27 Kasım 2008 Perşembe

Katil olana değil edene bak

Efendim, hiçbir yerde yayınlanmamış bir öyküyü paylaşıyorum bugün. Bir deneme babındaydı bu öykü, polisiye yazar mıyım yazamaz mıyım? Benim yazdığım bu kadar oluyormuş işte: Hanım hanımcık.

Hanım

Bir zamanlar Seri Sorgulama Genel Merkezi’nin müdürü olan gayet hoş bir hanım vardı. Onun için gelmiş geçmiş en iyi sorgucu derdi meslektaşları. Bir efsaneydi camiada ve emin olun bu ünü hak ediyordu. Daha yirmi iki yaşındayken yıllarca polis teşkilatını peşinden koşturan bir soyguncuyu ortaya çıkarmakla başladığı mesleki kariyeri sayısız başarıyla devam etmiş, otuz yaşında da müdür olmuş, makam koltuğuna kurulmuştu.
Bu koltuğa çok da yakıştı doğrusu.
Merkez yıllar önce çözdüğü şu soyguncu işinden sonra dişe dokunur hiçbir başarı elde edememişti. Çözemediği davalar nedeniyle herkesin diline düşmüş, iyiden iyiye alay konusu olmuştu. Fakat yeni müdürün zehir gibi zekası, iş bilirliği sayesinde kısa zamanda toparladı kendini. Çözülmeyi beklerken tozdan vazgeçerek küflenmeye başlamış dosyalar hızla elden geçirildi, suçlular bulundu, çözümsüz davalar bir bir kapandı.
Basında kurumlarına ilişkin ilk övgü yazısı yayınlandığında çalışanların sevincini görmeliydiniz. Artık çalıştıkları yer sorulduğunda başlarını öne eğerek mırıldanmıyor, tersine gür bir sesle, övünerek söylüyorlardı merkezlerinin adını. Kurumlarını kapanmaktan, kendilerini de işsizlikten kurtaran müdürlerini taparcasına sevdiler, bir de isim taktılar ona: Hanım.
Seri Sorgulama, Hanım ve ekibinin gayretleriyle suçluların korkulu rüyası haline geldi. O güne dek soyguncuların, seri katillerin, çetelerin korkusundan hava kararır kararmaz evlerine kapanan insanlar yavaş yavaş dışarı çıktı. Şehir geceleri de yaşamaya, eğlenmeye başladı. Kepenklerini kapayacak hale düşen eğlence yerleri nasıl ayakta kalacaklarını değil bunca insana nasıl hizmet vereceklerini düşünür oldu.
Tüm bu olan bitenin mimarı Hanım’dı elbet. Merkez çalışanlarının müdürlerine verdiği bu isim giderek herkes tarafından benimsendi, efsanesi meslektaşlarının dilinden tüm şehre yayıldı.
Erkekler güzel ve akıllı olduğu için seviyorlardı Hanım’ı, kadınlar korkusuzca gezebilecekleri sokaklara kavuştukları için. Çizgi filmlerdekilerin yerine kanlı canlı bir kahramana kavuşan çocuklar da, son nefeslerini bir katilin kanlı ellerine değil de temiz temiz Azrail’e emanet edeceklerinin güvencesiyle rahatlamış yaşlılar da bayılıyordu Hanım’a.
Hanım ise gördüğü bunca ilgiden, sevgiden memnun, şehrin sokaklarındaydı hep. Gece vakti bir meyhanede balıkçılarla kafa çekerken görüyordu ay onu, güneşe bakarsanız sabahları parktaki kuğulara yem atmaktı en sevdiği uğraşı. Şehirdekiler Hanım’ı neredeyse her yerde görmeye öyle alışmışlardı ki, birkaç gün semtlerine uğramasa Seri Sorgulama’nın kapısına dayanıyorlardı. “Hanım iyi mi?”
İyi olduğu söyleniyordu onlara ve getirdikleri ufak tefek hediyeler o sırada sorguda olan zanlılara gönderiliyordu.
İnanılması güç ama hayatlarını hırsızlıkla, yasadışı ticaretle hatta kiralık katillikle kazananlar bile seviyordu onu. Nasıl sevmesinler, bir kere, hepsini canından bezdiren çete savaşlarına son vermişti. Bu çok önemliydi çünkü suç işlemeye teşne, hafif kötü biri de olsanız diken üzerinde yaşamak hiç de keyifli bir şey değildir, inanın. Bunun dışında, yolları Seri Sorgulama’ya düşen suçlular -ki hepsinin yolu ara sıra buraya düşerdi, bir nevi meslek geleneğiydi bu hal- alıştıkları gibi şiddetle değil bambaşka bir tavırla karşılaşıyorlardı. Hiçbiri kötü muamele görmüyordu örneğin. Tersine, sorgu odaları bir ev gibi döşenmişti, gözleri yaşartacak denli ev gibi. Hanım’ın teorisi en sonunda yakalanmış olmanın özünde iyi bir kalbi rahatlatacağı, bu rahatlamanın da zanlının çenesine doğrudan yansıyacağı yönündeydi çünkü.
Ufacık tefecik bir kadındı Hanım. Hani baksanız, ne otuzunda derdiniz, ne de bir efsane. Fakat birazcık konuşmaya kalktığınızda balyoz gibi inerdi üzerinize kişiliği. “Çelik gibi bir kadın valla” Böyle söylerdi onunla konuşan herkes.
Fakat bir gün geldi, çelik kırıldı.
Olan biten fazla bir şey yoktu aslında. Bir sorgulama sırasında biraz fazla içten davranan bir katille karşılaşmıştı Hanım, o kadar.
Katil, bebek yüzlü bir kadındı. Kızıl saçları, iri, mavi gözleri, korkunç masumiyeti ile ağzından dökülenler arasındaki tezat inanılır gibi değildi. İncelikli sorgulamalara girişmeye gerek kalmadan birer birer anlattı marifetlerini.
Hanım ve beraberindeki ekip kendilerini bir anda masanın çevresinde otururken buluverdiler. Sanki yorgun argın işten gelmişlerdi, sanki dışarıda kar yağıyordu, sanki sıcacık mutfaklarındaydılar ve sanki çok sevdikleri kız kardeşleri korkunç bir masal anlatıyordu onlara.
Bir değil on beş masal anlattı kız kardeş. İlk masal “Ben daha küçücük bir kızken” diye başlıyordu. Sonuncusu “İşte buradayım” diyerek noktalandı.
Anlattığı öykü bıçakla yerinden oyulmuş kalplerle aşk sözcüklerini buluşturuyordu; sevgiyle hazırlanmış sofralarla deşilmiş bağırsakları; hoşsohbet ev sahibiyle zehirlenerek öldürülmüş misafiri; akıllı ev kadınlarıyla beyni zevkle parçalanmış kocaları... Pembe ile siyah, kanarya ve kartal, narin Japon balıklarıyla bencil timsahlar aynı ruhta sarmalanmış, karşılarında da ete kemiğe bürünmüş, oturuyordu.
Sözlerini bitirince, “Evet?” dedi katil kaşlarını kaldırarak.
“Nasıl evet?” dedi sorgucular.
“E, yani şimdi ne yapacağız?”
Bakakaldılar.
Kadın gülümsedi.
“Hadi ama çocuklar, uyanın. Masal bitti. Anlattım, itiraf ettim işte. On beş kişiyi büyük bir zevkle öldürdüm. Ne yapacağız şimdi?”
Sorgulama ekibi uykudan uyanır gibi toparlanmaya çalıştı. Masanın etrafından kalktılar, öksürerek boğazlarını temizlediler, kafalarını sıvazladılar, saçlarını, gevşemiş kravatlarını düzelttiler. Hanım’a bakarak sorunun yanıtını beklediler.
Hanım hala gözlerini dikmiş o güzel kız kardeşe bakıyordu. Uzun süre bekledi. Sonunda kalkıp olmayacak bir şey yaptı, katilin yanaklarına iki öpücük kondurup çıktı odadan.
Kadın berrak, çıngıraklı bir kahkaha kopardı. Ekiptekiler şaşkın şaşkın bakınırken biri Hanım’ın peşinden koştu.
“Ne yapacağız?”
“Tabii ki mahkemeye çıkacak. Başka ne yapacağız ki, duymadın mı kadın korkunç bir katil.”
“Ama siz...”
“Evet, ben?”
“Hiç. Hiçbir şey yok. Yani bir an siz öyle sarılıp da öpünce... sandım ki”
“Ne sandın? İyi bir öykü anlattı diye onu bırakacağımı falan mı?”
O gece bebek yüzlü katil nezarette -Hanım oraya misafirhane diyordu- beklerken kapı açıldı, içeri Hanım girdi. İki fincan sıcak süt vardı elinde. Katil hiç şaşırmadı, bu ziyareti beklermiş gibiydi. Karşılıklı oturdular. Sessizce.
“Neden yaptığımı sormayacak mısın?” dedi sonunda katil.
“Hayır” dedi Hanım, “Nedenini biliyorum. Sen doğuştan bir dedektifsin. Benim gibi.”
“Bunu anlayabilmiş olmana sevindim” dedi katil. “Fakat aramızdaki fark şu ki, ben işimi yaptığım için hapishaneyi boylayacağım, sen ödüllendirileceksin.”
“Aynı şey değil. Ben hayatta bir yer buldum, işimi yapabilecek uygun bir kanal. Oysa sen kolayına kaçmışsın.”
“Kolay mı? Her biri için günlerce plan yaptım. Huyunu suyunu öğrenmek için takip etmeler, tanışmalar, kendine güvendirmeler... Onca plan kurmayı kolay mı sanıyorsun yani? Birini bile beceremeden yakalanırdı benim yerimde kim olsa. Hatta sen bile. Evet, sen bile beceremezdin on beş işi.”
“Öldürmeyi sevmem” dedi Hanım bunun üzerine.
Katil elini salladı:
“Bu basit bir ayrıntı.”
“Basit? Belki. Fakat bu ayrıntı yüzünden, sen orada, ben de burada oturuyoruz.”
“Nerede? Gördüğüm kadarıyla ikimiz de aynı yerdeyiz. Bir nezarethane! Üstelik ben yarın buradan gideceğim, sense kalacaksın.”
“Hapishaneye gidiyorsun, düzeltirim.”
“Senin içinde özgürce dolaştığını sandığın şehir ne sanıyorsun peki? Bırakıp gidemediğin her yer hapishanedir.”
Hanım gülümsedi, ayağa kalktı. Bir şey söylemeden çıktı dışarı.
Suçlu ömür boyu hapse mahkum edildi. Hanım mahkeme sürecini izlemedi, sonuçla da pek ilgilenmedi. Dolaştı da dolaştı şehirde ve düşündü.
Bebek yüzlü katil ne demişti sorguda o unutulmaz masalı anlatırken: “Meslektaş sayılırız. Siz yasaların suçlu saydıklarını yakalar adalete teslim edersiniz, ben vicdanın suçlu saydıklarıyla ilgilenirim. Kalp oyucularla, insanlığın belki de tutunacak tek dalını kıranlarla, ümidi öldürenlerle.”
Hanım, katilin on beş kişilik listesini sıraladı yeniden: Bir yaşlı kızın önce kalbini sonra da yıllardır biriktirdiği azıcık parayı çalıp kaçan yakışıklı genç, elinde olduğu halde on iki yaşındaki yeğenini ölümcül hastalığından kurtaracak parayı vermeyen cimri teyze, alacakları konusunda katı davranarak ailelerin mahvına sebep olmuş iki bankacı, yıllarca tedavi edeceğim diyerek kandırdığı hastaları uyuşturucu bağımlısı yapan doktor, düğüne gelmek yerine yeni aşığıyla kaçan gelin… Uzayıp gidiyordu bu liste ve çoğu için adalet mekanizmasını çalıştırmak mümkün değildi.
“Suçlu kim?” diyordu vicdanı ve Hanım bu soruya yanıt veremiyordu. Düşüncelerinin odağında katilin söyledikleri vardı. Neredeyse kalp atışı gibi tekrarlanıyordu kulaklarında o cümle: “Bırakıp gidemediğin her yer hapishanedir.”
Kadının söylediklerinde bir tutarsızlık seziyordu sezmesine, sözgelimi şu anda hapiste olan katilin aksine, canı istese her şeyi bırakıp çekip gidebilirdi bu şehirden. Vicdani sorumluluklarını, mesleğini, arkadaşlarını... Hayatını üzerine kurduğu her şeyi bir hapishane olarak kabul edip etmemesi sadece bir karar meselesiydi sonuçta, teorik bir tartışmaydı. Fakat başka bir soru işareti biçimlendirmişti o cümle zihninde: Hapishane ne demekti gerçekten?
O güne dek hapishanenin neyi çevrelediğini hiç düşünmemişti. Oysa şimdi katilin hediyesi olan o soru, ışıklı bir tabela gibi yanıp sönüyordu aklında. Tellerle çevrili, duvarlarla çevrili, kurallarla çevrili yerse hapishane ve herkes aynı tellerin farklı tarafında, benzer duvarların arasında, kuralların da tam ortasında yaşıyorsa… Nereden özel bir yermişçesine “hapishane” olarak söz edilebilirdi?
Ya ceza neydi? Suçla, suçun verdiği hazla karşılaştırıldığında hangi ceza yeterli sayılırdı? Sonucu ne olursa olsun, cezası ne denli büyük olursa olsun, suçluda pişmanlık yaratmayan hangi eylem suç sayılabilirdi?
Öyleyse, pişmanlık yaratmayan cezaya neden olan eylemi suçsuz mu sayacaktık?
Yoksa cezalar yeniden mi kurgulanmalıydı?
Hanım tüm sorularının yanıtını parkta buldu. Parkın yüksek ağaçlarından birinde rüzgarla sallanan yaşlıca bir erkek cesedinde. Adamın boynuna bağlanmış peçeteye şu not iliştirilmişti: “Suçluyum. Salı gecesi yemek isteyen bir evsizi kovdum yanımdan ve Perşembe günü açlıktan öldü.” Altta bir imza vardı: Bebek.
İki gün sonra, deniz kıyısındaki meyhanenin tam önünde kafası kesilerek öldürülmüş bir kadın gördü şehirdekiler. Elindeki notta kızını yirmi yaş büyük bir adamla zorla evlendirmesi ve kızının intihar etmesi nedeniyle suçlu olduğu yazıyordu. İmza yine Bebek’e aitti.
Cinayetler devam etti. Seri Sorgulama Genel Merkezi’ne alınan zanlılardan hiçbir sonuç elde edilemedi. Bebek şehrin yeni kahramanı olurken Hanım her cinayetle biraz daha uzaklaştı işinden. Sonunda istifa edip ayrıldı şehirden.
Fakat ayrılmadan önce hapishaneye, o güzel katilin yanına gitti. Camın arkasındaki masalcıya göz kırptı ve şöyle dedi:
“Bu şehirde suçlu kalmadı. İşimi yapmaya devam edebileceğim bir yer biliyor musun?”

7 Mart 2005

19 Kasım 2008 Çarşamba

Aptal Kızın Sevdiğini Birkaç Hafta Bekleyişidir
Ya da Çarşambayı Alan Selin Hikâyesi

Bir haber gelmedi senden, çıkmadı hiç ses soluk
Demiştin ki “Çarşamba yokum, düğüne çağırdı dostlar”
Ama bugün Perşembe

Gözümü kapıda çoğalttım, kulağım kardeş oldu duvar dibiyle
Gelmedin sen, esmedi rüzgâr, kapı öksüz kaldı, gözlerim güneşsiz

Beklemek güzeldi bir yere kadar umut varken ucunda
Seni kabarttım kahveyle, kendimi çoğalttım aynayla

Bekleye bekleye ateş su oldu, su döndü toprağa, toprak da küle
Peki Çarşamba gittin düğüne ama gel artık
Vallahi bugün Perşembe

11 Kasım 2008 Salı

Masal

Babaannem bir masalcıydı. Televizyonun olmadığı zamanlarda herkesi etrafına toplayıp da ağzından bal damlatan kadınlar olur ya hani, onlardan.

Biz -kardeşlerim ve ben- de çok şükür payımıza düşeni aldık, masallarını dinledik ama ne yazık ki yeterince değil.

Babaannem öyle arkasına yaslanıp da, mırıl mırıl konuşmazdı. O anda konuşturduğu karakterin kimliğine bürünür, masalı bir meddah gibi anlatırdı.

Ben ona hiç çekmemişim bir fıkrayı bile elime yüzüme bulaştırmadan anlatamam. Ama bir masal yazdım bir zaman, buyurun aşağıda kendisi. Şimdinin anneleri, teyzeleri, babaanneleri beğenir de çocuklarına okursa... Hani ailede gelenek bir şekilde devam etmiş olur belki.

Tompiti’nin Patileri

Ormandaki meşe ağacının altında, içi yosunlarla kaplı rahat mı rahat bir kovukta altı tavşan yavrusu yaşardı. Tavşan kardeşlerin patileri yumuşacıktı. Çünkü daha çok küçüklerdi, çimenlerde hopucuk hopucuk koşturmamışlardı hiç.
Kovuğun dışında nasıl bir dünya olduğunu çok merak ederlerdi ama anneleri “Daha küçüksünüz yavrum” derdi hep. “Sabırlı olun, biraz daha büyüyünce öğreneceksiniz.”
Böylece yavrular biraz oyun oynayıp biraz canları sıkılarak, biraz öfleyip pöfleyip biraz şakalaşarak bütün günlerini kovukta geçirirlerdi. Anneleri sabah erkenden çıkar, akşam olunca, kırdan topladığı birbirinden lezzetli yiyeceklerle dönerdi.
Hepsi çok sevimliydi yavruların ama en güzelleri Tompiti’ydi. Bembeyaz, kar gibi tüyleri, uzun uzun kulakları, toparlacık da bir kuyruğu vardı. Gözlerinin etrafındaki siyah, kocaman halkalar onu daha da sevimli yapıyordu. Ormandaki tüm hayvanlar onu çok güzel bulur, “Ah, ne kadar tatlı, nasıl da şirin” diyerek severlerdi. Tompiti bu övgüleri duydukça kendini çok beğenir “Dünyanın en güzeli ben olsam gerek,” diye içten içe böbürlenirdi.
Bir gün anne tavşan yine güzel yiyeceklerle döndü kırdan. Yavruları karınlarını doyurunca “Şöyle yanıma gelin bakayım” dedi. Yavrular hoplaya hoplaya oturdular etrafına.
“Artık büyüdünüz,” dedi anne. “Hep merak ettiğiniz kırlara çıkıp kendi yiyeceğinizi bulma zamanınız geldi. Bu gece güzelce uyuyun. Yarın sabah sizi dışarı götüreceğim.”
Yavrular öyle sevindi öyle sevindi ki bu habere, öyle hoplayıp zıpladılar ki kovukta, meşe ağacının tepesindeki saksağan “Yeter artık, o kadar hoplayıp zıplamayın,” diye bağırdı. “Yumurtalarımı düşüreceksiniz yoksa!”
Anne tavşan yavrularını uslu durmaları için uyardı. “Komşumuzu rahatsız etmemeliyiz” dedi. “Yine de sizi böyle sevinçli görmek beni çok mutlu etti. Demek ki, kendi yemeğini bulmaya hevesli, becerikli tavşanlar yetiştirmişim. Ne mutlu bana.”
Tompiti kibar kibar boynunu uzattı annesine:
“Anneciğim, sen yiyecekleri nasıl buluyorsun?”
“Toprağı eşiyorum,” dedi annesi. “En tatlı yiyecekler yeraltındadır çünkü. Örneğin en çok neyi seversiniz?”
Yavrular bir ağızdan bağırdı: “Havuç!”
“İşte havuç, yeraltındadır. Burnumuzla koklayıp yerini bulur, patilerimizle toprağı kazar, havucu çıkartırız.”
“Toprak mı? Eşelemek mi?” dedi Tompiti üzüntüyle. “Ama anne yumuşacık, güzel patilerim kirlenir, çirkinleşirim o zaman.”
Kardeşleri ve annesi kahkahalarla güldüler bu fikre.
“Ama canım yavrum,” dedi annesi. “Patilerimiz bizim güzelliğimiz için değil ki, karnımızı doyurmak ve bizi korumak içindir. En güzel pati en çok işe yarayandır. Yarın dışarı çıktığımızda sakın unutma bunu, e mi?”
Tompiti somurtup bir köşeye çekildi. Uykuya dalmadan önce“Ben toprak filan eşelemem” diyordu kendi kendine. “Güzel gözlerimi kocaman açar kardeşlerimin yanında beklerim. Sevimli sevimli bakarım. Dayanamaz, yiyeceğimi benim yerime onlar çıkarır o pis topraktan.”
Ertesi sabah anne tavşan söz verdiği gibi erkenden dışarı çıkardı yavrularını. Tompiti ve kardeşleri tüylerini tatlı tatlı serinleten rüzgârı, bacaklarını ısıtıp koşma isteği veren güneşi, yumuşacık çimenleri çok sevdi. Öyle çok eğlendiler ki, erkenden karınları acıktı. Annelerinin yanına koşup “Acıktık biz anne, çok acıktık” diye bağırdılar.
“ Peki, o zaman, beni takip edin. Ama sakın ayrılmayın yanımdan e mi?” dedi anneleri.
Tavşanlar hoplaya zıplaya yola koyuldular. Annenin daha önceden bildiği, güvenli bir tarlaya geldiler. Çiftçi buraya güzel havuçlar, marullar ekmişti. Önce marulların tadına baktılar. Tompiti de marulları cici patilerini kirletmeden yedi. Sonra anne nasıl toprağı kazacaklarını gösterdi. Yavrular neşeyle kocaman kocaman tüneller kazıp toprağın altını üstüne getirdiler. Tompiti kardeşlerinin topraktan çıkarıp afiyetle yediği lezzetli havuçlara baktı, tüm sevimliliğini takınıp içini çekerek yanlarında dolaştı. Ama ne yazık ki kardeşleri kendi çıkardıkları havucun tadıyla öyle meşguldüler ki Tompiti’nin güzel gözlerini de, temiz, cici patilerini de fark etmediler.
Tompiti’yi uzaktan uzaktan izleyen anne onu yanına çağırdı. Topraktan kazarak çıkardığı bir havucu önüne koyup dedi ki: “Bak canım, dünya biz tavşanlara fazla iyi davranmamış. Büyük ve yırtıcı hayvanların dişleri, kocaman pençeleri vardır. Kuşların onlardan kaçmak için kanatları. Ne yazık ki bizim patiler ve güçlü, hızlı bacaklardan başka silahımız yok. O yüzden istesen de istemesen de patilerini kullanmak zorundasın.”
Tompiti “Evet, tabii” diyerek havucunu yemeye koyuldu. İçinden de “Hiç de değil işte,” diyordu. “Ben dünyadaki en güzel tavşanım. Kim bana ne kötülük yapmak ister ki?”
Tam o sırada kardeşlerinin bağırdığını duydu: “Anne, anne, bak şu üzerimize koşarak gelene. Şu ağzından salyalar akan kocaman şey de ne?”
Anne korkuyla bağırdı yavrulara: “Ah, çiftçi bir köpek almış demek ki. Çabuk yavrularım, çabuk kaçın toprağın altına. Kocaman tünelleri kazın güçlü patilerinizle, hadi!”
Tüm yavrular aceleyle tünel kazıp köpeğin onlara ulaşamayacağı derinliklere girip saklandılar. Anne tavşan ise yavrularına zaman kazandırmak amacıyla köpeği uzağa çekmeye çalışıyor, bir o yana bir bu yana koşuyordu.
Tompiti ne yapacağını şaşırmış, annesinin yanında koşturuyordu köpeğe doğru. Son yavru da saklanınca anne tavşan hızla toprağı kazmaya başladı.
“Hadi,” dedi Tompiti’ye. “Sen de gir çabuk.”
“Ya sen? “dedi Tompiti korkuyla. “Sen ne olacaksın anneciğim?”
“Beni düşünme, kaçarım nasılsa” dedi annesi. “Gir çabuk.”
Tompiti hızlı hızlı toprağı kazmaya başladı işte o zaman. Annesini o köpeğin karşısında yalnız bırakacak değildi ya?
Akşam altı kardeş ve anneleri sağ salim yuvada buluştuklarında Tompiti’nin cici patileri toprakla pislenmiş, yumuşaklıklarını da kaybetmişti. Yine de onlar sayesinde annesinin hayatını kurtarmıştı işte. O yüzden dünyanın en güzel patileri ondaydı ve Tompiti artık gerçekten de dünyanın en güzel tavşanıydı.

4 Kasım 2008 Salı

Bana iyi şeyler söyle

Bana iyi şeyler söyle
İyi şeyler: Kuşlara ekmek verdim
Bulutlara baktım ve güneş parlıyor
Karnım doydu de bana
Eline sağlık, nasıl yakışmış giysin bedenine

Hayat öyle zorlaştı ki
Sığamıyoruz hiçbir biçime

Bana iyi şeyler söyle ne olur
Nasıl ihtiyacım var güzel haberlere

Bana iyi şeyler söyle