30 Aralık 2008 Salı

Mutlu yıllar biiizeeee

Tamam, yeni bir yıl zamanın umrunda falan değil. Ama biz onun karşısında her zaman şaşkın çocuklar olarak kendi zamanımızı kurguluyoruz. Bir ömrümüz var, ona yıl biçiyoruz.

Tüm dostlarıma çok güzel, hafif, derinlikli, mutlu, huzurlu bir yıl dilerim. Aşağıdaki şiir sizin için. Gözlerinizden öperim.


Yaşamaya Bakalım

Bir şiir yazacağım şimdi ben
Okuyanlar diyecek ki: Ne güzel şiir bu!
Ne güzel şiir bu, hadi işi bırakalım
Bırakalım şu takvimleri ve iş çizelgelerini
ve bilgisayar imleçlerini, kalemleri ve dosyaları
Keçeli kalemleri de bırakalım hem
Bırakalım onları
Hadi göğe bakalım

Geçinmeyi birbirimizle,
-böyle geçinemiyoruz madem- bırakalım
Alttan almayı, üste çıkmayı unutalım
Nabza göre verilen şerbetleri yere saçalım
Ne güzel bir şiir bu
Hadi ona bakalım

Neden yaşıyoruz sahi biz?
Koşa koşa ölüme gitmek için mi?
Bir lokma ekmek için mi?
Tanrının göğü büyük, toprağı da
Bize bir lokma ekmeği verir elbet
Bırakalım işleri hadi
Toprağa bakalım

Bakınca toprağa bir solucan gördük
Kopardık kuyruğunu
Ne etti: İki solucan
Böl ikiyi ikiye
Bir kalacak diyor matematik
Hayır! Dört var elimizde!
Bırakalım matematiği
Solucana bakalım

Neden yaşıyoruz sahi biz?
Yaşlanmak için mi?
Çalışmak için mi hep? Hep didinmek için mi?
Sabahları erken kalkmak
Geceleri erken yatmak
İşe gitmek ve gelmek ve tatilleri beklemek için mi?
Bir parça soluğa son nefeste kavuşmak için mi?
Bırakalım bunları hadi
Kendimize bakalım

Yazıldı bitti bu şiir,
Biz de yazabilirdik aklımıza gelseydi
Biz de yazabilirdik, evet!
Yazmadık çünkü işimiz vardı
Şimdi başka işimiz var
Hadi bu şiiri de bırakalım
Bırakalım onu
Yaşamaya bakalım

10.01.2003

26 Aralık 2008 Cuma

Altyapısı Yok

Neden bu uzaklaşmalar? Az mı yaşadık aşkı?
Doğru değil. Uzun uzun yaşadık aslında. Bol bol vaktimiz oldu söyleşmeye, hesaplaşmaya, alışverişe, kucaklaşmaya.
Çarşılara gittik pazarlardan döndük. Domateslerin iyilerini seçtik, dolmalık biberleri küçüklerden aldık. Pazarcıların kaytan bıyıklarına baktık, lafladık. Bol bol vaktimiz oldu bütün bunlara.
Altyapısı yok ama. Çöküyor bu bina. Çöküyor da ne kelime, çöktü bile.
Her şey geçer demiştim. Geçti. Biter demiştim. Bitti.
Sen hiç bir şey söylemedin. Bana söylettin. İstediklerini? Belki...
Ben dilsiz kuklacının dilli düdük, deli, zirzop bebeği oldum. Söyledim. İstediklerini. İsteklerin olduğunu düşündüğüm sözcükleri seçerdim.
Senin yerine de konuştum. Böylece bol bol vaktimiz oldu ayrılmaya.
Senin sesin yok muydu gerçekten? Olmaz mı, vardı. Vardı ama bana değil. Ben bu ilişkinin bütün sesini ve sessizliğini bu yüzden üstlendim. İyi bok yedim.
Sesi üstlenen kolay kolay bırakamaz sözcüklerin egemenliğini. Egemenlik mi? Yok, bu egemenlik değil. Söyleyen bendim dedim ama ya söyleten? Sen.
Belki de hakkım yoktu sözcüklerini almaya. Belki verdiklerini kabul etmek en büyük ihanetti sana. Ama parklara da gittik seninle, hatırla.
Yollarda gezerken karşımıza çıkan ağaçları gösterirdim sana. Yanında bir çakı taşır mı acaba?
Sen ağaçların adlarını anlatırdın. Bir daha geçişimizde ezbere okurdum çarpım tablosunu. Yanında çakısı var mı acaba?
Sen söyletendin. Arkada dururdun, dururdu bütün dünya. Sen replik seçtin, ben oynadım. Oyunlardan kaçarken oyuncaklara yakalandık böylece.
Yine de bu papağan nesnelik konumu alışkanlık yapıyor işte. Bu yüzden bu ilişkinin tarihini yazmak bana düştü. Böyle olunca bir yalandan baştan aşağı soyutlandım. Şimdi anlattığım benim tarihimdir ey sevdiğim. Senin ya da seninle benim değil: Benim tarihim.
Sözcüklerin dili yok. Sestir sözlenen. Aklın nişanlısı sanırsın, metresidir. Parayı senden alır, başkasıyla boynuzlar seni. Kocası sözcüklerin, çoktur. Fahişe olurlar, oyun oynamayı bilirler. Ne söylemek istersen tersi çıkar ya ağzından, bu yüzden işte.
Benim sözcüklerimin de tek kocası yok.
Ama bu aşkın da altyapısı yok. Geçtim altyapıdan temeli bile yok; üstüne üstlük malzemeden çaldık. Çöktü. Bu yüzden. Eskiden kurduğumuz binalara güvendik, keseden yedik.
Oysa her aşk yeni malzeme ister: Yeni sözcükler, yeni elbiseler, yeniden kurulacak bir tarih, yeni dil, yeni ve temiz pabuçlar; bayramlık.
Sana hediye ettiğim bayramlık mendili mahallenin kötü çocuklarıyla değiş tokuş ettin. Yerine kızkovalayan aldın.
Bari onunla beni kovalasaydın.
Misketlerini göstermedin bana, plançetada çizgi oyununu hep başkasıyla oynadın. Benim tornavidamla çizdiğin her kalp başkasına ait oldu. Kurduğun tesisat başkalarının evini aydınlattı. Ben karanlıkta kaldım.
Yine de kopya verdim sana.
Oysa her aşk yeni malzeme ister: Temiz bir kağıt, kullanılmamış kalem, gerektiğinde kullanılacak eskilerden temizlenmiş silgi, kırmızı kalem. Belki ağaca kalp oymak için yeni çakı... Suluboya kutusu alacak paran yoksa bile, hiç olmazsa temizlemeliydin fırçanı.
Sen kötü ve pasaklı bir öğrenciydin. Çantanın içi karmakarışıktı. Ben topladım, sen dağıttın. Derslerine hiç çalışmadın. Oysa ikiyle ikinin dört ettiğini sen öğretmiştin bana.
Teneffüsler verdik, oyun oynayalım diye. Oyuna katılmadın. Körebe bile oynamadın. Ki, en basitidir oyunların. Gözlerini inatla açık tuttun ama hiç bir şey görmedin yine de.
Her aşk yeni tasarımlar ister: Bir ev, bir masa, çatal-bıçak takımı, bir yatak, temiz çarşaflar. Hastanelerin tuvaletleri gerekirse, bir de yayı ömrümüzü tutan mandallar.
Sana sunduğum biftek tabaklarında kolumu yedin. Tuvaletten çıktığında sifonu ben çektim. Çarşafları temizleyip ütülemek bana düştü. Çamaşır ipini ben gerdim verdiğin replikle boğazıma.
Sen geçmiş bir rahatı arıyordun kollarımda. Benden eski tanımları bekledin. İstediklerinin neler olduğunu bulabilseydim belki söylerdim ama...
Her aşk iyi sözcükler ister: İyi ve temiz, kullanılmamış. Günaydını aşkın ibresine göre ayarlarsın. Nasılsın içini titretir. İyiyim ısıtır. Kimdi o şaşırtır, kurnazca mutlu eder. Seni seviyorum geri çekilmesi mümkün olmayan bir ilençtir, bekletir, bekletir, bekletir.
Sen sözcüklerin açık rahibi olmayı tercih ettin. Tanrıça diye oturttuğun başköşede ben senin ağzından çıkanlarla mutsuzlara umut vermeye mecbur bir tanrıçacıktım yalnızca.
İyi para kazandık. Evimizi döşedik bu parayla. Yeni koltuk yüzleri ısmarladık. Ben ustayı çağırdım. Sordum, kaça? Sen ustaya baktın...
Sözcüklerin biri bile eski kırık vazoyu onaracak güce sahip değildi. Yine de kalbimi onarabilirdi. Denemedin.
Her aşk, yeni aşk ister. Bu yüzden başkasına gider, sonra başkasına, sonra başkasına...
Sen ustaya baktın. Hayatına dair bir masal anlattı sana. Bununla ne ilgisi vardı ki, bir ustanın başka ustaya anlatacağı ne olabilir?
Bir aşk her zaman kendinden daha çok şey ister. Sen ustaya baktın. Bana değil. Yeni koltuk kumaşları elimde kaldı.
Her aşk eskimemiş eski hayaller ister. Aklın dudak büküp burun kıvırsa da, her aşkın altyapısında pembe panjurlar vardır. Bir de kolalı temiz perdeler, ucuz da olsa fark etmez. Perdeleri asmayı reddettin. Ben kolalamıştım bile.
Her aşk intikam ister. Bu yüzden yazıldı bu yazı. Ama...
Sen edilgen olmayı tercih ettin.
Bu ne büyük ikiyüzlülüktür, kuklacım.
Böylece ben etkendim.
Ah, ne iki yüzlülük kuklacığım.
Bu aşkın altyapısı...
Altyapı, üst kapı, kapının sapı... Sapından düştük, kırıldık: Sonbahar. Otuz yaş. Güç ve iktidar. Yorgunluk ve zaman. Beklemek, sabredememek.
Bu inşaatın malzemesinden çaldık. Altyapı da eksik. Ülkemizin bütün kalpleri ve şehirlerindeki sorun budur değerli arkadaşlarım.


1997 Ankara

22 Aralık 2008 Pazartesi

Sekizde

İlk annemiz havaydı.
Elma ağacından aldığı zehirli sütü
Bakır çalığı bir kaba sağdı.

İkinci babamızdı toprak
Öz babamız yukarıda başka yıldızlarla oynaşırken
Annemizi kolluyor ve bizi adam etmeye uğraşıyordu.
Yanık kollarını anımsıyorum şimdi ve ekmeği sevmeyi öğretişini
Yoksuldu çok. Zordu.

Üçüncü kardeşimiz Sağlam
Doğduğu zaman ağladı annem. Çok.
Bizi evden attı.
Yiyecek Sağlam’a yetecek kadardı.

Dördümüz, iki eski kardeş, topal bir kedi ve bir vahşi ördek
Göl yoluna indik.
Diledik ve hiçbir şey olmadı.

Beş kişi geldi yanımıza, göle bir ceylan
Bırakmayı istiyorlardı. Bekle
Dedim kardeşime.
Onlara kediyi verdim. Aldım ceylanı
Çocuk kendisi geldi
Durdu yanında. Bağlıydılar.

Altı kişiydik, denize gittik.
Bulduk istiridyeleri. Et.
Ceylanlı çocuk dişini değişti inciyle.
Denize verdik. İstiridyeye.

Yedi parçaya ayrıldı dişinci, halkalandı karanlık. Yokuş.
Yuttu tahta oldu. Çan.
Sesi duyduk. Oltaya takılanları almaya geliyorlardı. Bekle
Dedim ceylana.
Balıkları çözdüm. Bağlıydılar.

Sekizde duruldu su.

11 Aralık 2004

15 Aralık 2008 Pazartesi

Bay Kerim Özyazıcı'nın muhteşem kitabı

Merhabalar efendim,

Bayram bitti, koçları danaları kestik, kavurma yapıp yedik, dostları, akrabaları gördük, döndük evimize, işimize geldik.

Sizi bilmem ama ben pek keyifli bir bayram geçirdim ana kucağı baba ocağı derken. Uzun sayılabilir bir tatil de epey yetti bana. İşime, evimi, normal gündelik hayatımı özlemiş olarak geldim.

Efendim, aşağıdaki yazı Bay Kerim Özyazıcı adını verdiğim bir karakter hakkında taa fi tarihinde yazmaya başladığım bir uzun öykü. Ne yazık ki üşengeçliğimin sonucu halen "bitirilememiş öyküler" dosyasında yer alıyor. Bir gün tamamlar mıyım bilmiyorum ama bu kadarını bile okumak beni hala eğlendiriyor. Bazı öyküler yazınca güzel olur, bazıları yazmayı hayal edince.

İyi okumalar, iyi haftalar dilerim.

Kitap


1.
Günümüzde adını anımsayanların sayısı fazla değilse de, Bay Kerim Özyazıcı henüz yirmi yıl öncesine dek edebiyat dünyamızın tartışmasız en büyük ismiydi. “Bay” diyorum kendisine, çünkü o, o zamanlarda bile modası geçmiş sayılabilecek bu hitap konusunda anlaşılmaz bir hassasiyet gösterirdi. Fakat inanın, diğer anlaşılmaz huylarının yanında bu takıntısı devede kulak kalırdı.
O günlerin en saygın yayınevinin kapısını çaldığında henüz yirmi iki yaşındaydı Kerim Bey, kolunun altında da gayet kalın bir dosya vardı. Daha sonra birlikte çalışacakları editör Hasan Bayraktaşıyan yalanlasa da yazarımız kabul ettiği sınırlı sayıda röportajlardan birinde öykünün devamını şöyle anlatır:
“Üstat beni öyle, kolumun altında dosyayla görünce, ağzında bir şeyler geveleyip kapıyı kapamaya çalıştı hemen. Bir an şaşırdım ama sektirmeden ayağımı kapı aralığına uzatıverdim. Bu kez Hasan Bey’in dışarı çıktığını söyledi. İnanmadım elbette, bir panelde konuşmacı olarak görmüştüm kendisini. Yalanını yüzüne vurunca utandı anlaşılan, beni içeri aldı.”
Röportajın yayınlanmasından sonra Hasan Bayraktaşıyan’ın adı Kapıcı Hasan’a çıktı, durumdan gayet rahatsız olan saygın editör bir açıklama yapmak zorunda kaldı. “Ne yani, onca iş arasında bir de kapı açmakla ilgilenebileceğine gerçekten inandıklarını mı” sorduğu açıklamasında, anlatılanların gerçek olduğu varsayılsa bile -ki asla değildi- öyle yüze kapı kapamak, yalan söylemek gibi terbiyesizliklerin ilkelerine ters düştüğünü önemle belirtiyordu. Ona göre Kerim Bey tüm genç yazarlar gibi dosyayı Hasan Bayraktaşıyan’ın özel asistanına vermiş, bir çay içerek ayrılmıştı bürodan. Yine de durumu hayal gücü çok gelişmiş bir yazarın fantezisi olarak “elbette” hoş görüyordu.
Hasan Bey ne söylerse söylesin, Bay Kerim Özyazıcı’nın anlattıklarının doğruluğuna inanmak için elimizde gayet geçerli bir neden bulunmakta. Şöyle ki, bu öykü vesilesiyle editörün özel asistanıyla görüştük. Yayın dünyasındaki hayallerinden vazgeçip evlenerek Anadolu’da bir kasabaya yerleşen bu güzel hanımdan sözü geçen ve hala ülkemizin en büyük yayınevlerinden biri olan kuruluşun o günlerde batmak üzere olduğunu, herkesin işine son verildiğini öğrendik. Dolayısıyla, o gün büroda Hasan Bey’den başkasının bulunmaması, kapıyı da bizzat kendisinin açması akla gayet yakın görünüyor.
Kapıyı açan kim olursa olsun bilinen o ki, o gün Bay Kerim Özyazıcı sonradan adı sadece “Kitap” olarak anılacak romanını editöre ulaştırmayı başardı. Romanın adı o sırada “Rüzgârın Getirdiği” idi. Bu isim Kerim Bey’in çocuksu fakat gayet okunaklı el yazısıyla özene bezene dosya kapağına işlenmiş, hatta bazı rivayetlere göre bir resimle de süslenmişti.
Rüzgârın Getirdiği’nin kapak resmi Kerim Bey’in ortadan kaybolmasından sonra edebiyat ve sanat çevrelerinde uzun süre tartışılacaktı. Araştırmamızın amacı bugün varlığı bir esrar örtüsüyle sarmalanmış olan Kitap’ın hikâyesini mümkün olduğunca detaylandırmak, elimizdeki bilgi toplamını sergilemek olduğundan bu tartışmalara da kısaca değinelim.
Sekiz yıl önce bir trafik kazasında yitirdiğimiz edebiyatımızın değerli eleştirmeni Türkan Sevilensoy öldüğünü düşündüğü yazara bir veda yazısı kaleme almıştı. Yazıda Bay Kerim Özyazıcı’nın ülkemiz edebiyatına yaptığı katkılara değiniliyor, kapak resmi örneğinden hareketle “aslında çok yönlü bir sanatçı sayılması gerektiği” ileri sürülüyordu. Türkan Hanım’a göre, söz konusu resimde iki dağ bulunmakta idi. Birinin zirvesine bir ev, diğerininkine bir kadın, iki dağın arasından vadiye inen yola ise kollarını açmış bir adam çizilmişti. Türkan Hanım’a göre “naif olarak nitelendirilebilecek bu çalışma, Kerim Bey’in artık ne yazık ki takdir edemeyeceğimiz pek çok başka yeteneğinin küçük bir yansıma”sıydı.
Aslında adetten sayılan, alışılageldik bir veda yazısıydı bu. Üzerinde fazlaca durulacak bir yanı yoktu. Ne ki bir başka edebiyatçı, Tayfun Kösemen, Türkan Hanım’ın yazısına karşı oldukça sert bir yanıt yayınladı. O güne dek iki romanı yayınlandığı halde beklediği üne kavuşamayan -ki bugün de kavuştuğu söylenemez- Kösemen, cesedi bulunamayan birinin ölmüş de sayılamayacağını öne sürdüğü yazısında “Türkan Hanım’ın birilerini öldürmede her zaman olduğu gibi bu kez de acele ettiği” yorumunu dile getirdi. “Kerim Bey hakkında hiç de olumlu düşünmediği herkes tarafından bilinen birinin, böyle bir veda yazısı yazmaya cüret etmesi olsa olsa günah çıkarmak sayılabilir”di. Başka şeyler de sayılabilirdi gerçi, fakat Tayfun Bey ağzını bozmak istemiyor, durumu kamuoyunun dikkatine sunmakla yetiniyordu.
Resme gelince… Tayfun Bey’e göre Türkan Hanım’ın tarifinde bir ilkokul çocuğunun karalamasına dönüşen resim, düpedüz iftiraydı. Öncelikle Rüzgârın Getirdiği’nin orijinal el yazmasında -Bay Kerim Özyazıcı daktiloya rağbet etmezdi- gerçekten de bir kapak resmi bulunsaydı şimdiye dek ortaya çıkardı herhalde. Hadi bulunduğunu varsayalım, bunu Türkan Hanım nereden görecekti ki? Kerim Özyazıcı arasının bozuk olduğu bu eleştirmene değil böyle kıymetli bir anıyı göstermek selam bile vermezdi. Hem Kerim Bey gibi zevkli biri resim yapacak olsa dağdır tepedir yoldur gibi basitliklerle uğraşmaz doğru dürüst bir soyut çalışmayı tercih ederdi. Yazarı azıcık olsun tanıyan herkes bilirdi bunu.
“Türkan Hanım artık savunma yapamayacak birinin arkasından böyle saçmalıklar uydurup iftira üreteceğine, işini hakkaniyet çerçevesinde yapsın”dı. Zaten Tayfun Bey’in yazdığı iki güzel romanı da böyle desteksiz atışlarla yerin dibine batırmamış mıydı aynı kadın?
Tayfun Bey’in agresif çıkışı ne zamandır şöyle ağız tadıyla bir polemiğe girişememiş deneyimli kalemşorların arayıp da bulamadıkları nimetti. Hepsi Türkan Hanım’ın bu terbiyesize ağzının payını vermesini, sonra da konu hakkındaki derin bilgilerini ortaya dökmek üzere sıranın kendilerine gelmesini beklerken, ne yazık ki bir yeniyetme cevabı patlatıverdi.
Sinan Dostel tartışmanın başladığı sırada ilk kitabı Kızıl Taş ile Sabih Kahraman ödülüne layık görülmüş genç bir romancı idi. Ödül jürisinde de yer alan Türkan Sevilensoy kitabı epeyce övmüş, hatta yazarın “gelecekte, dünyanın en parlak romancılarından” olacağı kehanetinde bulunmuştu.
Romancımız hamisinin öngörüsünü pek gerçekleştiremedi gerçi, sizlerin de bileceği gibi günümüzde romanlarından çok eleştiri yazılarıyla tanınıyor, fakat o zamanlarda başarılı bir çıkış yapmıştı. Belki de bu başarıda yardımlarını gördüğü Türkan Hanım’a olan gönül borcu nedeniyle Tayfun Bey’e de bir yanıt verme gereği duydu. Ama ne yanıt!
Pek çok yazarın sivri dilinden yakındığı Sinan Bey, bu alandaki yeteneğinin ilk örneğini sergilediği yazısında Tayfun Kösemen’in “iki güzel roman”ını alaycılığı da aşan, hakaretamiz bir dille ele alıyor, resim konusuna ise bambaşka açıklamalar getiriyordu.
Sinan Dostel’e göre asıl iftiracı Tayfun Kösemen’in ta kendisiydi. Türkan Hanım o resmi elbette görmüş, tarifini ise az bile yapmıştı. Kapak resminde dağ, yol, ev, kadın, adam... Bunların hepsi yer almakla kalmıyor, adamın ağzından, içinde “Ne Yapacağım?” yazan bir de konuşma balonu yükseliyordu. Türkan Hanım’ın resmi banalleştiren balondan söz etmeyişi tamamen asaletinden, terbiyesindendi. Evet, pek sevmezdi Bay Kerim Özyazıcı’yı Türkan Hanım ama neden sevmezdi, biliyor muydu acaba Tayfun Bey? Bilemezdi elbet. Oysa kendisi biliyordu, çünkü resmi gözleriyle görmüştü.
İşte bunları söyledikten sonra asıl bombayı “Behey şaşkın Tayfun! Sen nereden bileceksin ki?” diye başladığı paragrafta patlatıyordu Sinan Bey. Diyesiydi ki, Bay Kerim Özyazıcı Türkan Hanım’a deliler gibi aşıktı. Bunu Sinan Bey’e kendi evinde, bir içki masasında itiraf etmiş, aşkına karşılık bulamadığını, Türkan Hanım’ın kocasını bahane ederek onu defalarca kovduğunu söyleyip ağlamış, gidip çalışma odasından buruşuk bir kağıt getirmişti. İşte resim o kağıtta yer alıyordu.
Kerim Özyazıcı “Bak dostum bak!” demişti Sinan Bey’e “O zalim âşık emeğimle, aşkımla, gençliğimle dolu bu hediyeyi buruşturup kafama fırlattı.”
“İşte Tayfuncuğum, ben o anda anladım Türkan Hanım’ın bu -hadi terbiyesiz demeyelim ama- düşüncesiz adamı neden sevmediğini,” diyordu Sinan Bey yazısında. “O gece Kerim Bey bana sanki bir marifetmiş gibi öyle detaylar anlattı ki, ifşa edemiyorsam burada, sadece bir ölünün arkasından kötü konuşmak istemediğim içindir. Bir düşünsene, çok muhterem bir hanımefendinin kapısına dayanmak suretiyle bir yuvayı bozmaya kalkmak ne büyük bir ayıptır! Ya kocasını tehdit etmek? ‘Cesedi bulunamayan birinin ölümü de kesinlik kazanmamıştır’ diyorsun, belki öyledir, fakat benim gözümde Kerim Bey o gece ölmüştü zaten, isterse dünyanın en büyük edebiyatçısı olsun.”
Sinan Bey, Bay Kerim Özyazıcı ile bir daha görüşmediğini, ayrıca kör öldüğünde ona badem gözlü denmesine de taraftar olmadığını belirtiyor, Türkan Hanım’ın bu ülkenin gelmiş geçmiş en değerli, en sözüne güvenilir insanlarından olduğunu da ekleyerek, yazısını “Tarih elbette gerçekleri ortaya çıkaracaktır” cümlesiyle bitiriyordu.
Ne yazık ki Sinan Bey’in hamisini korumak adına yazdığı yazı beklediği sonucu vermedi. Türkan Hanım adının duyulması için onca uğraştığı romancının kırk yıllık sırları faş edişinden duyduğu derin rahatsızlıkla Avrupa’ya kaçtı. Kocası Sinan Dostel’i öldüreceğini ilan edip fellik fellik dolanmaya başladı. Zavallı Sinan Bey Türkan Hanım’dan özür üstüne özür dilese de dedikoducu durumuna düşmüştü bir kere. Bir yandan ölüm korkusu ile ortalarda görünmemeye çalışıyor, diğer yandan niyetinin kötü olmadığını anlatabilmek için o gazete senin, bu dergi benim dolaşıyordu.
Tablolarında hep kuşları ele aldığı için Kuşçu Ressam olarak tanınan Asaf Hakan bu noktada devreye girip “Söz konusu resmin yıllar önce Hasan Bayraktaşıyan’ın ofisine gitmiş olamayacağı”nı söyleyerek olayı bambaşka bir noktaya taşıdı. Gidemezdi, çünkü şu söz edilen resmi üç yıl önce kendisi çizmişti. Anlatılanların aksine hiç de naif bir çalışma değildi resim, tersine gurur duyduğu bir yapıtıydı. Bu arada, Kerim Bey’e hediye ettiği çalışmanın yoz ahlak sahibi bir takım kişilerce dedikodu malzemesi haline getirilmesini kınıyordu.
Ortada fol yok yumurta yokken birdenbire patlayan bu tartışmalar Kitap’ın tüm versiyonlarında satış rakamlarını yeniden tepelere fırlattı. Bundan olsa gerek, Kitap’la ilgili her şeyin yayın hakkını elinde tutan Hasan Bey dosyada bir kapak resminin bulunup bulunmadığını bunca yıl sonra anımsamasının güç olduğunu ileri sürdü, gelen sorulara çelişkili cevaplar vermeyi tercih etti. Fakat sanki bir ev, dağ falan gibi bir şeyler anımsıyordu o da.
Türkan Hanım’ın kocası Sinan Dostel’in burnunu kırdı, Tüm-San-Der (Tüm Sanatçılar Derneği) “Sanata kaldırılan eller kırılacaktır” açıklamasında bulundu, olay adli makamlara taşındı. Konu artık edebiyat dergilerinden, kültür sanat sayfalarından taşmış, gazete manşetlerinde işlenmeye başlamıştı.
Tüm bunlar yaşanırken bir de sahte kapak resimleri çıktı ortaya. Yağlıboya, suluboya, karakalem ya da pastelle çalışılmış pek çok kağıt parçası, Bay Kerim Özyazıcı’nın elinden çıktığı iddiasıyla elden ele geziyordu. Bugün bile bunlardan birkaçını özel koleksiyonlarda bulabilirsiniz. Kiminde bir, kiminde iki dağ; kiminde bir orman, kiminde ise sadece konuşma balonu yer almaktaydı. Kimi Sinan Bey’in açıklamasına uygun şekilde buruşturulup düzeltilmiş, kimi hiçbir açıklamaya uymayacak şekilde, öyle sekiz-on yıl değil, sadece birkaç ay öncesinin tarihini taşıyan bir takvim yaprağının arkasına çizilmişti. Resimlerin sahipleri ellerindekinin gerçek kapak olduğunu, kendilerine bunu Bay Kerim Özyazıcı’nın hediye ettiğini şahitler göstererek ilan ediyor, gazeteler ortaya çıkan her yeni resmin üzerine atlıyordu. Hakları da vardı doğrusu, sadece ülkemizin en büyük yazarının ortadan kaybolması, öldü mü kaldı mı bilinememesi bile kendi başına iki üç haftalık haber değerindeyken, arkasından kopan dedikodu fırtınası ve kavgalar insanların öyle ilgisini çekmişti ki, gazetelerin tirajını olayla ilgili bir habere yer verip vermedikleri belirliyordu neredeyse.
Sahte ressamların arasından fırsattan istifade ün yapmaya çalışan uyanıklar da çıktı. Bunlardan biri kocaman bir yağlıboya nü çalışmıştı ve resimdeki kadının Türkan Hanım olduğunu ileri sürüyordu. Hayır, elbette Rüzgârın Getirdiği’nin kapak resmi falan değildi bu, ressam böyle bir şey söylemiyordu. Fakat hikayesini yine de Kerim Bey’e bağlıyor, yazarın çok sevdiği, değer verdiği bir dostu olduğunu, bu aşk hikayesinin öksüz bir çocuk gibi ortada kalmasına gönlünün elvermediğini, Türkan Hanım ile Kerim Bey arasında öyle platonik aşk falan da değil, yıllardır devam eden bir ilişki yaşandığını, kendisinin tüm detayları bildiğini, çünkü âşıkların gizlice kendi stüdyosunda buluştuklarını iddia ediyordu. Ressamın dediklerine bakılırsa, Türkan Hanım onu terk ederse alkolik kocasının intihar edeceğini düşünüyordu, bu yüzden boşanmamıştı ondan. Fakat Kerim Bey’den de ayrılamamıştı. “O kadar büyük bir aşktı ki onların arasındaki, bizim fani ruhlarımız bu hisleri anlayamaz,” diyordu ressam. Elindeki resim işte bu saf aşkın simgesi olarak Türkan Hanım’ın isteğiyle Kerim Bey’e bir hediye olarak yapılmış, ne yazık ki yazarın sırra kadem basmasıyla sahipsiz kalmıştı. Ressam buradan -buradan dediği yer, bir televizyon stüdyosuydu- hanımefendiye resme sahip çıkması için çağrıda bulunuyordu.
Türkan Hanım o zamanlar gerçekten çok hoş, çok alımlı bir kadındı. Sanat eseri de tamamen realist tarzda çalışılmıştı. Türkan Hanım’ın o güne dek herkesi hayran bırakan güzel yüzünün yanı sıra, o güne dek eşinden başka kimsenin göremediği, dolayısıyla hayran da olamadığı diğer yerleri de tüm detaylarıyla tablodan ekranlara yansıyordu. Türkan Hanım’ın eşine birinin daha burnunu kırma hakkını verebilirdi bu tablo.
Allahtan resimdeki kadın hiç vakit kaybetmeden soluğu aynı stüdyoda aldı da, Türkan Hanım’ın eşi bu kez de Tüm-Res-Der tarafından protesto edilmekten kurtuldu.
Stüdyoyu adeta basarak açıklama yapmak isteyen hanım, ressamın “Meşhur olacaksın” diyerek poz vermesini istediğini, fakat televizyon konuşmasında kendisinden hiç söz etmeyerek onu aldattığını, adının Türkan falan değil Suzan olduğunu, şarkıcılık yaptığını tüm ülkeye bağıra bağıra ilan etti, küfretmekten vazgeçmesi karşılığında haber stüdyosunda şarkı okuma hakkını söke söke aldı, güzel yurdumuz da bu sayede bir assolist kazandı. Yeri gelmişken belirtelim, bu hanım yıllardan beri beğenerek dinlediğimiz Suzan Sarar’dır.
Televizyon ekranlarında olayları izleyenler ressamın terbiyesizin teki olduğuna kanaat etmişti o akşam. Fakat ressam inatla Suzan Sarar’ın ün peşinde olduğunu, evet, onu tanıdığını fakat resimdeki kadınla uzaktan yakından bir ilgisi bulunmadığını söyleyerek anlattıklarının doğruluğunda ısrar etti. Israrını Türkan Hanım’ın mahrem bir bölgesinde yer aldığını iddia ettiği bir bene doğru uzatıp Suzan Hanım’dan da aynı yerde bir beni varsa göstermesini istediği sırada ne yazık ki yayın kesildi, ne beni görebildik ne de ressamı bir daha. Ressamın eserine sahip çıkması için çağrıda bulunduğu Türkan Hanım ise ne geri döndü Avrupa’dan ne de resme sahip çıktı. Hatta konuyla ilgili bir tek açıklama bile yapmadı. Bunun yerine dedikoduların durulmasını bekledi, sonra da eşinden boşanıp Paris’e yerleşti.
Bir süre sonra Bay Kerim Özyazıcı’nın yayınevine götürdüğü ilk dosyada bir kapak çiziminin bulunup bulunmadığı tartışma konusu olarak çekiciliğini kaybetti. Hayat hikâyesindeki her şey gibi, o da birçok bilinçli ya da bilinçsiz kandırmaca, muğlâklık ve her şeyin üzerini örten sis perdesi altında unutuldu.
Gündemimiz öyle hızla değişiyor ki, biz de zamanında pek çok konuşulan, hatta üzerine “Kapağın Olayım” isimli bir şarkı bile bestelenen bu olayı incelediğimiz dergiler sayesinde öğrendik. Türkan Hanım ile yazar arasında bir aşktan söz edildiğini de.

5 Aralık 2008 Cuma

İyi bayramlar, iyi tatiller



Keyifli Şiir

Adı keyifli şiir olacaksa
İçine bir kitap koy, tahtadan bir de masa
Huzur da olsun, olmazsa olmaz
Mutlaka demlenen bir çaydanlık sesi koymalısın ortasına

Bir kaç dost sesi uzaktan gelsin
Fazla yakınlaşmaları gerekmez
Orada olduklarını bilelim yeter
Telefonu çaldırdığımızda açacaklarına
Ağladığımızda sarılacaklarına güvenelim

Adı keyifli şiir olacaksa, olmazsa olmaz
Koy içine biraz bahar, biraz kış
İkisini de pencere kıyısından görmüş
Ev halinden anlayan bir de tahta masa