çağ yeni değil
Havva’dan beri devam etmekte masal
hesapla ki gelecek için bir avuç toprakta
kaç kova gözyaşı var, kaç damla merhamet?

II.
Barış çubuğu gösterip ateş suyu dayamışlardı boğazına
Çiçekli battaniyelerle öldürüldüğü de görülmüştü:
Kanun faslında kanunsuzun evine gömülmüştü

Boğazında altın zincirle dilsizdir Babil sokaklarında
Kakao yağına batmış, kauçuk kesmiş köledir o
Bir vakit çalıştırıldı alkol tokluğuna

Dokuz yaşındaydı İngiltere denen kömür ocağına indiğinde
Altın Afrika’nın elmas madenlerinde topuğu kesildi
İğdiş edildi erkekliği gibi özgürlüğü de

Ama yanmaktadır hala Kawa’yla, Promete’yle, Enkidu’yla
Soylu Çerkes ateşi, Nartlardan Şeyh Şamil’e geçen
Çünkü kırılsa da kınında direnmektedir Çeçen

-fısıltıyla:
ateş çalınmıştır madem
madem geri dönüş yok, yedik elmayı
Olimpos yetmez cenneti de fethedeceğiz
kurtlu çıktı o elma, Kızılelma’ya gideceğiz

III.
Düşün ki tarih yok, gelecek yok, geçmiş yok, yok gidecek bir yol, kimsecikler yok
Açılacak kilit kalmamış, sırlar çözülmüş, başbaşasınız bir sen bir de şu dünya
Sıkılmış yumruklarını aç şimdi, kilitsiz bir anahtar veriyorum sana

Üstünde gökyüzüne asılmış bir ay, ağzında güneş tozu, toprak ayaklarının altında
Adrese teslim zarflanmış bir tohum gibi özsuyun yüreğinde bükülmüş
Yıldızlar senin yörüngende, evren devrediyor kandolaşımında

İlk kez doğrulduğun anı düşün, toprağa ilk ayak bastığın günü, sıcaklığı hatırla
Sudan kurtulmuş başını ilk kez göğe kaldırışını, güneşi görüşünü
Yürüyüp gidebilme özgürlüğünü, titrek bacaklarınla

Korkunu hatırla ve açlığını, kardeş kanına bulanmış elini gören güneşi hatırla
Yeşil tadından sonra seni ateş gibi yakanı, ağzına ilk kez kanın değişini
Işıltısını hatırla, elini bir baltanın keskin tarafına ilk kez sürüşünü

-fısıltıyla
azdık önce ve yedikçe çoğaldık birbirimizi
evreni şaşırtacağımız ta o zamandan belliydi
güneşe bakarken gözümüzü kısışımız bundandır
döktüğümüz kanı, o ilk utancı hangi deniz yıkar şimdi?


IV.
Sözleri unutulmuş bir şarkıdır şimdi bu dünya
Kaç dil kaldı geriye o kuleden yeryüzüne dağılan
Babalar tatile gitti Bering boğazına ve geri dönen olmadı o yolculuktan

İşte her gün yeniden diriliyor kölenin attığı tohum
Oysa mumyalandı da can vermedi bir kurtçuğa olsun
Kaç bahar geçti üzerinden ama bak yeniden doğmadı firavun

Ceset kokulu toplama kamplarından uzanan zinciri Nazilerin
Arabi rengiyle bir daha canlanıp Auschwitz’i bağlasa da Filistin’e
Hep toprak altında kalır kanla kurulmuş ihtişam ve elbiseleri prenslerin

Madem ki hep yıkılır tiranlar, en olmaz işleri olur eder tarih
Madem ki kokmaktadır hala bu toprak ter ve tarçın ve acı ve yara
Atalarından kalan imzayı tükür at ağzından, hazır ol başka bir yolculuğa


-fısıltıyla
sen misin o, evren mi arkanda duran
dar değil ki o kadar, geçersin o kapıdan
anahtarı at, kapıyı açık bırak, sesini ışıkla
arkana bakmadan git, yarım kalsın maceran
Kuzey Yıldızı- Aralık 2003