30 Haziran 2008 Pazartesi

Ba-Har

"Evin içinde de dağlar vardır"
Özge Dirik

Her kadının giyindiği bir bahar
Kışa hazırlandığı bir de aynası vardır
Bakma geçici ikametgâh ilmühaberlerine
İçinde yaşadığımız tek evdir hayat

Evin içinde de dağlar vardır

Her kadın bilir kışın mutlak geleceğini
Çıkınına saklar, kalbine saklar
Akıp giden güzelliğine sarar da saklar
Her kadın kendine kendinden yarattığı bir dağ saklar
Bilir çünkü bir gün kendisine yalnız o dağ kalır

Evin içinde de dağlar vardır

Ben de pek çok evin yolunu bilirim
İçinde kaybolmuşluğum, sonra bulmuşluğum vardır
Bilirim tutunacak kendimden başka dağ yoktur gerçekte
Fakat her dağın ortaya çıkabileceği bir depreme ihtiyacı vardır

Evin içinde de dağlar vardır

23 Haziran 2008 Pazartesi

Canımdan bir parçasın, dilerim hep mutlu olasın

Dan dan dan! Bugün 23 Haziran.

20 yıl önce bugün, bir çocuk doğdu: Akhan Ege.

O benim oğlum.

Yaptığım en güzel iş, yazdığım en güzel şiir o.

21 yaşına basıyor bugün. Dilerim mutlu olsun hep, güzel yüzü hep gülsün.

Aşağıdaki yazı onun için.


Güzelleme


Düşün bir, duymak için bir değil tam iki kulağın var. Bu iki kulak çok işe yarar, farkında mısın?
“Merhaba canım” diyen sesini duyabilirsin sevdiğinin. “Aynı fikirdeyim” der gözlerinin içi gülerken arkadaşın. El sıkışmadan anlarsınız çoğaldığınızı, bir sıcaklık avucuna yayılır.
Bir anı sesle başlamıştır, belleğine kazınır. Ölene kadar unutmazsın o sesi. Bir sarılmayla bütünleşen sımsıcak bir vücut: Annen. “Aferin” demiştir çünkü sana ve sen bu aferinin peşinde yıllar boyu koşarsın.
Bir gün duyduğun bir söz bütün hayatını değiştirecek diye umutlara nöbetçi bekler kulakların. Bir gün bir sesin ne anlama geldiğini anlayacak diye bekler kulakların. Bir gün birisini bulacak, bir gün o sesi duyacak diye öfke ve heyecan içinde bekler kulakların.
Farkında mısın, iki tane kulağın var: Küfrü duyup öfkelenmeye yarar. Korkaklığı algılayıp tiksinmeye, anlatılanları paylaşmaya, öğrenmeye ya da. Kulakların işte bu işlere yarar.
İki gözün var, farkında mısın? Bu iki göz, senden bir parça olan çocuğunda yeniden hayat bulduğunu gösterir sana. Aynada yalnız yüzünü görürsün. Ruhunu görmek istersen dik gözünü gözlerinin içine bak.
Meydanlarda binlerceyken önündekinin ensesini gösteren yanılgılarına kanma sakın, bir tek kişinin gözlerinde binleri gösterebilen gözlere bak.
Gözlerin bir kuyudur: İçine bak.
Sonsuz bir bacadır: Dışına bak.
Seyreyle dünyayı, görüp görebileceğin son manzaranın tadını çıkar.
Gözlerini sakın boş verme: Birinin içine bile dünya sığıyor. Gözlerin ne kadar iyi, ne kadar güzel. Farkında mısın?
Ellerini kavuşturma birbirine, bırak açık dursun. Onlar bir çiçeğin yumuşaklığını anlatır sana. Suyun akabilir, ateşin yakabilir, havanın elle tutulabilir olduğunu, toprağın nankör olmadığını, dünyayı başkasının sana vermediğini, onu senin kurduğunu, bunları bunları ve başkalarını ellerinden öğrenirsin.
Ellerin ne denli yararlı, farkında mısın? O büyüdükçe buruşan ellerin neler yapar bir düşünsene.
Bütün gece o ellerle resmini çizersin, yanında olmayı delice istediğin gelir yanına. Kollarını sonuna kadar açarsan kollarının ucundaki o iki küçük terazide iki dünya durur. Kucaklayabildiğin senin olur.
Ellerin bildiğinden daha beceriklidir. Mesela sen dünyanın kıyılarında gezinirken ellerin akşam yemeğini hazırlayıp koyuverir sofraya.
Ellerin her zaman senden yaşlıdır. Bilgedir. Her zaman senden önde gider.
Bir düşünsene, yeni bir dünya yaratabilirsin “Hayır” demeyi de bilen ellerinle. Çocuklarına kalanı ellerinle kurarsın, farkında mısın? Sen elini birinin eline verdiğinde bir anda iki değil onbin kişi olursunuz. Bunun da farkında mısın peki?
Halaya duran ayaklarına iyi bak: Bütün gövdenin yükünü taşıyor onlar.
Sıcak bir günde başın döner, çok yukarıda sanırsın kendini. O zamanlarda fırsatı kaçırma, seyre koyul iki akıllı parçanı. Ayakların kendini bilmediğin zamanlarda seni, seni bilenlere taşır.
Üzerine bastığın her santimetrekare toprak ayaklarının sayesinde, orada olduğun sürece senindir. Biliyor muydun bunu?
Ayakların seni geleceğe taşır: Adımlarını saymayı sakın unutma!
Koşmayı öğrendiğin zaman bırak koşacağın yönü onlar belirlesin: Ayaklarını özgür bırak ki seni doğruya taşısınlar.
Her zaman saklıyorsun bu iki güzel kanadı. Ayaklarını yani. Bir gün dene, ayakkabılarını fırlat at. Çoraplarını çıkar. Çıplak ayaklarının altındaki koşturmacayı hisset: Sürekli ilerleyen, gerileyen, çöken sonra yine yükselen yani devinen yani kıpır kıpır sürekli yeniden kurulanı yani dünyayı. Ayaklarını saklama, özgür bırak onları. Ne kadar duyarlı olduklarını anlayacaksın.
Ayaklarına güvenmeyi öğrenmelisin. Senden daha inatçı olduklarını bilmelisin. Bir baksana yönleri ileriye doğru. Geriye dönmeyi sevmezler yani. Düşmanların neden önce ayaklarına düşman olur, anladın mı?
Konuşabiliyorsun ne güzel. Gördüğünü anlatabilirsin insanlara yani. Görmediğini de. Varolduğunu bildiğini anlatırsın, varolmasını istediğini de.
Kendini sözcüklerle anlatabiliyorsun, ne güzel. En sevdiğin yemeğin adını nasıl söylerdin başka türlü. En iyi şeyin özgürlük olduğunu, rüzgârın seni nasıl eğlendirdiğini, yollarda bir başına gezmenin de güzel olabileceğini ve hayatın bazen iyi davrandığını sana, söyleyebiliyorsun. Ne güzel.
Konuşarak anlayabilir, anlatabilir, paylaşabilirsin. Konuşarak düşlerini gerçeğe dönüştürebilirsin. Kendinle konuşabilir ya da milyonlarca kişiye seslenebilirsin. Sesinin hiç yok olmadığını senden sonra da uzak gezegenlerde yaşadığını biliyor musun? Konuşarak yeni dostlar bulabilir, düşmanlarınla tanışırsın. Konuşmak silahındır, mermisiz işler. Ne güzel.
Durumun vahametini senden önce fark eden burnuna iyi davran. Oynama onunla, kalkık olması için uğraşma. Burnun Tanrının elinin değdiği tek yerdir yüzünde. Beğenmezlik etme. Burnun yüzünü ikiye böler, bu yüzden insansın; ne melek, ne şeytan..
Yüzünün bir yanı doğuya bakar burnun sayesinde. Bir yanı batıya. Bu ülkede yaşamanın ne demek olduğunu anlamak için burnunun yüzünde çizdiği doğruya bak.
Kalbine giden kokunun ne olduğunu fark ettiğinde âşık olmanı sağlayacak olanın burnun olduğunu bilmiyor musun? Sevgilinden ayrıldığında en çok kokusunu özlemez misin yani?
Burnuna iyi davran. Çiçekler götür ona. Kolonya sun, şeker tut.
Bir kalbin var, beynin de. Yani sen insansın. Sevebilirsin de, istersen. Nefret etmeyi becerebildiğin kadar yapabilirsin bunu da.
Doğru olmayı, dürüst olmayı, iyiyi görmeyi becerebilirsin. Ne olursa olsun umudunu diri tutmayı başarabilirsin. Ağlamayı da, gülmeyi de bilirsin. Yazı yazarsın, hayal kurarsın. Olmayanı oldurursun. İnsansın ya, içine belkiyi de doldurursun. Dünyanın en iyi şarabı senin eserindir: En kahredici yalnızlıkları fıçılar, en güzel birliktelikleri damıtırsın.
İnsansın! Nefes almak için ciğerlerin, işlemek için kalbin var; düşünmek için beynin. Aşık olabilir, kavga edebilir, hiç bir şey yapmayıp bir köşede oturabilirsin. Koşar, korkar, çiçeklere su verir, çeliği unutmazsın. En güzel günleri sen yaratırsın, en korkunç işleri becerebileceğin gibi.
Sen insansın: Yok eden ve var eden sensin. Senden gelir her şey, sana döner: Atış açını iyi hesaplamalısın.

Wesvese-Mart 2003

20 Haziran 2008 Cuma

Ayrılanlar İçin

Şimdi...

Bu sabah mutat blog ziyaretlerimi yaptığımda iki blog kardeşimin eşlerinden/sevgililerinden ayrıldıklarına dair yazdıklarını okudum.

Ben onlara sarılmak ve demek isterim ki: "Geçecek. Geçmekle kalmayacak, daha iyi olacak hayat"

Nereden biliyorum? Kendimden.

Aşağıdaki yazıyı taa ne zaman yazmıştım ben. On yıl? On beş yıl? O ayrılığın üzerinden kaç yıl geçti onu bile anımsamıyorum şimdi. Oysa yazı nasıl da canı acımış bir kadının çığlığı, değil mi? Nasıl da ağlıyorum. Gerçekten de acımıştı canım, öyle böyle değil. Ya şimdi?

Hani diyeceğim şu işte: Her şey geçiyooooor. Siz kendinize iyi bakın. Bir de annem der ki: "Enine bakma, sonuna bak" Siz de sonuna bakın yazının.

Sevgiler.


Salata


Diyorum ki:
- Sen gölgelerin kralısın. Etrafta bunca sözcük uçuşurken bir tek söze muhtaç kalmışsın. Bu yüzden herkesin önemsediği, bir tek senin takmadığın bir saltanat seninki.
Bakıyorum da iyi saklıyorsun bir teki bile görünmüyor, cam kırıklarıyla iliştirilmiş saçına başka yalnızlıklar. Ama ben sana her bakışımda, açtığın yıldızlı ve yapışkan yolda sekiz kadın cesedi görüyorum. Kimsesizliğinin girdabına kapılmış, peşinsıra sürükleniyorlar. Böylece aslında sen, sekiz cesedin bileşimisin.
Sen kimsin? Kalabalıkta öyle çok, yalnızken öyle az kendinsin ki, şaşırıyorum sana bakarken, hangisi sensin? Hangisi sensin, öyle çok ve az kendinsin ki...
Öyle dokunulmaz görünüyorsun ki, kimse yaraların olduğuna inanmıyor. Sana bilenen bıçaklar derinlerde gizli. Öyle sağlam duruyorsun ki, kırık çıkıkçı niyetine kullanabilir insanlar seni. Ama senin trajedin burada gizli. Hepimizin kalbi et tadındadır da, bir seninki çeliktendir sanıyoruz. Bu yüzden kalbinin kapısını araladığın herkes makine yağı yerine kan kokusu duyar duymaz kaçıyor senden. Bu yüzden kimselere göstermiyorsun artık onu. Bu yüzden hayalet bırakıyorsun arkanda, her yere gölge çiziyorsun...
Sırrını bir ben biliyorum. Herkesin imrendiği, senin eski bir hırka gibi uyuşukluğuna sarındığın saltanatın senin hapishanen. Tut elimden, bu bataktan kurtarayım seni. Evinin erkeği ol.
Sen de diyorsun ki:
- Sen yalnızlıkların hüzünlü prensesi, Afrikalı Rapunzel. Kıvırcık saçların hiç uzamaz, kulenin altından geçen prenslere saçlarının yerine gözyaşları uzatırsın.
Kaç kez gördüm, masallar sürsün diye üvey annesinin sunacağı zehirli elmayı, kendi ellerinle hazırladın Pamuk Prenses’e.
Sokaklarda gördüm seni, kimi zaman Leyla’ydın, kimi zaman Süreyya. Rapunzel de olsan, kaz çobanı prenses de her zaman öyle çok kendindin ki.
Bu yüzden canını yakan imdadı yine senden istedi. Gözyaşlarının soru işareti olduğunu bilmezlerdi. “Beni sevebilir misiniz” derdin “Öyle yalnızım ki...”
Senin yalnızlığını şefkat sandılar. Cömertçe açtığın kucağında kaya gibi sağlam, vazgeçilmez bir sığınak buldular. Rahatça yaslandılar sana, gözyaşları bitince de birer birer çekip gittiler hayatından.
Sen ikinci sınıf bir film artistiydin. Tüm ömrü boyunca uzamayan saçlarıyla Rapunzel’e dublör kalan. Eskilerden elinde kalan yalnızca merhametindi, kahrolasıca merhametin. Benim göründüğümün tam aksiydin sen. Kolayca ulaşılabilirdin, bir mendil gibi buruşturulup atılabilirdin.
Şimdi ben de bırakıp gidiyorum seni.
Sana “git” dedim, hayatında sana kapıyı çekip gitme fırsatını tanıyan tek erkektim. Gitmedin.
Öyleyse kal geride. Bensizken alıştığın hayatına geri dön. Geceye çizdiğin şekiller avutsun seni. Tek başınayken dinlediğin tanınmaz gülüşmelere, kahkahalara ve dehşet çığlıklarına yaslan.
Yalnızsan, güçlülük olmaz ya hep bunun adı. Sen de güçsüzlüğünü sırtlan.
Seni Neriman Köksal sananlar utansın kendinden. Sen iflah olmaz bir Muhterem Nur’sun ve ben de bu yüzden çekip gidiyorum hayatından.
*****
Benim Neriman Köksal olmadığımı anlayan ilk kişiydin sen. Kalbimi açtım sana. Başıma gelenler de hep bu yüzden.
Biliyor musun seni bulduğum günden beri çok şey değişti. Kalbimin ortasına basmayı göze alan yolcuydun sen. İzlerini kazıdın, herhangi bir şey olmuş gibi gidiyorsun şimdi.
Ah, kader kaçkını, ah cahil! Kalbimden geçerken hangi yurtsuza ev kurdun sevgimden?
Senden sonra kaç kimsesizi konuk edeceğim kalbimde? Hangi gezgine yadigar kalacak? Kim tutar ki senden sonra bu yolu?
Ne sanıyorsun, unutulur mu kolayca, unutulur mu? Bir düşünsene, bir aşkın kinini kendinden başka hangi su yıkar?
Dediklerini anladım. Aşk bu. Yürüyüş, değişkenlik, birarada kalamayış ama yine de...
Gittin. Bir şey kalmamış gibiydi benden sana. Gittin. Arkanda bitmemiş bir sürü aşkı sürükleyip gittin. Korkaktın. Şanssızdın. Kaçtın.
Beni güçsüz olup da güçlü görünmekle suçlayarak gittin. Dinlemedin, acımadın. Arkandan gelmeme izin vermedin. Sana ulaşmama fırsat tanımadın. Kendi kendine karar aldın ve gittin.
Sen gittikten sonra uzunca bir süre bütün bıçaklar bileğime yakın durdu. Caddelerde arabaların farı gözümü aldı. İn-ti-haaaar diye inledi tren rayları. Herşey beni diğer tarafa çekiştiriyordu. Hayatın ipini yakalamak için çok uğraştım.
İşe gittim, eve geldim. Çok içtim, çok ağladım. İpe sapa gelmez kırkbir şiir yazdım. Her gece seni aradım. Sesini duyar duymaz telefonu kapadım.
Sen istediğin kadar bana masal kedisi de. Ben kulede bekleyen Rapunzel olmadım. Seni geri alabilmek için çok uğraştım.
Hiçbiri işe yaramadı. Bıçaklar bileğime daha çok yakınlaştı, araba farları gözüme girdi yine. Evdeki elektrik süpürgesi bile intiharrrrrr diyerek çalıştı.
Hırsımı saçlarımdan aldım. Bir kestirdim, bir boyattım. Tırnaklarımı uzattım. Kopkoyu makyajlar yaptım. Başkaları geldi bana. Sen gelmedin.
Canım acıdı. Vazgeçtim.
Yalana gerek yok. Ben seni çok sevdim. Ama baktım olacağı yok, kendimle uğraşmayı bıraktım. Seninle uğraşmayı bırakmak demekti bu. Seni bıraktım.
Kış bitti. Bahar geldi. Bahara tomurcuklanacak dalım yoktu. Hiç niyetlenmedim. Kıştan kalma bir enkazı toparlamaya devam ettim. Bazan yazmayan kaleme inat, yazıya onunla devam ederkenki inadındır hayat. İşte o baharı da yazmayan kalemlerle kırkiki şiir yazarak geçirdim.
İşe gidiyor, eve geliyordum yine. Giderek daha az ağlıyordum. Günler kısalıyordu ama hala eve döndüğüm zaman batan güneşi görebiliyordum. Mutfakta çalışmak yine hoşuma gitmeye başlamıştı ve ben bunu bahara yoruyordum. Bahar der demez aklıma sen geliyordun.
Baharın son günleriydi. İşten geldim. İçimde ne zamandır unuttuğum bir sevinç. Dertten değil keyiften bir kadeh rakı koydum soframa. Radyoyu açtım. Fasıl vardı. Sonra inanılmaz tizlikte bir kadın sesi duydum. Çok kötü söylüyordu “Hani o bırakıp giderken seni” Bu şarkının sözleri hakikaten böyle miydi?
Bir baktım şarkı söylüyorum. Bir baktım ağlıyorum...
Öyle ferahlatıcıydı ki ağlamak. İçtim, söyledim, ağladım. Ağladım, söyledim, içtim. Şaşırarak fark ettim ki, artık ne söylediğim şarkı aynıydı, ne de senin için ağlıyordum.
Kalktım, ağlaya ağlaya bir salata yaptım. Seni doğradım önce, ince ince. Domateslerin kabuğunu soydum, hiç üşenmeden soğanları ovdum. Maydanozları ayıkladım tek tek, nane yapraklarıyla karıştırdım. Radyoda kardeşimin on sekiz yaşının aşk şarkısı çalıyordu. Üşenmedim onun için de bir posta ağladım. Biberler daha bir tatlandı. Günler hep bana geçecekse böyle geçsin niyetine, bol zeytinyağı döktüm salatama. Burukluk hayatımda değil salatamda olsun diye kendi ellerimle ekledim sirkesini. “Her şey geçer” diye söylendim kendi kendime. “Her şey biter. Kalmaz aşkların ne başı, ne sonu, ne ortası. Hadi sözcüklerin güzel satıcısı, bahar akşamlarının sihirli salata ustası, bir şiir çek bana. Duble olsun”
Sonra seslendim içeriye, kimse olmadığını bile bile:
“ Hayat hazır, sofra hazır. Buyrun yemeğe”

18 Haziran 2008 Çarşamba

Bor'dan bilimkurgu 2. Bölüm

Anımsayacaksınız,"bor şöyle iyidir, bizde de böyle çoktur" tandanslı kompile teorilerinin ortada döndüğü sıralarda bir bilimkurguya niyetlendiğimi yazmıştım burada. Ve bir bölümünü de yayınlamıştım.

Aşağıdaki bölümde ana karakterlerden TürkanT'nin hikayesi var.

İyi okumalar:)

"Bor"dan Bilimkurgu
2. Bölüm

BeyBey’in yoksullarının dilinden düşmeyen bir söz vardır: “Herkes bir kentin en değerli hazinesinin çöplükten çıkacağını bilir” derler. “Hele ki çöplüğün giriş kanalları artık tıkalıysa”
Ahmetti, İsti’ye gelen son göçmenlerdendi. Kente ulaştıktan üç gün sonra Ana’yı İsti’ye bağlayan tüm yollar kapatılmış, hızlı tren hattının seferleri durdurulmuş, Ana’yla İsti arasındaki ulaşımlara şirket pasaportu zorunluluğu getirilmişti. Bir şirkete bağlı olmayanların elini kolunu sallayarak kente girmeleri artık olanaksızdı. Buna karşın İsti’den göçler özendiriliyor, kentteki billboardlardan, televizyonlardan, radyolardan isteyen herkese gidişe açık pasaportlar verileceği bangır bangır ilan ediliyordu. Ana’daki iş olanakları, yaşanabilir temiz köyceler ballandırılarak anlatılıyor, ailecek yapılan göçlerde iş bulma garantisinin yanısıra bedava evler -hem de öyle üst üste yaşanan apartkatlar değil iki, üç odalı müstakil villalar- çocuklar için ücretsiz eğitim, bedava enerji sözleri veriliyordu. Gün geçmiyordu ki Ana’ya göçme akıllılığını göstermiş bir şanslı ailenin günlük yaşantısı naklen TV kanallarında boy göstermesin.
TV kanallarının gösterdiğine bakılacak olursa, masallarda anlatılanlara benzer bir hayat vardı Ana’da. Ebeveynler sabahın kör karanlığında yeraltı trenlerine tıklım tıkış binmek için değil, güneşli evlerinde güzel kahvaltılar etmek için uyanıyorlardı güne. Kahvaltı sofrası diye bir şey vardı o evlerde. İsti’nin zenginleri gibi organik besinler yiyorlardı. Güneşten yanmış yüzleriyle mutlu çocuklar haşlanmış yumurtaları kaşıklarken, spiker, akıllılık ederek Ana’ya göçmüş olan her aileye bir çift tavuk ve bir horozdan oluşan kümesin ücretsiz verildiğini anlatıyordu. Becerikli bir aile bu kümesi çoğaltabilir, istediği zaman yumurta ve et yiyebilirdi.
İsti’de doğdukları günden beri yapay besinle büyüyen soluk yüzlü çocuklar ağlayarak yumurta yemek istediklerini söylüyordu ana babalarına.
İstili yoksullar bir peri masalı seyreder gibi, kahvaltıdan sonra babanın tertemiz işçi tulumlarını giyerek onu almaya gelen madenci servisine binişini izliyordu. Çocuklar ve anne, yüzlerinden kan damlayan arkadaşlarıyla şakalaşarak güneş enerjisiyle çalıştığı üzerinde büyük harflerle belirtilen otobüsteki rahat koltuğuna yerleşen babaya el sallarken spiker anlatıyordu: “Ana’da her iki ebeveynin de çalışması gerekmez. Yasalar anne ya da babadan istekli olanın madende çalışmasını yeterli bulmakta.”
Ekrandaki şanslı hemcinsleri çocuklarını öperek okula uğurlarken, İsti’nin çöpçü kadınları gün boyunca topladıkları kimyasallarla parçalanan ellerine bakarak iç geçiriyordu. Ertesi gün eşleşme bürolarını ziyaret ederek bir koca bulacaklarına dair söz veriyorlardı kendilerine. Ana’ya gitmeyi, kendilerinin yerine çalışmayı kabul edecek bir koca.
Ekrandaysa Ana rüyası devam ediyordu. Ailenin hanımını her işi bilgisayarla yönetilen evde televizyon izleyip kahve içerken bırakan kameralar, buradan okula geçiyorlardı. “Ana’da yaşayan her çocuk ücretsiz eğitimden yararlanma hakkına sahiptir” diyordu ağzından bal damlayan spiker.
Okulda tertemiz giyinmiş çocuklar gülüşerek öğretmenlerinin gözetiminde ağ simülasyonuyla dünyanın dört bir yanını dolaşırken, parlak güneş altında spor yaparken görüntüleniyorlardı. Parlak gözlü, güneş yanığı çocuklar.
Anne babalar şirket okullarına giden ve çoğu derecesiz bulunarak daha şimdiden hayatını kendisi gibi geçireceği kesinleşmiş çocuklarına bakıyordu. Babalar Ana’ya göç etmeyi geçiriyorlardı içlerinden. Ve pek çoğu gidiyordu.
İsti yarı yarıya boşaldı. Kentin yoğun kalabalığı yine de azalmadı ama.
Ahmetti “Salaklar” dedi gidenlere yine de çenesini kapalı tuttu. Ana’da öğrendiği ikinci şeydi çenesini kapalı tutmak. Birincisi ise, yapılan propagandanın baştan aşağı düzmece olduğuydu.
Onu kabul edecek küçük bir şirkete kapılanmak için çok uğraştı ama hiç şansı olmadığını kısa zamanda öğrendi. İki seçeneği kaldı: BeyBey cehenneminde zebani olmak ya da o cehennemde yanmak.
BeyBey’dekilerin yaptığı tek yasal iş çöpçülüktü. Bu işi yapmayı düşünmedi bile. Ana’dan ölmek değil, yaşamak için gelmişti. Hap, organ, çocuk köle sattı. Başkalarının hayatını önemsemenin insanın başını derde sokacağını biliyordu, önemsemedi. Sonunda iki sokak dövüşçüsü alacak kadar para biriktirmeyi başardı. İkisi de iyiydi, çok para kazandırdılar Ahmetti’ye ama üçüncüsü herkesten iyiydi.
BeyBey’de şimdi bile adı söylenen Seher Roz on beş yaşındaydı Ahmetti’ye geldiğinde. Çöpçülük yapan ailesinden nefret ediyordu. Yoksulluktan da nefret ediyordu zaten, dünyadan da. Bu yüzden belki de, iyi bir dövüşçü oldu on sekizine geldiğinde. Kurnaz ve acımasız. On dokuzunda Ahmetti’den hamile kaldı, TürkanT’yi doğurduktan sonra girdiği ilk kavgada öldü: Küçük kızını çok sevmişti.
Ahmetti kadının bu sevgi yüzünden acımasızlığıyla birlikte hayatını da kaybettiğini düşündü. En kaliteli dövüşçüsünü yitirdiği için pişmandı. Bir daha sevginin “s”sini bile duymak istemiyordu. Alabildiğine acımasızlaştı.
Fakat TürkanT başkaydı. O da kızını çok sevdi.
TürkanT babasının BeyBey’in efendilerinden biri olduğunu sürekli hissederek büyüdü. İsti’de yaşayanlardan kadar zengindi neredeyse Ahmetti ama zenginliklerinin kaynağı olan yerde, BeyBey’de yaşamaya devam ettiler.
Ahmetti “Hayat her yerde aynıdır” diyordu kızına. “İsti’dekilerin de bizim de istediğimiz tek şey para. Biz parayı bu çöplükten kazanıyorsak çöplükten daha da beter olmalıyız. Yumuşayacağımız bir yere gidemeyiz. Ölürüz o zaman.”
Böylece TürkanT okula gitmeden ve alabildiğine şımartılarak büyüdü. Öğrendikleri BeyBey’deki hayata dairdi. Ahmetti ne kadar iyi olursa olsun bir gün yaşlandığında yenileceğini biliyordu. TürkanT onun yaşlılık sigortasıydı. Kendisinin bir benzeri olması için elinden geleni yaptı. İşleri öğretti, büyüdüğü zaman kızına bir imparatorluk bırakacaktı.
Ne var ki TürkanT henüz on beşindeyken olan oldu, dövüşçülerinden biri Ahmetti’yi ikiye biçti. TürkanT adamın Ahmetti’nin en büyük rakibi olan Sakiraga tarafın kiralanmış bir casus olduğunu öğrendiğinde çok geçti artık. Ahmetti’yi ortadan kaldıranların insafına sığınamayacağını bilecek kadar çok şey görmüştü kız, imparatorluğu falan düşünmeden yanına alabildiği tüm parayla birlikte, babasının cesedini de ortada bırakarak İsti’ye kaçtı.

16 Haziran 2008 Pazartesi

Sözüm Çoğaldıkça Azalsın Sesim

Ne yapalım tanrı çift kanallı kaydetmiş sesimi
Söylemediklerim
Kullanılmamış, sakat bir yaz
Mahzun, gücenik biraz

Paketinde tozlanmış hediye benim sesim
Testereyle kesilen kumaş
Ne yapalım tanrı öksüz bir dil vermiş bana
Tırtıklı, önceden bitmiş, işe yaramaz

Susmak işte. Has şiirim.
Sözüm çoğaldıkça azalsın sesim.

13 Haziran 2008 Cuma

Bazı çocuklar erken ölür...

Bu çocukların özellikleri şunlardır:
a) Vahşidirler. Hayata uyum sağlama yetenekleri yoktur. Bu nedenle ipin ucunu ölüme doğru çekiştirip boğazlarına dolamakta tereddüt etmezler. Bu ölüm bizim bildiğimiz anlamda fiziki bir ölümle sonuçlanmaz her zaman. Hatta çoğunlukla sonuçlanmaz. Çayı fazla tüketenler, sigaraya erken yaşta bağlananlar ve sevgililerini sevip sevmedikleri sorusunu ceplerinde sürekli taşıyanlar bunların arasından çıkar.
b) Annelerini severler. Onsuz bir hayat tasarlayamayacak kadar çok severler. Anneleri bu sevgi karşısında sakatlanmaktan korkarak kaçar ve en çok o zaman bu çocuklar erken ölür. Bir kısmının sanatçı, bir kısmının ruh hastası, çoğunluğunun boğazına düşkün olduğu gözlenmiştir.
c) İnsanlara güvenleri yoktur. Gerçekleri erken yaşta tanımamak için büyük gayret sarf ederler. Bu gayret onları büyümekten alıkoyar. Bu yüzden bu çocuklar yaşlanıp öldüklerinde de hiç yaşamamış sayılır, Araf’a giderler.
d) Yeniden doğuşa inanmazlar. Yeni sözcüğü onlar için imkansızdır. Hep ve kesintisiz demeyi bilirler. Yaşam bir zaman içlerinde bir yerde donmuş, arkasından gelen her saniye o an olarak yaşanmıştır. Böylece hayat hep aynı görüntüyü sunan bir bitmiş tablodur onlar için. Sürekli değişen görüntülerin yansıdığı bir ayna değil.
e) Kırılgandırlar. Öyle kırılganlardır ki, onlara bir bardak çay sunmanız büyük bir hakarete uğramışlık duygusuna neden olabilir. Kendilerine pasta pişirmiş bir anneleri yoksa özellikle böyledir. Çayın yanında sunulmamış pastaların özlemini çekerek ölürler. Onları bu yoksunluktan kimse kurtaramaz.
f) Hesap yapmayı beceremezler. Bankada paraları olmadığı gibi, olanı da bitmez bir vicdan azabı duygusuyla başkalarına dağıtırlar. Hesap makineleri de en az abaküsler kadar kesici aletlerdir onlar için. Boncukları yutmama konusundaki çabalarına sayılara küfretme eğilimleri eşlik eder.
g) Uyumsuzdurlar. Sorun bakalım; neye uyumsuzdurlar?

Bu çocuklara rastlama ihtimalinizin olduğu yerler şuralardır:
a) Kapı önleri: Bırakıldıkları yerden ayrılmaya cesaret edemeyen grup buralarda toplanır. Kapı zillerini çalıp kaçanlara buruk gözlerle bakar, çöp tenekelerini devirmekle yetinirler.
b) Otobüs durakları: Ölümü sonsuz bir bekleme yeri olarak görenlerin bir kısmı burayı tercih eder. Otobüslere binenlere hayret ederek , birbirlerine dirsek atarak, gitme eyleminin nasıl bir ruh hali gerektirdiği hakkında tartışarak beklerler.
c) İş ve İşçi Bulma Kurumu kuyrukları: Birilerinin kendilerini de bu hayata dahil sayarak onlara iş vermesi başlarına gelecek mucizelerin en güzelidir. Ancak bir iş bulabildikleri taktirde ondan kurtulmanın yolunu da hemen bulacakları kesindir.
d) Yol kavşakları: Trafik ışıklarının renk değiştirmesinin kendilerinde yarattığı psikolojik baskı yetmezmiş gibi karar vermelerini gerektiren kavşak noktaları iyice çaresiz kalmalarına neden olur. Bu halleriyle trafik sıkışıklığının başlıca nedenlerindendirler.
e) Hastane önleri: En iyimser olanlarına hastane kapılarında rastlayabilirsiniz. Erken ölümlere çare olabilecek doktorların yetişmesini dinmeyen bir ümitle beklerler. Daha çok beklerler.

2006-Picus

11 Haziran 2008 Çarşamba

Aşk Diyorum Sen Geliyorsun Aklıma

Aşk diyorum sen geliyorsun aklıma
Bu diyorum herkesin söylemiş olduğu sözdür
Neden farklı benim dudaklarımda?

Gülüyor söz
sen varsın onda. sen varsın onda.

İki çiçek boynu bükük duruyor kaldırım kenarında
Bu diyorum herkesin geçtiği sokaktır
Neden bir benim gözüm değiyor onlara?

Fısıldıyor rüzgar
sen varsın orda. sen varsın orda.

Suyu bardağa koyuyorum, mis gibi kokuyor elma
Bu diyorum herkesin içtiği sudur
Neden şeker şerbet geliyor bana?

Çağıldıyor su
sen varsın onda. sen varsın onda.

Bunda bir iş var, yüzümü güldüren o
Hayatın basitliği gibi doğru, soluğu çözmüş
Oturmuşum bir sakin akarsu başına

Geçiyor hayat
Sen varsın onda. Sen varsın onda.

13 Aralık 2002

9 Haziran 2008 Pazartesi

Eskilerden

Eskilerden bir yazı aşağıdaki. "Çok yakında otuz yaşıma giriyorum" diye yazmışım. Yıl 1997 idi bunu yazdığımda. Ankara'da yaşıyordum. İstanbul'daki ailemi çok özlüyordum.

Yıl 2008 şimdi. İstanbul'dayım. Hala ailemi çok özlüyorum. Bir toparlanamadık gitti yahu:)

Annemsiz Çay Saati Düşünülemez

Kardeşim geldi İstanbul’dan. Ne zamandır görmemişim. Nasıl sevindim. Gece uykudan ağırlaşan göz kapaklarımıza inat uzattığımız bir sohbetin orta yerinde “Abla” dedi, “Annemin çay saatlerini hatırlıyor musun?”

Aklıma nedense reçelli ekmek ve süt geldi. İkisinden de nefret ederdim. Ama annemin çay saatlerinden asla. Bu saatlerden hiçbirinde reçelli ekmek ve süt ikilisiyle karşılaşmamıştım çok şükür.

Eğer annemin keyfi yerindeyse, dışarıda yağmur varsa (Eskişehir’in yağmuru da soğuğu kadar ünlüdür) ve biz ödevlerimizi yapmışsak... Annemin bütün işleri bitmişse... İki yaş küçük kardeşim Ayşegül’le kavga etmemişsek, yani yüzümde tırmık izleri, ellerimde onun saçları yoksa... en ufağımız Gülten uyuyorsa ya da en azından ağlamıyorsa... mutfaktan gelen dayanılmaz vanilyalı şekerli kokuyu duyardık.

Mutfak kapısından başımızı uzatır sorardık anneme “Nazan’ı da çağıralım mı?”
Annem hiç “Hayır” demedi bu soruya ama nedense “Evet”i duyunca sevinir, iki ev öteye koştururduk. Nazan, kardeşimle benim paylaşamadığımız en önemli şeydi.Ama onunla ve annemle birlikteyken sesimizi çıkarmaz, çayla keki paylaşırdık. Dışarıda hep yağmur yağardı böyle günlerde. Belki de ben şimdi öyle hatırlıyorum.

Yağmurun ve çaydanlık sesinin verdiği huzurdu sanırım bizi her zamanki gürültümüzden vazgeçiren. Toprağın ıslandığı zamanki neşesi; yani kokusu kekin, çayın ve en önemlisi annemin evinin kokusu. Bir de elimizdeki sıcaklık. Yalnızca çaydan ve kekten gelmiyordu o sıcaklık. O zamanlar ben bu yüzden sanıyordum ama değildi. Değişikti. Sıcaklık çay saatleri kışa rastlıyorsa sobadan derdim. Onun sıcaklığı da çok güzeldi ama bizim farkında olduğumuz sıcaklık, sobadan değil başka bir yerden geliyordu sanki. Masa başından ya da daha keyiflisi, yer sofrasından. Onun başında hep birlikte oturuşumuzdan, sessizlikten. Bütün bunların hepsinden, bir de kendimizden. Huzur bu demekti benim için, ev bu demekti. Kavgalar, gözyaşları, pazar günü yakılan banyo sobası, yıkanan çamaşır kokusu, pazartesiye ödevlerimi yetiştirememenin kalbimi boğan sıkıntısı değil, arada bir yaşadığımız çay saatleriydi annemin evini ev yapan.

Bazen babam da katılırdı çay saatlerine. Bir gün önce eve gelmeyişine bedel aldığı izni kullanmış olurdu. Babamın “uçuşa kalması” bu yüzden birlikte geçirilecek bir çay saati müjdesiydi bize. Babam havacı astsubaydı ve Eskişehir’de iş kazası geçirerek ölmüş astsubayların öyküleri anlatılırdı kadın günlerinde. Yine de babamın olmadığı gecelerde başına bir şey gelir mi korkusu uykumuzu bölse, sabah ölmediğini görüp sevinsek de ertesi gün babam geç uyanacak, annem onunla birlikte bize de bir şeyler hazırlayacak, çay saatlerine babamın neşesi de katılacak demekti “gece uçuşa kalmak”

Çocukluğumun bir kısmını Eskişehir’de geçirdim ama kendimizi bildiğimizden beri göçebe köksüzlerdik aslında. Tüm memur aileleri gibi bir kentte ne kadar kalacağımızı bilemezdik. Dostlukların bitişi acı veriyordu ama hazırlıklıydık her zaman. Annem eşyaları toplamanın, babam evi taşıyacak kamyonu ayarlamanın kolay yollarını bilirdi. Biz çocuklar arkadaşlardan ayrılmanın kolay yolunu bulamadık bir türlü. Hiçbir zaman kolay olmadı. Mektuplar birlikte oynamanın yerini tutmazdı ki. Hep kendini bütün sınıfa kabul ettirmek zorunda kalırdın yeni okulda.

Ama zamanın ayrılıklara ilaç olduğunu böyle öğrendik. Yeni yerlerdeki insanların yalnızca yüzlerinin yeni olduğunu, aslında bütün çocukların birkaç grupta toplanabileceğini de. Yurtsuzluğun gerçek yurt olabileceğini, gerçekte köklerin farklı da olsa anlaşılabileceğini... Her küçük şehir bir başka küçük şehre benziyordu sonuçta.

Kentler değişiyor, biz büyüyorduk. Fakat çay saatleri hep aynı kalıyor, kardeşimle paylaşamadığımız sürekli davetlilerin adları değişiyordu yalnızca. Her yeni şehre yerleşir yerleşmez çay saatleri başlıyordu. Çay saatlerindeki değişme şehre değil, zamana ayarlıydı çünkü: Mevsimlere bir de ayın günlerine. Ay sonuna yaklaşırken, evdeki tatsız suratlar çay saatine izin vermezdi: Geçim derdi.

Yine de çay saatlerinin asıl belirleyicisi annemin “moral”iydi. Neşeliyse, yüzü gülüyorsa çay saati için bir umut var demekti. Yok eğer onu kızdırdıysak, o gün için böyle bir umudumuz olamazdı: Kek ya da yumurtalı ekmek yoktu işte o gün. Çay da. Ama daha önemlisi evde neşe yok demekti. Asıl dayanılmaz olan, içimizi ağırlaştıran da buydu zaten.

Sonra biz büyüdük, kentler iyice küçüldü. Yaşadığımız evler, gezdiğimiz sokaklar küçüldü. Evlere sığamadık, taşra kentlerinin sokaklarına da. Evden uzakta olduğumuz zamanlarda yeni güzellikler bulduk. Annemin işleri azaldı böylece, çay saatleri için vakti çoğaldı. Ama artık bizim için eski tadı yoktu çay saatlerinin. Çocuk değildik, dışarıda kocaman bir dünya bizi bekliyordu. Keşfedilmemiş, el değmemiş. Annem ve onun çay saatleri bu dünya hakkında ne bilebilirdi ki?

Ah, o zamanlar öyle diyordum tabii. Ama herkes o yaşlarda öyle söyler. Annemizin doğruları bizim de doğrularımız olsaydı dünyada ne değişirdi ki zaten? Ayrılma-anlaşma-birleşme: Hayat da bizim çay saatlerine benziyormuş işte. Karşı çıkma-değiştirme-değiştirdiğini sahiplenme... Ta ki birisi gelip, ortaya koyduğunuz “yeni”yi de “eski” olmakla suçlayana kadar.
Kekin yerini dışarıda yediğimiz hamburger alana kadardı annemin çay saatlerinin ömrü. Ama nereden bakarsanız bakın, bizim şimdi karşı çıktığımız onun da yenisiydi bir zamanlar: Onun çay saatleri okulda Marshall yardımıyla Amerika’dan gelen süttozlarının hikayesiydi çünkü.

Biz büyümüştük, annem aynıydı. Dünya değişmeliydi.

Şimdi aradan çok zaman geçti. Ben çok yakında otuz yaşıma giriyorum. Yılda en fazla birkaç kez birleşiyoruz çay saatlerinde. Bu kez herkes herkesi anlıyor artık. Ailenin bir araya gelmesi her zaman ele geçen bir olanak değil, bir şans. Çay saatlerini paylaşmak bir şans ve bu şansı iyi değerlendirmek gerek.

Bir sürü yıl aşmışız, yollarımız ayrılmış. Her kardeş kendini başka türlü tanımlıyor artık. Babamla giriştiğimiz vatan hainliğimi konu alan tartışmalar bitmiş. Beni görünce asi kızı değil, onu ne kadar özlediği geliyor aklına. Ben annemin de haklı olabileceğini anladım. Ama aramızda bir kuşak bulunan en küçük kardeşimin, Gülten’in de haklı olduğunu hatırlıyorum hala, o kadar da büyümedim.

Anlayacağınız çay saatlerinin öyküsü hepinizin bildiği şekilde bitti. Çoğunuzun yaşadığı bir büyüme öyküsüydü anlattığım.

Şimdi anlıyorum ki, çocukluktan hatırlananlar tüm duyu organlarınızla kavrayabildikleriniz. Divan örtülerinin rengi, annenizin kullandığı kremin kokusu, yağmurun sesi, okul önlüğünün giydikçe yumuşayan dokusu, kek ve çay ikilisinin bir daha hiç yakalayamadığınız tadı. Bunlardan herhangi birini algılamak eskilere götürebiliyor sizi.

Sonra bugüne dönünce oğlunuza bakıyorsunuz. Gözlerindeki endişeyi fark ediyorsunuz “Annemin neşesi yerinde mi? Bana sütlü bisküvi hazırlayacak mı?” diyor gözleri. Daha önemli olan soruyu hatırlıyorsunuz. Dileği karnını doyurmanız değil, sofrayı sizinle paylaşmak. Ah, o zaman anlıyorsunuz hayat biz olmadan da devam edecek ama çocuklarımızda bizden kalan anılarda biz de yaşamaya devam edeceğiz. Annemizin çay saatleri gibi.

1997-Pazartesi
2002-Uçanhaber

4 Haziran 2008 Çarşamba

Veda

Ey benim döne döne dinlediğim son şarkı
Son sigara yanığım tenimde izi kalan
Son kez bak geçip giden sen kalıp da bakan bana
Bileyim sen vardın bir zaman varsın bu dünyada hala

Bastığın toprağa dikkat et bir ucu hep bana dokunsun
Çünkü bahar tozları sana değmek için sokulacak ayağıma
Kokladığım çiçeğe bir arı kanadı değecek olsun
Aynı arı dölleyecek senin kokladığın bir başkasını da

Senden geriye kalan umutlar böyle ufak şeyler işte
Delidizgin koşturup karıştırdığımız iki hayattan bana kalan
Ey benim söylediğim en güzel şarkı soldun dudağımda şimdi ama
Sen nasıl var ettiysen yaşanmışı öylece varsın bende hala

2 Haziran 2008 Pazartesi

Bitsin artık bu çile

İlkokul, ortaokul, lise, üniversite... Yoktu kardeşim, bizim zamanımızda servis mervis yoktu işte. Çoğunlukla yürüyerek gidip geldim bu okullara bazen de otobüs, minibüs... Allah ne verdiyse.

Oysa şimdi öyle mi? Daha ana okulundan itibaren bir servis çilesi başlıyor ki, öyle böyle değil. Sabahları işe gelirken o minikleri servis camlarına yaslanmış uyuklar görünce içim sızlıyor. Evet, yapacak bir şey yok, anne çalışıyorsa -ki çalışmalı elbet, çalışmasın mı diyeceğim sanmıştınız?- anaokuluna gidilecek. Büyükanne, bakıcı vs. çözümlerle bu dönem atlatılmışsa altı yaşında ilkokula başlayacak -başlasın tabii, başlanmasın diyeceğimi mi sanmıştınız?- çocuk. Ve servis araçları bir rahatlık.

Yine de öyle anne kucağında uyuklamaya devam etmek isteyen yüzlerin soğuk cama yaslanmış halleri içimi burkuyor, ne yapayım?

Başka türlü bir çalışma biçimi, başka türlü bir çocuk yetiştirme biçimi isterdim. Hani belki sırf anne olduğun için önüne açılan binlerce kolaylık, rahatlıkla bezeli bir dünya. İstediğin saatte çocuğunu da yanına alıp gidebildiğin işyerleri. Tamamen ücretsiz okullar, sağlık sistemi. Aslolanın kazanmak değil, üretmek ve eğlenmek olduğu bir ekonomi.

Bu yazımı ben dahil çocuklarını her sabah "servis savaşları" ile okullara yollamış/yollayan annelere ithaf ediyorum efendim.

Okulların kapanmasına az kaldı neyse ki, di mi?

Tost Makinesindeki Hayatlar


Her sabah işe giderken, apartmanın önünde, aynı saatlerde karşılaşıyoruz onlarla. Biri küçücük daha, ağır okul çantası daha da belirginleştiriyor bu halini. Diğeri büyük, ortaokul öğrencisi olmalı.
Küçük olan duygularını yabancılara göstermenin bir zayıflık olduğunu öğrenmemiş henüz. “Her şey yolunda” maskesini takmayı beceremiyor yüzüne, beni görünce hemen çeviriyor başını. Sabahın kör karanlığında evden sokağa fırlatılmış gelmesini hiç de istemediği bir okul servisini bekliyor zaten, bir de komşu teyzeyle mi uğraşacak? Avucunu yalasın bütün teyzeler; mademki uyku yok ona, nazlana nazlana yapacağı bir kahvaltı yok, mademki oyun olasılığı alınmış elinden, o da hiç kimseye iyi davranmayacak işte. Bana bakacağına sokak köpeklerine, camiye, uzaktan görünen mezarlığa, kargalara bakar, daha iyi. Onlar keyfi yerinde bir çocuk gibi davranmasını beklemiyor ki.
Gayet haklı bulduğum öfkesine saygı gösteriyor, görmemiş gibi yapıyorum ufaklığı. Diğerine gülümsüyorum. O, bazı günaydınlarımızın gerçek niteliğini; bir gereklilik, dahası tahammül etmekle ilgili bir zorunluluk olduğunu kavramış artık. Tamamlanması gereken bir ödevin tedirginliğiyle bekliyor selamımı, hemen de karşılık veriyor. Dudaklarını bir gülücükle kıvırmayı bile başarabiliyor üstelik. Yine de fazla zorlamıyorum hakkımı, bakışmayı uzatmıyorum. Biliyorum, bu gülücük henüz ağır bir yük onun için, diğeri gibi somurtmaya devam etmek istiyor bir an önce. Hayattan hoşlanmadığı zamanlarda bile hoşlanıyormuş gibi yapmak zor. Ciddi ve akılsız bir hayat bu, mantıksız. Bu hayata alışmak zor.
Apartmanın iki ayrı köşesinde bırakıp gidiyorum ikisini. Değil konuşmak, bakmıyorlar bile birbirlerine. Hayata hazırlanıyorlar şimdi ve hayat servisi beklemek demek, okula gitmek demek, ders çalışmak ve öğrenmek demek. Hayat ciddi bir şey yani, o yüzden, o servis minibüsünü beklerken, onlar da ciddi. Zaman sabah değil de akşamüstü olsa, okuldan dönülmüş olsa, karınlar doyurulmuş, formalardan kurtulunmuş olsa, yine aynı köşede karşılaşsalar, birbirlerinin sırtına vurup “N’aber lan?” derler, bir top bulup koşturur, gülerler. Ama şimdi sabah. Akşam uzak, okul günü nasıl da uzun...
Çocukluğun bir ölçütü gamsız kasavetsiz olmaksa, bu çocuklar çocuk değil. Çocuksu mutluluğun bir göstergesi uykudan gülümseyerek uyanabilme yetisiyse, bunu da yitirmişler besbelli. “Mutlu azınlık” diye küçümsediğimiz gruplardan en masumunu yitirdik, müjdeler olsun. Onlar da mutsuz işte.
Köşeyi dönüp caddeye çıktığımda daha fazlasıyla karşılaşıyorum. Çocuğunu elinden tutmuş koşturarak okula götüren anneler, servis camlarına yaslanıp uyuyakalmış bebecikler, küçük yüzlerine kocaman ağırbaşlılıklar yerleştirmiş çocuklardan oluşan kocaman bir ordu var şehirde. Her sabah aynı bezmişlikle caddelerden akıyor, hayata karışıyorlar.
İfşa ediyorum; yaşadığımız bu hayat sabahçı çocukların mutsuzluklarını da içine aldığı için rengi fazlasıyla bozulmuş bir nehirdir. Şehirlerimizin kenarından değil, tam ortasından akar, çevreyi hiçbir fabrikanın beceremeyeceği denli çok kirletir. Bu şehirlerde büyüyen çocuklar çocuk değil masumiyetlerini erken yitirmiş, boyları kısa büyüklerdir. Bencil, sorunlu, sorumsuz ve tedaviye muhtaç oldukları saptanır, psikologlara taşınırlar. Psikologlardan eve fast food yiyecekler, yalnızca moda olduğu için pahalı, uyduruk oyuncaklar, birkaç saatlik düş sağlayacak çizgi filmler yüklenir, gelirler.
Anne babalar avuç dolusu para harcadıkları çocuklarının daha da fazla istemesinden, istediklerini aldırmalarından ama hala mutsuz olmalarından, yine istemelerden, yine almalardan… Bütün bu kısırdöngüden başları dönmüş, alır da alır istenileni. Ev kırık dökük oyuncaklarla, plastik kaplarla, sürekli aranan, bir türlü bulunamayan huzurun beklentisiyle, mutsuzluk, doyumsuzluk kırıntılarıyla dolar, çöplüğe dönüşür.
Bu çöplükte yeni tüketiciler yetiştiririz biz. Çamaşır, bulaşık makinesi tüketicileri, ütü, perde, halı, yatak, deterjan, gıda, televizyon, jakuzi, şampuan ve ilaç tüketicileri. Azıcık boş zamanımızın katillerini doldururuz eve; televizyonları, oyuncakları, spor aletlerini, dergileri, gazeteleri… Eve kapanırız taşıyıp doldurduklarımızla. Çocuklarımızı da kapatırız.
İyi bir hayatımız olacak diye diye eve doldurduklarımızı alabilmek için çalışırız. Çalışabilmek için çocuklarımızdan ayrılırız. Çocukların büyüdüklerinde evlerini daha pahalı telefonlar, daha şık giysiler, daha güzel yiyeceklerle doldurabilmeleri için okula ihtiyacı vardır.
Evet, çocukların okula ihtiyacı vardır ama ne için? Türkçe’yi hayatı anlamlandırıp üzerinde düşünmek yerine büyüdüklerinde müşterilerini tatlı dille kandırıp kazıklamak için; matematiği sahip olacakları eşyaları toplamak, vakit ayıramayacakları insanları hayatlarından çıkarmak, yaşayabilecekleri mucizelerin yüzüne kapıları çarpmak ve kısacık yaşamlarını anlamsız koşuşturmalara bölmek için; coğrafyayı hep tatminsiz bir şekilde geri dönecekleri pahalı tatillere çıkabilmek için öğreneceklerse eğer, çocukların mı okula ihtiyacı var, okulların mı çocuklara?
Okul bu haliyle bilim yuvası değildir artık. Ana babaların hayatla uğraşırken başlarından atmak zorunda kaldıkları çocukları olabildiğince verimli tüketiciler haline getirmeye çalışan ıslahevleridir.
Çocuklarımızı sabahın köründe uykulu gözleri, yatağın sıcağını özleyen minicik bedenleri, yastığın izi hala suratlarındayken henüz, kapının önünde bekleten ne? Daha bir gün önceymiş gibi gelen bir zaman öncesinde, tazecik dallarken bedenimiz, biz ne olup bittiğinin farkına bile varamadan bizi büyüten, içimizi kalınlaştıran, suratımıza aynı bezgin ifadeyi yerleştiren, kalbimizi taşlaştıran ne? Kedilere, köpeklere dost, ağlarken, gülerken samimi, arkadaşlarımızı severken cesur halimizi bir tost makinesi alıcısına indirgeyiveren zalim kim? Şu evrende bizden başka hangi akıllı canlı hayatını verir ve karşılığında bir tost makinesi alır?
Sabahları kim bilir kaç çocukluk yük taşıyorum kalbimde. Oğlum dâhil. Gerçi o büyüdü artık, uyumak istediği evden servisi beklemesi için sokağa fırlatan ben değilim onu. Kendisi fırlatıyor kendini sokağa, hepimiz gibi.
Geçenlerde apartman önü arkadaşlarımdan küçük olanı ilk kez bana gülümsedi. “Günaydın” dedi. Anladım, servisi kaçırmış, okula değil de annesinin yanına gideceği için mutlu. “Annesi hiç mutlu olmayacak ama” dedim oğluma. “Ah, sen de onun yaşındayken ne çok kaçırırdın servisi, işe ne çok geç kalırdım senin yüzünden.”
Güldü oğlum, “Kaçırmazdım ki” dedi. “Saklanırdım arabaların arkasına. Şoför beklemeyip giderdi. Sana gelir servisi kaçırdığımı söylerdim. Seni çok özlerdim okuldayken.”
Oğlum güldü, ben üzüldüm. Ah oğlum, ben işe yetişiyordum, sen okula, kayıverdi elimizden çocukluğun. Şimdi o yaşta olsan, o servisleri her gün kaçırsan, ben de kaçırsam servisleri, yanında kalsam. Sarılsak birbirimize, konuşsak. Birbirimize doyunca gitsek okula, işe. Bize böyle bir hayatı güzelleseler de, böyle büyüsen bir de.
Yapamadık bunu, bak, yenildik. Ama biz de masumduk değil mi? Başka bir hayatı bilmiyorduk ki.

Picus -2006