30 Aralık 2008 Salı

Mutlu yıllar biiizeeee

Tamam, yeni bir yıl zamanın umrunda falan değil. Ama biz onun karşısında her zaman şaşkın çocuklar olarak kendi zamanımızı kurguluyoruz. Bir ömrümüz var, ona yıl biçiyoruz.

Tüm dostlarıma çok güzel, hafif, derinlikli, mutlu, huzurlu bir yıl dilerim. Aşağıdaki şiir sizin için. Gözlerinizden öperim.


Yaşamaya Bakalım

Bir şiir yazacağım şimdi ben
Okuyanlar diyecek ki: Ne güzel şiir bu!
Ne güzel şiir bu, hadi işi bırakalım
Bırakalım şu takvimleri ve iş çizelgelerini
ve bilgisayar imleçlerini, kalemleri ve dosyaları
Keçeli kalemleri de bırakalım hem
Bırakalım onları
Hadi göğe bakalım

Geçinmeyi birbirimizle,
-böyle geçinemiyoruz madem- bırakalım
Alttan almayı, üste çıkmayı unutalım
Nabza göre verilen şerbetleri yere saçalım
Ne güzel bir şiir bu
Hadi ona bakalım

Neden yaşıyoruz sahi biz?
Koşa koşa ölüme gitmek için mi?
Bir lokma ekmek için mi?
Tanrının göğü büyük, toprağı da
Bize bir lokma ekmeği verir elbet
Bırakalım işleri hadi
Toprağa bakalım

Bakınca toprağa bir solucan gördük
Kopardık kuyruğunu
Ne etti: İki solucan
Böl ikiyi ikiye
Bir kalacak diyor matematik
Hayır! Dört var elimizde!
Bırakalım matematiği
Solucana bakalım

Neden yaşıyoruz sahi biz?
Yaşlanmak için mi?
Çalışmak için mi hep? Hep didinmek için mi?
Sabahları erken kalkmak
Geceleri erken yatmak
İşe gitmek ve gelmek ve tatilleri beklemek için mi?
Bir parça soluğa son nefeste kavuşmak için mi?
Bırakalım bunları hadi
Kendimize bakalım

Yazıldı bitti bu şiir,
Biz de yazabilirdik aklımıza gelseydi
Biz de yazabilirdik, evet!
Yazmadık çünkü işimiz vardı
Şimdi başka işimiz var
Hadi bu şiiri de bırakalım
Bırakalım onu
Yaşamaya bakalım

10.01.2003

26 Aralık 2008 Cuma

Altyapısı Yok

Neden bu uzaklaşmalar? Az mı yaşadık aşkı?
Doğru değil. Uzun uzun yaşadık aslında. Bol bol vaktimiz oldu söyleşmeye, hesaplaşmaya, alışverişe, kucaklaşmaya.
Çarşılara gittik pazarlardan döndük. Domateslerin iyilerini seçtik, dolmalık biberleri küçüklerden aldık. Pazarcıların kaytan bıyıklarına baktık, lafladık. Bol bol vaktimiz oldu bütün bunlara.
Altyapısı yok ama. Çöküyor bu bina. Çöküyor da ne kelime, çöktü bile.
Her şey geçer demiştim. Geçti. Biter demiştim. Bitti.
Sen hiç bir şey söylemedin. Bana söylettin. İstediklerini? Belki...
Ben dilsiz kuklacının dilli düdük, deli, zirzop bebeği oldum. Söyledim. İstediklerini. İsteklerin olduğunu düşündüğüm sözcükleri seçerdim.
Senin yerine de konuştum. Böylece bol bol vaktimiz oldu ayrılmaya.
Senin sesin yok muydu gerçekten? Olmaz mı, vardı. Vardı ama bana değil. Ben bu ilişkinin bütün sesini ve sessizliğini bu yüzden üstlendim. İyi bok yedim.
Sesi üstlenen kolay kolay bırakamaz sözcüklerin egemenliğini. Egemenlik mi? Yok, bu egemenlik değil. Söyleyen bendim dedim ama ya söyleten? Sen.
Belki de hakkım yoktu sözcüklerini almaya. Belki verdiklerini kabul etmek en büyük ihanetti sana. Ama parklara da gittik seninle, hatırla.
Yollarda gezerken karşımıza çıkan ağaçları gösterirdim sana. Yanında bir çakı taşır mı acaba?
Sen ağaçların adlarını anlatırdın. Bir daha geçişimizde ezbere okurdum çarpım tablosunu. Yanında çakısı var mı acaba?
Sen söyletendin. Arkada dururdun, dururdu bütün dünya. Sen replik seçtin, ben oynadım. Oyunlardan kaçarken oyuncaklara yakalandık böylece.
Yine de bu papağan nesnelik konumu alışkanlık yapıyor işte. Bu yüzden bu ilişkinin tarihini yazmak bana düştü. Böyle olunca bir yalandan baştan aşağı soyutlandım. Şimdi anlattığım benim tarihimdir ey sevdiğim. Senin ya da seninle benim değil: Benim tarihim.
Sözcüklerin dili yok. Sestir sözlenen. Aklın nişanlısı sanırsın, metresidir. Parayı senden alır, başkasıyla boynuzlar seni. Kocası sözcüklerin, çoktur. Fahişe olurlar, oyun oynamayı bilirler. Ne söylemek istersen tersi çıkar ya ağzından, bu yüzden işte.
Benim sözcüklerimin de tek kocası yok.
Ama bu aşkın da altyapısı yok. Geçtim altyapıdan temeli bile yok; üstüne üstlük malzemeden çaldık. Çöktü. Bu yüzden. Eskiden kurduğumuz binalara güvendik, keseden yedik.
Oysa her aşk yeni malzeme ister: Yeni sözcükler, yeni elbiseler, yeniden kurulacak bir tarih, yeni dil, yeni ve temiz pabuçlar; bayramlık.
Sana hediye ettiğim bayramlık mendili mahallenin kötü çocuklarıyla değiş tokuş ettin. Yerine kızkovalayan aldın.
Bari onunla beni kovalasaydın.
Misketlerini göstermedin bana, plançetada çizgi oyununu hep başkasıyla oynadın. Benim tornavidamla çizdiğin her kalp başkasına ait oldu. Kurduğun tesisat başkalarının evini aydınlattı. Ben karanlıkta kaldım.
Yine de kopya verdim sana.
Oysa her aşk yeni malzeme ister: Temiz bir kağıt, kullanılmamış kalem, gerektiğinde kullanılacak eskilerden temizlenmiş silgi, kırmızı kalem. Belki ağaca kalp oymak için yeni çakı... Suluboya kutusu alacak paran yoksa bile, hiç olmazsa temizlemeliydin fırçanı.
Sen kötü ve pasaklı bir öğrenciydin. Çantanın içi karmakarışıktı. Ben topladım, sen dağıttın. Derslerine hiç çalışmadın. Oysa ikiyle ikinin dört ettiğini sen öğretmiştin bana.
Teneffüsler verdik, oyun oynayalım diye. Oyuna katılmadın. Körebe bile oynamadın. Ki, en basitidir oyunların. Gözlerini inatla açık tuttun ama hiç bir şey görmedin yine de.
Her aşk yeni tasarımlar ister: Bir ev, bir masa, çatal-bıçak takımı, bir yatak, temiz çarşaflar. Hastanelerin tuvaletleri gerekirse, bir de yayı ömrümüzü tutan mandallar.
Sana sunduğum biftek tabaklarında kolumu yedin. Tuvaletten çıktığında sifonu ben çektim. Çarşafları temizleyip ütülemek bana düştü. Çamaşır ipini ben gerdim verdiğin replikle boğazıma.
Sen geçmiş bir rahatı arıyordun kollarımda. Benden eski tanımları bekledin. İstediklerinin neler olduğunu bulabilseydim belki söylerdim ama...
Her aşk iyi sözcükler ister: İyi ve temiz, kullanılmamış. Günaydını aşkın ibresine göre ayarlarsın. Nasılsın içini titretir. İyiyim ısıtır. Kimdi o şaşırtır, kurnazca mutlu eder. Seni seviyorum geri çekilmesi mümkün olmayan bir ilençtir, bekletir, bekletir, bekletir.
Sen sözcüklerin açık rahibi olmayı tercih ettin. Tanrıça diye oturttuğun başköşede ben senin ağzından çıkanlarla mutsuzlara umut vermeye mecbur bir tanrıçacıktım yalnızca.
İyi para kazandık. Evimizi döşedik bu parayla. Yeni koltuk yüzleri ısmarladık. Ben ustayı çağırdım. Sordum, kaça? Sen ustaya baktın...
Sözcüklerin biri bile eski kırık vazoyu onaracak güce sahip değildi. Yine de kalbimi onarabilirdi. Denemedin.
Her aşk, yeni aşk ister. Bu yüzden başkasına gider, sonra başkasına, sonra başkasına...
Sen ustaya baktın. Hayatına dair bir masal anlattı sana. Bununla ne ilgisi vardı ki, bir ustanın başka ustaya anlatacağı ne olabilir?
Bir aşk her zaman kendinden daha çok şey ister. Sen ustaya baktın. Bana değil. Yeni koltuk kumaşları elimde kaldı.
Her aşk eskimemiş eski hayaller ister. Aklın dudak büküp burun kıvırsa da, her aşkın altyapısında pembe panjurlar vardır. Bir de kolalı temiz perdeler, ucuz da olsa fark etmez. Perdeleri asmayı reddettin. Ben kolalamıştım bile.
Her aşk intikam ister. Bu yüzden yazıldı bu yazı. Ama...
Sen edilgen olmayı tercih ettin.
Bu ne büyük ikiyüzlülüktür, kuklacım.
Böylece ben etkendim.
Ah, ne iki yüzlülük kuklacığım.
Bu aşkın altyapısı...
Altyapı, üst kapı, kapının sapı... Sapından düştük, kırıldık: Sonbahar. Otuz yaş. Güç ve iktidar. Yorgunluk ve zaman. Beklemek, sabredememek.
Bu inşaatın malzemesinden çaldık. Altyapı da eksik. Ülkemizin bütün kalpleri ve şehirlerindeki sorun budur değerli arkadaşlarım.


1997 Ankara

22 Aralık 2008 Pazartesi

Sekizde

İlk annemiz havaydı.
Elma ağacından aldığı zehirli sütü
Bakır çalığı bir kaba sağdı.

İkinci babamızdı toprak
Öz babamız yukarıda başka yıldızlarla oynaşırken
Annemizi kolluyor ve bizi adam etmeye uğraşıyordu.
Yanık kollarını anımsıyorum şimdi ve ekmeği sevmeyi öğretişini
Yoksuldu çok. Zordu.

Üçüncü kardeşimiz Sağlam
Doğduğu zaman ağladı annem. Çok.
Bizi evden attı.
Yiyecek Sağlam’a yetecek kadardı.

Dördümüz, iki eski kardeş, topal bir kedi ve bir vahşi ördek
Göl yoluna indik.
Diledik ve hiçbir şey olmadı.

Beş kişi geldi yanımıza, göle bir ceylan
Bırakmayı istiyorlardı. Bekle
Dedim kardeşime.
Onlara kediyi verdim. Aldım ceylanı
Çocuk kendisi geldi
Durdu yanında. Bağlıydılar.

Altı kişiydik, denize gittik.
Bulduk istiridyeleri. Et.
Ceylanlı çocuk dişini değişti inciyle.
Denize verdik. İstiridyeye.

Yedi parçaya ayrıldı dişinci, halkalandı karanlık. Yokuş.
Yuttu tahta oldu. Çan.
Sesi duyduk. Oltaya takılanları almaya geliyorlardı. Bekle
Dedim ceylana.
Balıkları çözdüm. Bağlıydılar.

Sekizde duruldu su.

11 Aralık 2004

15 Aralık 2008 Pazartesi

Bay Kerim Özyazıcı'nın muhteşem kitabı

Merhabalar efendim,

Bayram bitti, koçları danaları kestik, kavurma yapıp yedik, dostları, akrabaları gördük, döndük evimize, işimize geldik.

Sizi bilmem ama ben pek keyifli bir bayram geçirdim ana kucağı baba ocağı derken. Uzun sayılabilir bir tatil de epey yetti bana. İşime, evimi, normal gündelik hayatımı özlemiş olarak geldim.

Efendim, aşağıdaki yazı Bay Kerim Özyazıcı adını verdiğim bir karakter hakkında taa fi tarihinde yazmaya başladığım bir uzun öykü. Ne yazık ki üşengeçliğimin sonucu halen "bitirilememiş öyküler" dosyasında yer alıyor. Bir gün tamamlar mıyım bilmiyorum ama bu kadarını bile okumak beni hala eğlendiriyor. Bazı öyküler yazınca güzel olur, bazıları yazmayı hayal edince.

İyi okumalar, iyi haftalar dilerim.

Kitap


1.
Günümüzde adını anımsayanların sayısı fazla değilse de, Bay Kerim Özyazıcı henüz yirmi yıl öncesine dek edebiyat dünyamızın tartışmasız en büyük ismiydi. “Bay” diyorum kendisine, çünkü o, o zamanlarda bile modası geçmiş sayılabilecek bu hitap konusunda anlaşılmaz bir hassasiyet gösterirdi. Fakat inanın, diğer anlaşılmaz huylarının yanında bu takıntısı devede kulak kalırdı.
O günlerin en saygın yayınevinin kapısını çaldığında henüz yirmi iki yaşındaydı Kerim Bey, kolunun altında da gayet kalın bir dosya vardı. Daha sonra birlikte çalışacakları editör Hasan Bayraktaşıyan yalanlasa da yazarımız kabul ettiği sınırlı sayıda röportajlardan birinde öykünün devamını şöyle anlatır:
“Üstat beni öyle, kolumun altında dosyayla görünce, ağzında bir şeyler geveleyip kapıyı kapamaya çalıştı hemen. Bir an şaşırdım ama sektirmeden ayağımı kapı aralığına uzatıverdim. Bu kez Hasan Bey’in dışarı çıktığını söyledi. İnanmadım elbette, bir panelde konuşmacı olarak görmüştüm kendisini. Yalanını yüzüne vurunca utandı anlaşılan, beni içeri aldı.”
Röportajın yayınlanmasından sonra Hasan Bayraktaşıyan’ın adı Kapıcı Hasan’a çıktı, durumdan gayet rahatsız olan saygın editör bir açıklama yapmak zorunda kaldı. “Ne yani, onca iş arasında bir de kapı açmakla ilgilenebileceğine gerçekten inandıklarını mı” sorduğu açıklamasında, anlatılanların gerçek olduğu varsayılsa bile -ki asla değildi- öyle yüze kapı kapamak, yalan söylemek gibi terbiyesizliklerin ilkelerine ters düştüğünü önemle belirtiyordu. Ona göre Kerim Bey tüm genç yazarlar gibi dosyayı Hasan Bayraktaşıyan’ın özel asistanına vermiş, bir çay içerek ayrılmıştı bürodan. Yine de durumu hayal gücü çok gelişmiş bir yazarın fantezisi olarak “elbette” hoş görüyordu.
Hasan Bey ne söylerse söylesin, Bay Kerim Özyazıcı’nın anlattıklarının doğruluğuna inanmak için elimizde gayet geçerli bir neden bulunmakta. Şöyle ki, bu öykü vesilesiyle editörün özel asistanıyla görüştük. Yayın dünyasındaki hayallerinden vazgeçip evlenerek Anadolu’da bir kasabaya yerleşen bu güzel hanımdan sözü geçen ve hala ülkemizin en büyük yayınevlerinden biri olan kuruluşun o günlerde batmak üzere olduğunu, herkesin işine son verildiğini öğrendik. Dolayısıyla, o gün büroda Hasan Bey’den başkasının bulunmaması, kapıyı da bizzat kendisinin açması akla gayet yakın görünüyor.
Kapıyı açan kim olursa olsun bilinen o ki, o gün Bay Kerim Özyazıcı sonradan adı sadece “Kitap” olarak anılacak romanını editöre ulaştırmayı başardı. Romanın adı o sırada “Rüzgârın Getirdiği” idi. Bu isim Kerim Bey’in çocuksu fakat gayet okunaklı el yazısıyla özene bezene dosya kapağına işlenmiş, hatta bazı rivayetlere göre bir resimle de süslenmişti.
Rüzgârın Getirdiği’nin kapak resmi Kerim Bey’in ortadan kaybolmasından sonra edebiyat ve sanat çevrelerinde uzun süre tartışılacaktı. Araştırmamızın amacı bugün varlığı bir esrar örtüsüyle sarmalanmış olan Kitap’ın hikâyesini mümkün olduğunca detaylandırmak, elimizdeki bilgi toplamını sergilemek olduğundan bu tartışmalara da kısaca değinelim.
Sekiz yıl önce bir trafik kazasında yitirdiğimiz edebiyatımızın değerli eleştirmeni Türkan Sevilensoy öldüğünü düşündüğü yazara bir veda yazısı kaleme almıştı. Yazıda Bay Kerim Özyazıcı’nın ülkemiz edebiyatına yaptığı katkılara değiniliyor, kapak resmi örneğinden hareketle “aslında çok yönlü bir sanatçı sayılması gerektiği” ileri sürülüyordu. Türkan Hanım’a göre, söz konusu resimde iki dağ bulunmakta idi. Birinin zirvesine bir ev, diğerininkine bir kadın, iki dağın arasından vadiye inen yola ise kollarını açmış bir adam çizilmişti. Türkan Hanım’a göre “naif olarak nitelendirilebilecek bu çalışma, Kerim Bey’in artık ne yazık ki takdir edemeyeceğimiz pek çok başka yeteneğinin küçük bir yansıma”sıydı.
Aslında adetten sayılan, alışılageldik bir veda yazısıydı bu. Üzerinde fazlaca durulacak bir yanı yoktu. Ne ki bir başka edebiyatçı, Tayfun Kösemen, Türkan Hanım’ın yazısına karşı oldukça sert bir yanıt yayınladı. O güne dek iki romanı yayınlandığı halde beklediği üne kavuşamayan -ki bugün de kavuştuğu söylenemez- Kösemen, cesedi bulunamayan birinin ölmüş de sayılamayacağını öne sürdüğü yazısında “Türkan Hanım’ın birilerini öldürmede her zaman olduğu gibi bu kez de acele ettiği” yorumunu dile getirdi. “Kerim Bey hakkında hiç de olumlu düşünmediği herkes tarafından bilinen birinin, böyle bir veda yazısı yazmaya cüret etmesi olsa olsa günah çıkarmak sayılabilir”di. Başka şeyler de sayılabilirdi gerçi, fakat Tayfun Bey ağzını bozmak istemiyor, durumu kamuoyunun dikkatine sunmakla yetiniyordu.
Resme gelince… Tayfun Bey’e göre Türkan Hanım’ın tarifinde bir ilkokul çocuğunun karalamasına dönüşen resim, düpedüz iftiraydı. Öncelikle Rüzgârın Getirdiği’nin orijinal el yazmasında -Bay Kerim Özyazıcı daktiloya rağbet etmezdi- gerçekten de bir kapak resmi bulunsaydı şimdiye dek ortaya çıkardı herhalde. Hadi bulunduğunu varsayalım, bunu Türkan Hanım nereden görecekti ki? Kerim Özyazıcı arasının bozuk olduğu bu eleştirmene değil böyle kıymetli bir anıyı göstermek selam bile vermezdi. Hem Kerim Bey gibi zevkli biri resim yapacak olsa dağdır tepedir yoldur gibi basitliklerle uğraşmaz doğru dürüst bir soyut çalışmayı tercih ederdi. Yazarı azıcık olsun tanıyan herkes bilirdi bunu.
“Türkan Hanım artık savunma yapamayacak birinin arkasından böyle saçmalıklar uydurup iftira üreteceğine, işini hakkaniyet çerçevesinde yapsın”dı. Zaten Tayfun Bey’in yazdığı iki güzel romanı da böyle desteksiz atışlarla yerin dibine batırmamış mıydı aynı kadın?
Tayfun Bey’in agresif çıkışı ne zamandır şöyle ağız tadıyla bir polemiğe girişememiş deneyimli kalemşorların arayıp da bulamadıkları nimetti. Hepsi Türkan Hanım’ın bu terbiyesize ağzının payını vermesini, sonra da konu hakkındaki derin bilgilerini ortaya dökmek üzere sıranın kendilerine gelmesini beklerken, ne yazık ki bir yeniyetme cevabı patlatıverdi.
Sinan Dostel tartışmanın başladığı sırada ilk kitabı Kızıl Taş ile Sabih Kahraman ödülüne layık görülmüş genç bir romancı idi. Ödül jürisinde de yer alan Türkan Sevilensoy kitabı epeyce övmüş, hatta yazarın “gelecekte, dünyanın en parlak romancılarından” olacağı kehanetinde bulunmuştu.
Romancımız hamisinin öngörüsünü pek gerçekleştiremedi gerçi, sizlerin de bileceği gibi günümüzde romanlarından çok eleştiri yazılarıyla tanınıyor, fakat o zamanlarda başarılı bir çıkış yapmıştı. Belki de bu başarıda yardımlarını gördüğü Türkan Hanım’a olan gönül borcu nedeniyle Tayfun Bey’e de bir yanıt verme gereği duydu. Ama ne yanıt!
Pek çok yazarın sivri dilinden yakındığı Sinan Bey, bu alandaki yeteneğinin ilk örneğini sergilediği yazısında Tayfun Kösemen’in “iki güzel roman”ını alaycılığı da aşan, hakaretamiz bir dille ele alıyor, resim konusuna ise bambaşka açıklamalar getiriyordu.
Sinan Dostel’e göre asıl iftiracı Tayfun Kösemen’in ta kendisiydi. Türkan Hanım o resmi elbette görmüş, tarifini ise az bile yapmıştı. Kapak resminde dağ, yol, ev, kadın, adam... Bunların hepsi yer almakla kalmıyor, adamın ağzından, içinde “Ne Yapacağım?” yazan bir de konuşma balonu yükseliyordu. Türkan Hanım’ın resmi banalleştiren balondan söz etmeyişi tamamen asaletinden, terbiyesindendi. Evet, pek sevmezdi Bay Kerim Özyazıcı’yı Türkan Hanım ama neden sevmezdi, biliyor muydu acaba Tayfun Bey? Bilemezdi elbet. Oysa kendisi biliyordu, çünkü resmi gözleriyle görmüştü.
İşte bunları söyledikten sonra asıl bombayı “Behey şaşkın Tayfun! Sen nereden bileceksin ki?” diye başladığı paragrafta patlatıyordu Sinan Bey. Diyesiydi ki, Bay Kerim Özyazıcı Türkan Hanım’a deliler gibi aşıktı. Bunu Sinan Bey’e kendi evinde, bir içki masasında itiraf etmiş, aşkına karşılık bulamadığını, Türkan Hanım’ın kocasını bahane ederek onu defalarca kovduğunu söyleyip ağlamış, gidip çalışma odasından buruşuk bir kağıt getirmişti. İşte resim o kağıtta yer alıyordu.
Kerim Özyazıcı “Bak dostum bak!” demişti Sinan Bey’e “O zalim âşık emeğimle, aşkımla, gençliğimle dolu bu hediyeyi buruşturup kafama fırlattı.”
“İşte Tayfuncuğum, ben o anda anladım Türkan Hanım’ın bu -hadi terbiyesiz demeyelim ama- düşüncesiz adamı neden sevmediğini,” diyordu Sinan Bey yazısında. “O gece Kerim Bey bana sanki bir marifetmiş gibi öyle detaylar anlattı ki, ifşa edemiyorsam burada, sadece bir ölünün arkasından kötü konuşmak istemediğim içindir. Bir düşünsene, çok muhterem bir hanımefendinin kapısına dayanmak suretiyle bir yuvayı bozmaya kalkmak ne büyük bir ayıptır! Ya kocasını tehdit etmek? ‘Cesedi bulunamayan birinin ölümü de kesinlik kazanmamıştır’ diyorsun, belki öyledir, fakat benim gözümde Kerim Bey o gece ölmüştü zaten, isterse dünyanın en büyük edebiyatçısı olsun.”
Sinan Bey, Bay Kerim Özyazıcı ile bir daha görüşmediğini, ayrıca kör öldüğünde ona badem gözlü denmesine de taraftar olmadığını belirtiyor, Türkan Hanım’ın bu ülkenin gelmiş geçmiş en değerli, en sözüne güvenilir insanlarından olduğunu da ekleyerek, yazısını “Tarih elbette gerçekleri ortaya çıkaracaktır” cümlesiyle bitiriyordu.
Ne yazık ki Sinan Bey’in hamisini korumak adına yazdığı yazı beklediği sonucu vermedi. Türkan Hanım adının duyulması için onca uğraştığı romancının kırk yıllık sırları faş edişinden duyduğu derin rahatsızlıkla Avrupa’ya kaçtı. Kocası Sinan Dostel’i öldüreceğini ilan edip fellik fellik dolanmaya başladı. Zavallı Sinan Bey Türkan Hanım’dan özür üstüne özür dilese de dedikoducu durumuna düşmüştü bir kere. Bir yandan ölüm korkusu ile ortalarda görünmemeye çalışıyor, diğer yandan niyetinin kötü olmadığını anlatabilmek için o gazete senin, bu dergi benim dolaşıyordu.
Tablolarında hep kuşları ele aldığı için Kuşçu Ressam olarak tanınan Asaf Hakan bu noktada devreye girip “Söz konusu resmin yıllar önce Hasan Bayraktaşıyan’ın ofisine gitmiş olamayacağı”nı söyleyerek olayı bambaşka bir noktaya taşıdı. Gidemezdi, çünkü şu söz edilen resmi üç yıl önce kendisi çizmişti. Anlatılanların aksine hiç de naif bir çalışma değildi resim, tersine gurur duyduğu bir yapıtıydı. Bu arada, Kerim Bey’e hediye ettiği çalışmanın yoz ahlak sahibi bir takım kişilerce dedikodu malzemesi haline getirilmesini kınıyordu.
Ortada fol yok yumurta yokken birdenbire patlayan bu tartışmalar Kitap’ın tüm versiyonlarında satış rakamlarını yeniden tepelere fırlattı. Bundan olsa gerek, Kitap’la ilgili her şeyin yayın hakkını elinde tutan Hasan Bey dosyada bir kapak resminin bulunup bulunmadığını bunca yıl sonra anımsamasının güç olduğunu ileri sürdü, gelen sorulara çelişkili cevaplar vermeyi tercih etti. Fakat sanki bir ev, dağ falan gibi bir şeyler anımsıyordu o da.
Türkan Hanım’ın kocası Sinan Dostel’in burnunu kırdı, Tüm-San-Der (Tüm Sanatçılar Derneği) “Sanata kaldırılan eller kırılacaktır” açıklamasında bulundu, olay adli makamlara taşındı. Konu artık edebiyat dergilerinden, kültür sanat sayfalarından taşmış, gazete manşetlerinde işlenmeye başlamıştı.
Tüm bunlar yaşanırken bir de sahte kapak resimleri çıktı ortaya. Yağlıboya, suluboya, karakalem ya da pastelle çalışılmış pek çok kağıt parçası, Bay Kerim Özyazıcı’nın elinden çıktığı iddiasıyla elden ele geziyordu. Bugün bile bunlardan birkaçını özel koleksiyonlarda bulabilirsiniz. Kiminde bir, kiminde iki dağ; kiminde bir orman, kiminde ise sadece konuşma balonu yer almaktaydı. Kimi Sinan Bey’in açıklamasına uygun şekilde buruşturulup düzeltilmiş, kimi hiçbir açıklamaya uymayacak şekilde, öyle sekiz-on yıl değil, sadece birkaç ay öncesinin tarihini taşıyan bir takvim yaprağının arkasına çizilmişti. Resimlerin sahipleri ellerindekinin gerçek kapak olduğunu, kendilerine bunu Bay Kerim Özyazıcı’nın hediye ettiğini şahitler göstererek ilan ediyor, gazeteler ortaya çıkan her yeni resmin üzerine atlıyordu. Hakları da vardı doğrusu, sadece ülkemizin en büyük yazarının ortadan kaybolması, öldü mü kaldı mı bilinememesi bile kendi başına iki üç haftalık haber değerindeyken, arkasından kopan dedikodu fırtınası ve kavgalar insanların öyle ilgisini çekmişti ki, gazetelerin tirajını olayla ilgili bir habere yer verip vermedikleri belirliyordu neredeyse.
Sahte ressamların arasından fırsattan istifade ün yapmaya çalışan uyanıklar da çıktı. Bunlardan biri kocaman bir yağlıboya nü çalışmıştı ve resimdeki kadının Türkan Hanım olduğunu ileri sürüyordu. Hayır, elbette Rüzgârın Getirdiği’nin kapak resmi falan değildi bu, ressam böyle bir şey söylemiyordu. Fakat hikayesini yine de Kerim Bey’e bağlıyor, yazarın çok sevdiği, değer verdiği bir dostu olduğunu, bu aşk hikayesinin öksüz bir çocuk gibi ortada kalmasına gönlünün elvermediğini, Türkan Hanım ile Kerim Bey arasında öyle platonik aşk falan da değil, yıllardır devam eden bir ilişki yaşandığını, kendisinin tüm detayları bildiğini, çünkü âşıkların gizlice kendi stüdyosunda buluştuklarını iddia ediyordu. Ressamın dediklerine bakılırsa, Türkan Hanım onu terk ederse alkolik kocasının intihar edeceğini düşünüyordu, bu yüzden boşanmamıştı ondan. Fakat Kerim Bey’den de ayrılamamıştı. “O kadar büyük bir aşktı ki onların arasındaki, bizim fani ruhlarımız bu hisleri anlayamaz,” diyordu ressam. Elindeki resim işte bu saf aşkın simgesi olarak Türkan Hanım’ın isteğiyle Kerim Bey’e bir hediye olarak yapılmış, ne yazık ki yazarın sırra kadem basmasıyla sahipsiz kalmıştı. Ressam buradan -buradan dediği yer, bir televizyon stüdyosuydu- hanımefendiye resme sahip çıkması için çağrıda bulunuyordu.
Türkan Hanım o zamanlar gerçekten çok hoş, çok alımlı bir kadındı. Sanat eseri de tamamen realist tarzda çalışılmıştı. Türkan Hanım’ın o güne dek herkesi hayran bırakan güzel yüzünün yanı sıra, o güne dek eşinden başka kimsenin göremediği, dolayısıyla hayran da olamadığı diğer yerleri de tüm detaylarıyla tablodan ekranlara yansıyordu. Türkan Hanım’ın eşine birinin daha burnunu kırma hakkını verebilirdi bu tablo.
Allahtan resimdeki kadın hiç vakit kaybetmeden soluğu aynı stüdyoda aldı da, Türkan Hanım’ın eşi bu kez de Tüm-Res-Der tarafından protesto edilmekten kurtuldu.
Stüdyoyu adeta basarak açıklama yapmak isteyen hanım, ressamın “Meşhur olacaksın” diyerek poz vermesini istediğini, fakat televizyon konuşmasında kendisinden hiç söz etmeyerek onu aldattığını, adının Türkan falan değil Suzan olduğunu, şarkıcılık yaptığını tüm ülkeye bağıra bağıra ilan etti, küfretmekten vazgeçmesi karşılığında haber stüdyosunda şarkı okuma hakkını söke söke aldı, güzel yurdumuz da bu sayede bir assolist kazandı. Yeri gelmişken belirtelim, bu hanım yıllardan beri beğenerek dinlediğimiz Suzan Sarar’dır.
Televizyon ekranlarında olayları izleyenler ressamın terbiyesizin teki olduğuna kanaat etmişti o akşam. Fakat ressam inatla Suzan Sarar’ın ün peşinde olduğunu, evet, onu tanıdığını fakat resimdeki kadınla uzaktan yakından bir ilgisi bulunmadığını söyleyerek anlattıklarının doğruluğunda ısrar etti. Israrını Türkan Hanım’ın mahrem bir bölgesinde yer aldığını iddia ettiği bir bene doğru uzatıp Suzan Hanım’dan da aynı yerde bir beni varsa göstermesini istediği sırada ne yazık ki yayın kesildi, ne beni görebildik ne de ressamı bir daha. Ressamın eserine sahip çıkması için çağrıda bulunduğu Türkan Hanım ise ne geri döndü Avrupa’dan ne de resme sahip çıktı. Hatta konuyla ilgili bir tek açıklama bile yapmadı. Bunun yerine dedikoduların durulmasını bekledi, sonra da eşinden boşanıp Paris’e yerleşti.
Bir süre sonra Bay Kerim Özyazıcı’nın yayınevine götürdüğü ilk dosyada bir kapak çiziminin bulunup bulunmadığı tartışma konusu olarak çekiciliğini kaybetti. Hayat hikâyesindeki her şey gibi, o da birçok bilinçli ya da bilinçsiz kandırmaca, muğlâklık ve her şeyin üzerini örten sis perdesi altında unutuldu.
Gündemimiz öyle hızla değişiyor ki, biz de zamanında pek çok konuşulan, hatta üzerine “Kapağın Olayım” isimli bir şarkı bile bestelenen bu olayı incelediğimiz dergiler sayesinde öğrendik. Türkan Hanım ile yazar arasında bir aşktan söz edildiğini de.

5 Aralık 2008 Cuma

İyi bayramlar, iyi tatiller



Keyifli Şiir

Adı keyifli şiir olacaksa
İçine bir kitap koy, tahtadan bir de masa
Huzur da olsun, olmazsa olmaz
Mutlaka demlenen bir çaydanlık sesi koymalısın ortasına

Bir kaç dost sesi uzaktan gelsin
Fazla yakınlaşmaları gerekmez
Orada olduklarını bilelim yeter
Telefonu çaldırdığımızda açacaklarına
Ağladığımızda sarılacaklarına güvenelim

Adı keyifli şiir olacaksa, olmazsa olmaz
Koy içine biraz bahar, biraz kış
İkisini de pencere kıyısından görmüş
Ev halinden anlayan bir de tahta masa

27 Kasım 2008 Perşembe

Katil olana değil edene bak

Efendim, hiçbir yerde yayınlanmamış bir öyküyü paylaşıyorum bugün. Bir deneme babındaydı bu öykü, polisiye yazar mıyım yazamaz mıyım? Benim yazdığım bu kadar oluyormuş işte: Hanım hanımcık.

Hanım

Bir zamanlar Seri Sorgulama Genel Merkezi’nin müdürü olan gayet hoş bir hanım vardı. Onun için gelmiş geçmiş en iyi sorgucu derdi meslektaşları. Bir efsaneydi camiada ve emin olun bu ünü hak ediyordu. Daha yirmi iki yaşındayken yıllarca polis teşkilatını peşinden koşturan bir soyguncuyu ortaya çıkarmakla başladığı mesleki kariyeri sayısız başarıyla devam etmiş, otuz yaşında da müdür olmuş, makam koltuğuna kurulmuştu.
Bu koltuğa çok da yakıştı doğrusu.
Merkez yıllar önce çözdüğü şu soyguncu işinden sonra dişe dokunur hiçbir başarı elde edememişti. Çözemediği davalar nedeniyle herkesin diline düşmüş, iyiden iyiye alay konusu olmuştu. Fakat yeni müdürün zehir gibi zekası, iş bilirliği sayesinde kısa zamanda toparladı kendini. Çözülmeyi beklerken tozdan vazgeçerek küflenmeye başlamış dosyalar hızla elden geçirildi, suçlular bulundu, çözümsüz davalar bir bir kapandı.
Basında kurumlarına ilişkin ilk övgü yazısı yayınlandığında çalışanların sevincini görmeliydiniz. Artık çalıştıkları yer sorulduğunda başlarını öne eğerek mırıldanmıyor, tersine gür bir sesle, övünerek söylüyorlardı merkezlerinin adını. Kurumlarını kapanmaktan, kendilerini de işsizlikten kurtaran müdürlerini taparcasına sevdiler, bir de isim taktılar ona: Hanım.
Seri Sorgulama, Hanım ve ekibinin gayretleriyle suçluların korkulu rüyası haline geldi. O güne dek soyguncuların, seri katillerin, çetelerin korkusundan hava kararır kararmaz evlerine kapanan insanlar yavaş yavaş dışarı çıktı. Şehir geceleri de yaşamaya, eğlenmeye başladı. Kepenklerini kapayacak hale düşen eğlence yerleri nasıl ayakta kalacaklarını değil bunca insana nasıl hizmet vereceklerini düşünür oldu.
Tüm bu olan bitenin mimarı Hanım’dı elbet. Merkez çalışanlarının müdürlerine verdiği bu isim giderek herkes tarafından benimsendi, efsanesi meslektaşlarının dilinden tüm şehre yayıldı.
Erkekler güzel ve akıllı olduğu için seviyorlardı Hanım’ı, kadınlar korkusuzca gezebilecekleri sokaklara kavuştukları için. Çizgi filmlerdekilerin yerine kanlı canlı bir kahramana kavuşan çocuklar da, son nefeslerini bir katilin kanlı ellerine değil de temiz temiz Azrail’e emanet edeceklerinin güvencesiyle rahatlamış yaşlılar da bayılıyordu Hanım’a.
Hanım ise gördüğü bunca ilgiden, sevgiden memnun, şehrin sokaklarındaydı hep. Gece vakti bir meyhanede balıkçılarla kafa çekerken görüyordu ay onu, güneşe bakarsanız sabahları parktaki kuğulara yem atmaktı en sevdiği uğraşı. Şehirdekiler Hanım’ı neredeyse her yerde görmeye öyle alışmışlardı ki, birkaç gün semtlerine uğramasa Seri Sorgulama’nın kapısına dayanıyorlardı. “Hanım iyi mi?”
İyi olduğu söyleniyordu onlara ve getirdikleri ufak tefek hediyeler o sırada sorguda olan zanlılara gönderiliyordu.
İnanılması güç ama hayatlarını hırsızlıkla, yasadışı ticaretle hatta kiralık katillikle kazananlar bile seviyordu onu. Nasıl sevmesinler, bir kere, hepsini canından bezdiren çete savaşlarına son vermişti. Bu çok önemliydi çünkü suç işlemeye teşne, hafif kötü biri de olsanız diken üzerinde yaşamak hiç de keyifli bir şey değildir, inanın. Bunun dışında, yolları Seri Sorgulama’ya düşen suçlular -ki hepsinin yolu ara sıra buraya düşerdi, bir nevi meslek geleneğiydi bu hal- alıştıkları gibi şiddetle değil bambaşka bir tavırla karşılaşıyorlardı. Hiçbiri kötü muamele görmüyordu örneğin. Tersine, sorgu odaları bir ev gibi döşenmişti, gözleri yaşartacak denli ev gibi. Hanım’ın teorisi en sonunda yakalanmış olmanın özünde iyi bir kalbi rahatlatacağı, bu rahatlamanın da zanlının çenesine doğrudan yansıyacağı yönündeydi çünkü.
Ufacık tefecik bir kadındı Hanım. Hani baksanız, ne otuzunda derdiniz, ne de bir efsane. Fakat birazcık konuşmaya kalktığınızda balyoz gibi inerdi üzerinize kişiliği. “Çelik gibi bir kadın valla” Böyle söylerdi onunla konuşan herkes.
Fakat bir gün geldi, çelik kırıldı.
Olan biten fazla bir şey yoktu aslında. Bir sorgulama sırasında biraz fazla içten davranan bir katille karşılaşmıştı Hanım, o kadar.
Katil, bebek yüzlü bir kadındı. Kızıl saçları, iri, mavi gözleri, korkunç masumiyeti ile ağzından dökülenler arasındaki tezat inanılır gibi değildi. İncelikli sorgulamalara girişmeye gerek kalmadan birer birer anlattı marifetlerini.
Hanım ve beraberindeki ekip kendilerini bir anda masanın çevresinde otururken buluverdiler. Sanki yorgun argın işten gelmişlerdi, sanki dışarıda kar yağıyordu, sanki sıcacık mutfaklarındaydılar ve sanki çok sevdikleri kız kardeşleri korkunç bir masal anlatıyordu onlara.
Bir değil on beş masal anlattı kız kardeş. İlk masal “Ben daha küçücük bir kızken” diye başlıyordu. Sonuncusu “İşte buradayım” diyerek noktalandı.
Anlattığı öykü bıçakla yerinden oyulmuş kalplerle aşk sözcüklerini buluşturuyordu; sevgiyle hazırlanmış sofralarla deşilmiş bağırsakları; hoşsohbet ev sahibiyle zehirlenerek öldürülmüş misafiri; akıllı ev kadınlarıyla beyni zevkle parçalanmış kocaları... Pembe ile siyah, kanarya ve kartal, narin Japon balıklarıyla bencil timsahlar aynı ruhta sarmalanmış, karşılarında da ete kemiğe bürünmüş, oturuyordu.
Sözlerini bitirince, “Evet?” dedi katil kaşlarını kaldırarak.
“Nasıl evet?” dedi sorgucular.
“E, yani şimdi ne yapacağız?”
Bakakaldılar.
Kadın gülümsedi.
“Hadi ama çocuklar, uyanın. Masal bitti. Anlattım, itiraf ettim işte. On beş kişiyi büyük bir zevkle öldürdüm. Ne yapacağız şimdi?”
Sorgulama ekibi uykudan uyanır gibi toparlanmaya çalıştı. Masanın etrafından kalktılar, öksürerek boğazlarını temizlediler, kafalarını sıvazladılar, saçlarını, gevşemiş kravatlarını düzelttiler. Hanım’a bakarak sorunun yanıtını beklediler.
Hanım hala gözlerini dikmiş o güzel kız kardeşe bakıyordu. Uzun süre bekledi. Sonunda kalkıp olmayacak bir şey yaptı, katilin yanaklarına iki öpücük kondurup çıktı odadan.
Kadın berrak, çıngıraklı bir kahkaha kopardı. Ekiptekiler şaşkın şaşkın bakınırken biri Hanım’ın peşinden koştu.
“Ne yapacağız?”
“Tabii ki mahkemeye çıkacak. Başka ne yapacağız ki, duymadın mı kadın korkunç bir katil.”
“Ama siz...”
“Evet, ben?”
“Hiç. Hiçbir şey yok. Yani bir an siz öyle sarılıp da öpünce... sandım ki”
“Ne sandın? İyi bir öykü anlattı diye onu bırakacağımı falan mı?”
O gece bebek yüzlü katil nezarette -Hanım oraya misafirhane diyordu- beklerken kapı açıldı, içeri Hanım girdi. İki fincan sıcak süt vardı elinde. Katil hiç şaşırmadı, bu ziyareti beklermiş gibiydi. Karşılıklı oturdular. Sessizce.
“Neden yaptığımı sormayacak mısın?” dedi sonunda katil.
“Hayır” dedi Hanım, “Nedenini biliyorum. Sen doğuştan bir dedektifsin. Benim gibi.”
“Bunu anlayabilmiş olmana sevindim” dedi katil. “Fakat aramızdaki fark şu ki, ben işimi yaptığım için hapishaneyi boylayacağım, sen ödüllendirileceksin.”
“Aynı şey değil. Ben hayatta bir yer buldum, işimi yapabilecek uygun bir kanal. Oysa sen kolayına kaçmışsın.”
“Kolay mı? Her biri için günlerce plan yaptım. Huyunu suyunu öğrenmek için takip etmeler, tanışmalar, kendine güvendirmeler... Onca plan kurmayı kolay mı sanıyorsun yani? Birini bile beceremeden yakalanırdı benim yerimde kim olsa. Hatta sen bile. Evet, sen bile beceremezdin on beş işi.”
“Öldürmeyi sevmem” dedi Hanım bunun üzerine.
Katil elini salladı:
“Bu basit bir ayrıntı.”
“Basit? Belki. Fakat bu ayrıntı yüzünden, sen orada, ben de burada oturuyoruz.”
“Nerede? Gördüğüm kadarıyla ikimiz de aynı yerdeyiz. Bir nezarethane! Üstelik ben yarın buradan gideceğim, sense kalacaksın.”
“Hapishaneye gidiyorsun, düzeltirim.”
“Senin içinde özgürce dolaştığını sandığın şehir ne sanıyorsun peki? Bırakıp gidemediğin her yer hapishanedir.”
Hanım gülümsedi, ayağa kalktı. Bir şey söylemeden çıktı dışarı.
Suçlu ömür boyu hapse mahkum edildi. Hanım mahkeme sürecini izlemedi, sonuçla da pek ilgilenmedi. Dolaştı da dolaştı şehirde ve düşündü.
Bebek yüzlü katil ne demişti sorguda o unutulmaz masalı anlatırken: “Meslektaş sayılırız. Siz yasaların suçlu saydıklarını yakalar adalete teslim edersiniz, ben vicdanın suçlu saydıklarıyla ilgilenirim. Kalp oyucularla, insanlığın belki de tutunacak tek dalını kıranlarla, ümidi öldürenlerle.”
Hanım, katilin on beş kişilik listesini sıraladı yeniden: Bir yaşlı kızın önce kalbini sonra da yıllardır biriktirdiği azıcık parayı çalıp kaçan yakışıklı genç, elinde olduğu halde on iki yaşındaki yeğenini ölümcül hastalığından kurtaracak parayı vermeyen cimri teyze, alacakları konusunda katı davranarak ailelerin mahvına sebep olmuş iki bankacı, yıllarca tedavi edeceğim diyerek kandırdığı hastaları uyuşturucu bağımlısı yapan doktor, düğüne gelmek yerine yeni aşığıyla kaçan gelin… Uzayıp gidiyordu bu liste ve çoğu için adalet mekanizmasını çalıştırmak mümkün değildi.
“Suçlu kim?” diyordu vicdanı ve Hanım bu soruya yanıt veremiyordu. Düşüncelerinin odağında katilin söyledikleri vardı. Neredeyse kalp atışı gibi tekrarlanıyordu kulaklarında o cümle: “Bırakıp gidemediğin her yer hapishanedir.”
Kadının söylediklerinde bir tutarsızlık seziyordu sezmesine, sözgelimi şu anda hapiste olan katilin aksine, canı istese her şeyi bırakıp çekip gidebilirdi bu şehirden. Vicdani sorumluluklarını, mesleğini, arkadaşlarını... Hayatını üzerine kurduğu her şeyi bir hapishane olarak kabul edip etmemesi sadece bir karar meselesiydi sonuçta, teorik bir tartışmaydı. Fakat başka bir soru işareti biçimlendirmişti o cümle zihninde: Hapishane ne demekti gerçekten?
O güne dek hapishanenin neyi çevrelediğini hiç düşünmemişti. Oysa şimdi katilin hediyesi olan o soru, ışıklı bir tabela gibi yanıp sönüyordu aklında. Tellerle çevrili, duvarlarla çevrili, kurallarla çevrili yerse hapishane ve herkes aynı tellerin farklı tarafında, benzer duvarların arasında, kuralların da tam ortasında yaşıyorsa… Nereden özel bir yermişçesine “hapishane” olarak söz edilebilirdi?
Ya ceza neydi? Suçla, suçun verdiği hazla karşılaştırıldığında hangi ceza yeterli sayılırdı? Sonucu ne olursa olsun, cezası ne denli büyük olursa olsun, suçluda pişmanlık yaratmayan hangi eylem suç sayılabilirdi?
Öyleyse, pişmanlık yaratmayan cezaya neden olan eylemi suçsuz mu sayacaktık?
Yoksa cezalar yeniden mi kurgulanmalıydı?
Hanım tüm sorularının yanıtını parkta buldu. Parkın yüksek ağaçlarından birinde rüzgarla sallanan yaşlıca bir erkek cesedinde. Adamın boynuna bağlanmış peçeteye şu not iliştirilmişti: “Suçluyum. Salı gecesi yemek isteyen bir evsizi kovdum yanımdan ve Perşembe günü açlıktan öldü.” Altta bir imza vardı: Bebek.
İki gün sonra, deniz kıyısındaki meyhanenin tam önünde kafası kesilerek öldürülmüş bir kadın gördü şehirdekiler. Elindeki notta kızını yirmi yaş büyük bir adamla zorla evlendirmesi ve kızının intihar etmesi nedeniyle suçlu olduğu yazıyordu. İmza yine Bebek’e aitti.
Cinayetler devam etti. Seri Sorgulama Genel Merkezi’ne alınan zanlılardan hiçbir sonuç elde edilemedi. Bebek şehrin yeni kahramanı olurken Hanım her cinayetle biraz daha uzaklaştı işinden. Sonunda istifa edip ayrıldı şehirden.
Fakat ayrılmadan önce hapishaneye, o güzel katilin yanına gitti. Camın arkasındaki masalcıya göz kırptı ve şöyle dedi:
“Bu şehirde suçlu kalmadı. İşimi yapmaya devam edebileceğim bir yer biliyor musun?”

7 Mart 2005

19 Kasım 2008 Çarşamba

Aptal Kızın Sevdiğini Birkaç Hafta Bekleyişidir
Ya da Çarşambayı Alan Selin Hikâyesi

Bir haber gelmedi senden, çıkmadı hiç ses soluk
Demiştin ki “Çarşamba yokum, düğüne çağırdı dostlar”
Ama bugün Perşembe

Gözümü kapıda çoğalttım, kulağım kardeş oldu duvar dibiyle
Gelmedin sen, esmedi rüzgâr, kapı öksüz kaldı, gözlerim güneşsiz

Beklemek güzeldi bir yere kadar umut varken ucunda
Seni kabarttım kahveyle, kendimi çoğalttım aynayla

Bekleye bekleye ateş su oldu, su döndü toprağa, toprak da küle
Peki Çarşamba gittin düğüne ama gel artık
Vallahi bugün Perşembe

11 Kasım 2008 Salı

Masal

Babaannem bir masalcıydı. Televizyonun olmadığı zamanlarda herkesi etrafına toplayıp da ağzından bal damlatan kadınlar olur ya hani, onlardan.

Biz -kardeşlerim ve ben- de çok şükür payımıza düşeni aldık, masallarını dinledik ama ne yazık ki yeterince değil.

Babaannem öyle arkasına yaslanıp da, mırıl mırıl konuşmazdı. O anda konuşturduğu karakterin kimliğine bürünür, masalı bir meddah gibi anlatırdı.

Ben ona hiç çekmemişim bir fıkrayı bile elime yüzüme bulaştırmadan anlatamam. Ama bir masal yazdım bir zaman, buyurun aşağıda kendisi. Şimdinin anneleri, teyzeleri, babaanneleri beğenir de çocuklarına okursa... Hani ailede gelenek bir şekilde devam etmiş olur belki.

Tompiti’nin Patileri

Ormandaki meşe ağacının altında, içi yosunlarla kaplı rahat mı rahat bir kovukta altı tavşan yavrusu yaşardı. Tavşan kardeşlerin patileri yumuşacıktı. Çünkü daha çok küçüklerdi, çimenlerde hopucuk hopucuk koşturmamışlardı hiç.
Kovuğun dışında nasıl bir dünya olduğunu çok merak ederlerdi ama anneleri “Daha küçüksünüz yavrum” derdi hep. “Sabırlı olun, biraz daha büyüyünce öğreneceksiniz.”
Böylece yavrular biraz oyun oynayıp biraz canları sıkılarak, biraz öfleyip pöfleyip biraz şakalaşarak bütün günlerini kovukta geçirirlerdi. Anneleri sabah erkenden çıkar, akşam olunca, kırdan topladığı birbirinden lezzetli yiyeceklerle dönerdi.
Hepsi çok sevimliydi yavruların ama en güzelleri Tompiti’ydi. Bembeyaz, kar gibi tüyleri, uzun uzun kulakları, toparlacık da bir kuyruğu vardı. Gözlerinin etrafındaki siyah, kocaman halkalar onu daha da sevimli yapıyordu. Ormandaki tüm hayvanlar onu çok güzel bulur, “Ah, ne kadar tatlı, nasıl da şirin” diyerek severlerdi. Tompiti bu övgüleri duydukça kendini çok beğenir “Dünyanın en güzeli ben olsam gerek,” diye içten içe böbürlenirdi.
Bir gün anne tavşan yine güzel yiyeceklerle döndü kırdan. Yavruları karınlarını doyurunca “Şöyle yanıma gelin bakayım” dedi. Yavrular hoplaya hoplaya oturdular etrafına.
“Artık büyüdünüz,” dedi anne. “Hep merak ettiğiniz kırlara çıkıp kendi yiyeceğinizi bulma zamanınız geldi. Bu gece güzelce uyuyun. Yarın sabah sizi dışarı götüreceğim.”
Yavrular öyle sevindi öyle sevindi ki bu habere, öyle hoplayıp zıpladılar ki kovukta, meşe ağacının tepesindeki saksağan “Yeter artık, o kadar hoplayıp zıplamayın,” diye bağırdı. “Yumurtalarımı düşüreceksiniz yoksa!”
Anne tavşan yavrularını uslu durmaları için uyardı. “Komşumuzu rahatsız etmemeliyiz” dedi. “Yine de sizi böyle sevinçli görmek beni çok mutlu etti. Demek ki, kendi yemeğini bulmaya hevesli, becerikli tavşanlar yetiştirmişim. Ne mutlu bana.”
Tompiti kibar kibar boynunu uzattı annesine:
“Anneciğim, sen yiyecekleri nasıl buluyorsun?”
“Toprağı eşiyorum,” dedi annesi. “En tatlı yiyecekler yeraltındadır çünkü. Örneğin en çok neyi seversiniz?”
Yavrular bir ağızdan bağırdı: “Havuç!”
“İşte havuç, yeraltındadır. Burnumuzla koklayıp yerini bulur, patilerimizle toprağı kazar, havucu çıkartırız.”
“Toprak mı? Eşelemek mi?” dedi Tompiti üzüntüyle. “Ama anne yumuşacık, güzel patilerim kirlenir, çirkinleşirim o zaman.”
Kardeşleri ve annesi kahkahalarla güldüler bu fikre.
“Ama canım yavrum,” dedi annesi. “Patilerimiz bizim güzelliğimiz için değil ki, karnımızı doyurmak ve bizi korumak içindir. En güzel pati en çok işe yarayandır. Yarın dışarı çıktığımızda sakın unutma bunu, e mi?”
Tompiti somurtup bir köşeye çekildi. Uykuya dalmadan önce“Ben toprak filan eşelemem” diyordu kendi kendine. “Güzel gözlerimi kocaman açar kardeşlerimin yanında beklerim. Sevimli sevimli bakarım. Dayanamaz, yiyeceğimi benim yerime onlar çıkarır o pis topraktan.”
Ertesi sabah anne tavşan söz verdiği gibi erkenden dışarı çıkardı yavrularını. Tompiti ve kardeşleri tüylerini tatlı tatlı serinleten rüzgârı, bacaklarını ısıtıp koşma isteği veren güneşi, yumuşacık çimenleri çok sevdi. Öyle çok eğlendiler ki, erkenden karınları acıktı. Annelerinin yanına koşup “Acıktık biz anne, çok acıktık” diye bağırdılar.
“ Peki, o zaman, beni takip edin. Ama sakın ayrılmayın yanımdan e mi?” dedi anneleri.
Tavşanlar hoplaya zıplaya yola koyuldular. Annenin daha önceden bildiği, güvenli bir tarlaya geldiler. Çiftçi buraya güzel havuçlar, marullar ekmişti. Önce marulların tadına baktılar. Tompiti de marulları cici patilerini kirletmeden yedi. Sonra anne nasıl toprağı kazacaklarını gösterdi. Yavrular neşeyle kocaman kocaman tüneller kazıp toprağın altını üstüne getirdiler. Tompiti kardeşlerinin topraktan çıkarıp afiyetle yediği lezzetli havuçlara baktı, tüm sevimliliğini takınıp içini çekerek yanlarında dolaştı. Ama ne yazık ki kardeşleri kendi çıkardıkları havucun tadıyla öyle meşguldüler ki Tompiti’nin güzel gözlerini de, temiz, cici patilerini de fark etmediler.
Tompiti’yi uzaktan uzaktan izleyen anne onu yanına çağırdı. Topraktan kazarak çıkardığı bir havucu önüne koyup dedi ki: “Bak canım, dünya biz tavşanlara fazla iyi davranmamış. Büyük ve yırtıcı hayvanların dişleri, kocaman pençeleri vardır. Kuşların onlardan kaçmak için kanatları. Ne yazık ki bizim patiler ve güçlü, hızlı bacaklardan başka silahımız yok. O yüzden istesen de istemesen de patilerini kullanmak zorundasın.”
Tompiti “Evet, tabii” diyerek havucunu yemeye koyuldu. İçinden de “Hiç de değil işte,” diyordu. “Ben dünyadaki en güzel tavşanım. Kim bana ne kötülük yapmak ister ki?”
Tam o sırada kardeşlerinin bağırdığını duydu: “Anne, anne, bak şu üzerimize koşarak gelene. Şu ağzından salyalar akan kocaman şey de ne?”
Anne korkuyla bağırdı yavrulara: “Ah, çiftçi bir köpek almış demek ki. Çabuk yavrularım, çabuk kaçın toprağın altına. Kocaman tünelleri kazın güçlü patilerinizle, hadi!”
Tüm yavrular aceleyle tünel kazıp köpeğin onlara ulaşamayacağı derinliklere girip saklandılar. Anne tavşan ise yavrularına zaman kazandırmak amacıyla köpeği uzağa çekmeye çalışıyor, bir o yana bir bu yana koşuyordu.
Tompiti ne yapacağını şaşırmış, annesinin yanında koşturuyordu köpeğe doğru. Son yavru da saklanınca anne tavşan hızla toprağı kazmaya başladı.
“Hadi,” dedi Tompiti’ye. “Sen de gir çabuk.”
“Ya sen? “dedi Tompiti korkuyla. “Sen ne olacaksın anneciğim?”
“Beni düşünme, kaçarım nasılsa” dedi annesi. “Gir çabuk.”
Tompiti hızlı hızlı toprağı kazmaya başladı işte o zaman. Annesini o köpeğin karşısında yalnız bırakacak değildi ya?
Akşam altı kardeş ve anneleri sağ salim yuvada buluştuklarında Tompiti’nin cici patileri toprakla pislenmiş, yumuşaklıklarını da kaybetmişti. Yine de onlar sayesinde annesinin hayatını kurtarmıştı işte. O yüzden dünyanın en güzel patileri ondaydı ve Tompiti artık gerçekten de dünyanın en güzel tavşanıydı.

4 Kasım 2008 Salı

Bana iyi şeyler söyle

Bana iyi şeyler söyle
İyi şeyler: Kuşlara ekmek verdim
Bulutlara baktım ve güneş parlıyor
Karnım doydu de bana
Eline sağlık, nasıl yakışmış giysin bedenine

Hayat öyle zorlaştı ki
Sığamıyoruz hiçbir biçime

Bana iyi şeyler söyle ne olur
Nasıl ihtiyacım var güzel haberlere

Bana iyi şeyler söyle

30 Ekim 2008 Perşembe

Birden Görünce Şaşırdım

Birden görünce şaşırdım. Evet, sadece böyle. Başka bir anlam çıkarmayın suskunluğumdan. Lütfen. Sizi gördüğüme çok sevindim yoksa.
Nasılsınız? Yoo, iyi görünüyorsunuz tabii. Sormak adettendir değil mi? Yani, insanlar karşılaşınca böyle söylerler.
Sanırım siz de beklemiyordunuz. Şaşırdınız sanki. Yok canım, elbette özel anlamlar yüklemiyorum bu şaşkınlığınıza. Nereden de çıkardınız? Ah, hala esprilisiniz. Ne hoş.
Ben değiştim tabii. Fakat başka ne yapabilirdim ki? Yok canım, beni bırakıp gittiğinizde elbette üzülmedim. Ne vardı ki üzülecek? Siz iyisini yaptınız. Benim gücüm yoktu bırakmaya, siz bıraktınız.
Valla, ne diyeyim bilmem ki. Çok şıktı canım, şık. Hele o mektubunuz yok mu? Gerçekten inanılmaz bir veda mektubuydu. Hatta bir ara bir dergiye göndermeyi bile düşündüm. Yani o kadar olur, bir veda mektubu bu kadar etkiler insanı.
Yok, tabii göndermedim. Biraz kıskançlık yaptığımı itiraf etmeliyim. Yalnızca benim olsun istedim. Ama tabii çok zaman geçti aradan. İsterseniz size geri vereyim, gönderirsiniz, hı?
Çantamda gezdirmem şeyden... Şey işte, bugün kardeşime mektup yazmıştım. Az önce postanede zarflayıp atayım derken bir de baktım yıllar önce çekmeceye atıverdiğim sizin mektubunuzu alıvermişim o mektup yerine. Tesadüf işte. Ben de eve mektupları değiştirmeye gidiyordum.
A, evlendim tabii. İki kızım oldu. Birini bu sene nişanladık. Kısmet. Seneye evlenecek inşallah. Öbürü daha küçük. Yakında liseyi bitirecek. Yaşlandık tabii. Saçlarım eskisi gibi mi baksanıza Allah aşkına? Kına yakacağım yakında.
Anlamadım, siz niye kına yakacaksınız ki?
Kocam? Tanımazsınız. Sizden bir-iki sene sonra tanıştık. Yok eski arkadaşlardan değil. Kendi halinde iyi bir adamdı. Evet, geçen sene kaybettik. Allah gani gani rahmet eylesin. Beni bir günden bir güne üzmedi. Kendi yağımızla kavrulduk. İki çocuk büyüttük.
Nereden de hatırladınız. Ben hep o evde oturdum. Babamlar evlilik hediyesi diye verdiler bize. Neye niyet neye kısmet işte. Tabii canım hani perdelerini birlikte seçtiğimiz evden söz ediyorum. Hoş o perdelerin üstüne iki takım daha eskittik ya.
Sizin pardösünüzden söz etmiyorum canım efendim. Bizim perdeleri diyordum. Eskidi tabii ne sandınız? Tam yirmi sekiz yıl oldu. Bizde diş bile kalmadı beyefendi, perde mi dayanır bunca yıla?
Sizin de kulağınız mı az duyuyor ne? Zaten eskiden de pek duymazdınız söylediklerimi. Duysaydınız gider miydiniz hiç?
Yok, yok size demedim. Öyle konuşuyordum işte.
Çay bahçesine mi? Tabii gidelim, olur. Ama fazla kalamam. Kızın öğretmenine gideceğim. Önemli değil canım, benimle bir görüşmek istemiş de. Ne evi? Eve niye gidecekmişim? Mektupları değiştirmeye.. Ha, doğru, önce eve sonra okula gideceğim, evet.
Yok, yaramaz değildir kızlarım. Beni hiç üzmediler, aynı babaları gibi. Allah gani gani rahmet eylesin. Kızlarıma değil yahu! Allah korusun, kocama, kocama. Öldü demiştim ya.
Ah, ah görecektiniz beyimi. O ne efendilik, ne asalet. Emekli olduğunun yılı dolmamıştı daha. Enfarktüs. İlkinde gidiverdi. Aslanlar gibiydi rahmetli, kapılardan sığmazdı. Evlendiğimiz gün mahallenin bütün kadınları yollara döküldü onu görmek için.
Ne zaman mı evlendik? On yıl kadar oldu işte. Sonra öldü beyim. Ne münasebet, kızımı niye dokuz yaşında evlendireyim ki? Ha, dilim sürçtü. Dur bakayım on değil yirmi sekiz yıl oldu evleneli. Tamam, öyle olmalı, yirmi sekiz yıl. Aman, adam sen de bu yaştan sonra kim hesap eder ki yılları. Baksanıza saçıma.
Evet efendim siz gider gitmez hemen evlendim. Ne var bunda? Bilirsiniz güzel kadındım. Babamın da hali vakti yerindeydi. İsteyenim çoktu. Dul kadın demediler bana. Evleniverdim. Sizinle çocuğumuzun olmaması büyük şanstı elbet. Kocamın ilk karısıydım. Genç kızmışım gibi evlendirdi babam beni.
Öksürmeniz çok tuhaf. Hasta mısınız? Geçecek gibi durmuyor pek.
Neyse ben gideyim artık. Çay için teşekkür ederim. Başka zaman görüşür müyüz? Bilmem ki, ben hala aynı evdeyim.

27 Ekim 2008 Pazartesi

Yapmayın, etmeyin

Tamam, berbat şiirler, öyküler yazıyorum.
Tamam, bunları burda yayınlıyorum, düş dünyalarınız falan uf oluyor.

Ama güzel güzel yazan canım blogırdaşlarımın ne kabahati var? Kötü yazan benim, bi tek benim blogumu kapatın.

Söz bi daha kötü yazmıycam. Kaldırın bu yasağı reca ederim, arz ederim.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Sıcağın yükseltisi şehirli kedi

Sıcağın yükseltisi şehirli kedi
Ağzında ıtır rengi, gövden baştanbaşa ev
Nereden geliyordun?

(Balıkların yanından)

Balıkların yanından geliyordun.
Gelinciğin, ak armudun, gövendiren balının
Tam zamanıydı. Dişlerin kamaşıyordu değil mi taştan?

(Öyle güzel kokuyorlardı ki)

Öyle güzel kokuyorlardı ki
Kabak çiçeği, diş dolgusu, yürek avuntusu
Kucağında bir buket sıcak. Terkisinde can sıkıntısının, nereye gidiyordun?

(Bir deniz arıyordum)

Bir deniz arıyordun.
Sakin, sessiz ev sıcağı kokulu taş huzur
Bitik, yenilmiş yine de canlı. Bulutlar kuşlardan önceydi. Vardı taş bulutlar.

14 Ekim 2008 Salı

Carmen Neden Kaçtı?

- Biz eskiden başımız sıkışınca sana koşardık. Bir eksiğimiz gediğimiz var mı diye dikkat ederdin bize. Geceleri paltonu çıkarıp bize verirdin. Uyursak üstümüzü örterdin. Açsak karnımızı doyururdun. Sevgilimiz terk etse, bir şişe şarap alır gelirdin en azından.
Biz eskiden seninle gündüzleri de karanlığın olduğu bir yer bulmuştuk. Işığın karanlığına sığınır bir sigara yakardık. Bizim eskiden seninle sırtımızda da bir göz vardı. Duvar diplerinde giderken arkamızda ne olduğuna bakardık.
Biz eskiden seninle başka türlü insanların yaşadığı mahallelere sık sık konuk gider, paket paket sigara taşırdık insanlarına.
Değişen nedir bilmiyorum. Fasılalarla boşluğa düşmeyi beceremeyen vücudumuza mı sebep sorayım, sana ihanet eden ciğerlere, beni yarı yolda bırakan böbreğime mi?
Bir mahalleden geçerken sokakların adından başlar, insanların yüzünden bitirirdik. Şehirleri dolanırken soba satma sevdasına, tüm yoksul mahallelerde birer bira karşılığında sobaları tüketir, beş parasız dönerdik kentimize. Kendimizle yüzleşirdik. Birbirimizle de.
Biz eskiden seninle sigara izmariti kadar çok lüks otel tanımıştık. Topladığımız izmaritlerden, bizden önce onu içen kişinin karakterini çözerdik. Yattığımız otel odalarında bir saç telinden, sifonun kullanılışından, perdenin kıvrımından bizden önce orada kalanın dertlerini anlar, içlenirdik.
Biz eskiden seninle yola çıkanları tiye alırdık. Yollar bize çıkardı. Durur beklerdik, seyrederdik gelip geçen yalnızlıkları. Biz yalnız kalmazdık. Başka zamanlara varabilirdi elimiz, uzanır gelecekten bir yaprak alırdık. Üstünde okurduk bütün ilimleri.
Biz eskiden seninle yokluktan varlık damıtırdık. Bakışlardan kıvılcımlı sevdalar çekerek her erkeğe aşk vermenin simyasını yapardık.
Bu yollar yoktu o zaman. Bu ayrılıklar yoktu. Başka kentler yoktu. Başka kalpler yoktu. Başka isimler yoktu. Başka sevgiler? Vardı.
Varken yok olmanın yolunu bulmuştuk. Görünenden de görünmeyeni bilmenin mümkün olduğunu bulmuştuk. Aşkın saatinin kaçı vurduğunu, kadınların adımlarının neden değişken, erkeklerin ayaklarının neden savurgan olduğunu anlatabilmiştik kendimize.
Şimdi bir tek şey söyle, kim gitti ha? Kim kaldı ha?
Dayanamıyorum. Dostluğuma kanıt anılar sunuyorum bak eteğine. Nasıl unutursun İstanbul’da yeniçerilerin ve haçlıların nal seslerini duyuşumuzu? Sinop’ta hapishane duvarını döven dalgalardaki esrarı çözüşümüzü? Özgürlüğün dağ başlarında mümkün olabildiğini Harput öğretti ikimize, düzlüklerin insanına yanaşmamak gerektiğini Çukurova.
Başka alemlerden gelen seslerin tılsımını anlatmak isterken az dayak yemedik camilerde. Yoksullara kandırıldıklarını anlatmak için az dil dökmedik mitinglerde. Sokakların asi kızlarına başka seçenekleri yoksa uçurumun yolunu tarif ettiğimizde pezevenkleri az kovalamadı bizi. Nereye gidiyorsun şimdi?
Başka sokaklar arama boşuna, biz hepsini geçtik. Hiçbir şey kalmadı bir yuvayı sana verebilecek. Yokluğun kıyısına geldiğimizde geri dönmek sana yakışıyor mu, ha?
Sen ki yollara dökendin, sen ki yollardan toplayandın. Sen ki, elimizden tutan, başka kıyılara sağ salim ulaştırandın. Ölüm ırmağını Nazilerin ateşi altında geçirendin bizi. Nehirde balık tutturan, kuyuda martılara sattırandın. Bulgarların gözünden sürmeyi çekerken sen vardın. Yunanlara Olimpos ateşi pazarlarken yine sen.
Amerikalılardan cikletleri alıp, Amerikan pazarında Türklere satandın sen. Türklerden semer toplayıp, İtalyan evlerine koyduran da sen. Karga kanadından karayı çalıp gözüme çeken sendin, manolyadan beyazı toplayıp yüzüme vuran yine sen. Nereye gidebilirsin şimdi yüzümün bir yanı kara bir yanı beyaz dururken?
Yüzüne en yakışan maskeyi Anais’dan almıştık: Satamazsın ki Beşiktaş pazarında.
Güzelim ellerini örten eldivenleri Susan’dan: Döviz piyasasında beş kuruş etmez.
Cam ayakkabıların Carmen’dendi. Don Jose’yi öldürmek dururken onunla evlenmek yakışır mı lan?
Gitme. Terk etme bizi. Yuva kurma. Çocuk yapma. Üstümüzü ört yine. Paltonun uzunluğu hep geceden kalma olsun. Dostumdan ayrıldım, köpekler uluyor çevremde. Bir şişe şarap getir.


- Bir şişe şarabın lafı mı olur? Ama bırak artık bu sözleri. Başka seçenek mi bıraktınız bana, kaçmaktan başka?
Tamam anlattıklarını ben de hatırlıyorum elbet. Hem de daha fazlasını. Saçlarının karasını da soba dumanlarından çalmıştık en üşüdüğümüz kışlardan birinde. Saçına sokulup ısınmıştı bütün ev halkı. Sonra gittiğimiz Osmanlı kasabalarında, şerbet içmiştik biranın üstüne. Nasıl unuturum bize şerbet veren kadının sıcak evinden bayılmamak için kendimizi sokağa atışımızı?
Sen de unutma ama. Bir kez girdiğimiz her sokağa seninle yine girmek zorunda kalırdım. Külhanbeylerin bizi mimlemesine aldırmayalım derdin, dayak yerdik. Daha doğrusu ben yerdim. Seni korurken dayağın çoğunu ben yerdim.
Yunanlarla pazarlığı yaparken Efsun askerlerinin ponponlarını çaldığın için az daha kurşuna dizilecektik. Ticaret hep hırsızlıktı senin için. Yediğin bokları ben temizledim her seferinde.
Sonra şunu da hatırla: Sattığımız sobaların parasını da biraya yatıracakken, son anda elinden alıp memlekete dönüş parasını kurtarabilen -hem de senin elinden- bendim. İki kadındık Çukurova’ya indiğimizde. Taksi şoförleriyle yaylaya çıktın. Sonrasında seni Adana genelevinden kurtaran yine bendim.
Hatırlamadığın başka şeyler de var. İstanbul sokaklarında seni yeniçerilerle haçlıların hiç olmamış savaşları arasından kurtaran bendim. Elindeki bira şişesini kırıp haçlıların üstüne yürüdüğünde sipahilerin arkandan geleceğini sanmıştın. Sonunda yeniçerilerin kazanından seni ben çıkardım. Her yerinden pirinç taneleri akıyordu.
Bazı anları hatırlıyor, bana acı çektirmek için kullanıyorsun bunları. Evet, bana hediye ettiğin cam pabuçlar Carmen’indi. Biz o pabuçları çaldıktan sonra mecburen düşürdü Sinderella ayakkabısının tekini. Carmen bütün temsillerine Sinderella’dan aldığı o tek cam ayakkabıyla çıktı uzunca süre. Büyük karışıklıktı. Bana, ustana yaraşır bir karışıklık çıkarmanın gururuyla yanımda gezmiştin uzun süre. Ama sen bilmiyorsun, ayakkabılar ayağımı nasıl keserdi? Sırf sen istedin diye, bir kış, ayaklarım dona dona sokaklarda gezmiştim o lanet olasıca ayakkabılarla.
Başka sokaklar arama, yuva kurma, çocuk yapma diyorsun. Beni ihanetle suçluyorsun. Oysa kimse kendine ihanet etmez, hiç anlamadın bunu. Başta neyse hep odur, hiç anlamadın. Hiç anlamadın ki, her yolun başında çizdiğin çizgi, yaptığın mikron saniye sapma yüzünden yolu değiştirebilir. Mitinglerde anlatmaya çalıştığımız buydu. Kızlara anlattığımız uçurum senin sandığın gibi ölüm değil, evleriydi. Bu yüzden dövdü pezevenkler bizi. Camilerde anlattığımız sır sandığın şey, hep bilinendi, bilmeye korktukları için dövdüler bizi. Hiç anlamadın sen bunu.
Şimdi gitme diyorsun. Nereye gittiğimi ben bilmiyor muyum sanıyorsun? Bildiğim her şeyin altından kalkabilirim, bilmiyor musun? Bana eskiden olduğu gibi şimdi de güvensene. Bir kez “istedim oldu” diye düşünme artık. Bu da bir yol anlamıyor musun?
Evet, evleneceğiz. Don Jose teğmenlikten ayrılacak. Ben dansözlüğü bırakacağım. Hakan Peker bana bir kaset yapacak. Klibimi Emir Kusturica çekecek, MTV’ye çıkacağım. Grammy alacağım.
Hiçbir sözümden dönmeyeceğim. Bu söylediklerimi Beşiktaş pazarında, döviz piyasasında satamam ama müzik piyasasında çok para var biliyor musun?
Paltomun uzunluğu geceyi de gündüzü de örterdi, anlamadın. Anla artık senin üstünü örtmekten yoruldum. Başkalarının acılarına ana olmaktan yoruldum. Şarap taşıyıp aşk kırıntılarına meze olmaktan, sokaklarda başkalarının yerine dövüşmekten, Anais’ın kopyası, Susan’ın resmi olmaktan, Carmen’in eski ayakkabılarını giymekten bıktım artık. Sen ve senin gibilerin bana yüklediği umutlardan, haydutların reisi olmaktan yoruldum.

Şaraptan kastın sana dönmemse eğer, şarabını kendin al.

2002- Kuzey Yıldızı

6 Ekim 2008 Pazartesi

Kalp krizi

Taş ağırlığını doldurmakla meşgul
Yazamadığı her sözcük
Çoktan geçip gitmiş bir kalp krizi

Kader ellere çekmez çizgiyi
Kalbimde yazılı tarihim ve geleceğim

O çizgi ki pek çok yerden kırılmış,
Onarılan dişler gibi eksik, ekleme
Biçimsiz bir yerde duruyorum
Şarkı vuruyor üstüme

Kalbimmiş haritası ömrümün
Falcı söyledi bakar bakmaz elime

Bu yüz ne çok kırıkla donanmış
Nasıl da ağarmış kalbimin saçları

Şarkılar geçiyor üzerimden
Sular, ay selleri
Kraterler, volkan dipleri
Dorukları ömrümün

Tehlikeli imiş çocukluğu uzatmak
Ki, yüzüm aynadan bakan bir ihtiyar
Gözlerim o hapishanede tutuklu ceylan kaldı

Dedim ki;
Kovala beni ey ömrüm
Ömrüm, sıkıysa yetiş ardımdan

26 Eylül 2008 Cuma

Çakılı Aşk



Geçmişi anımsadığımda iki sözcük dolanıyor aklımda: Kaldın ve gitme.

Bir akşam vaktiydi bu sözcüklerden ikincisini dillendirdiğimde. Bahardı. Oturduğumuz parkta hoyrat çocuk ellerinden kurtulmuş üç beş sap leylak kalmıştı . Boyunları biraz bükük. Benim gibi.
Benim de yüzüm yere dönüktü, salkım söğüt gibi.

Senin saçların bir o kadar uzundu, akşamı dolduracak kadar uzun. Seni bekleyeceğim günler, uykusuz geceler kadar uzun.

Uzunluk bir zaman birimi midir yoksa mesafe mi? Ayrılık acısı kaç kilometre sürer hala severken? Bir hafta, acıyan bir kalbin yüz ölçümünde kaç hücre sağaltır? Ben sensizliği kalbime uzaklığınla mı ölçmeliyim, şehirlerimizin uzaklığıyla mı?

Bir sigara yakmıştın. İncecik parmaklarının arasında evirip çevirmenden, bir de sigara dumanının ciğerlerinden dolanıp bana gelen kokusundan anlamıştım bunu. Sana değip gelen duman, bana değip giden zamana dolanmış, bir şiirin ilk dizelerini oluşturmak için belleğimde yerini almaya hazırlanıyordu. Sonraya saklıyordum. Sensiz geçecek bir sonrada şiire ne çok yer olacaktı. Bir de beklemeye.

Beklemeye öyle alışkınım ki ben. Sen gelinceye dek gelişini beklemiştim, neyi beklediğimi bilemeyerek. Şimdi yine bekleyeceğim, neyi beklediğimi bilerek.

Terk ediliş bir havuza benzer. Önce aydınlık, parlak ve gerçektir. Zamanla, tortular biriktikçe, içine bir yaprak düşünce havuzun, sonra bir parça ekmek belki, bol bol sokak kiri; koyulaşır, ağırlaşır. Havuza bakmak da cazibesini yitirir. Ben de terk ederim o havuzu ama havuz orada kalır. Kim kimi terk ederse etsin, terk ediliş bir yerde, ikisinde de bir yerde kalır.

Kalp terk edilmelerle kırılınca, eskiyen bir hayat gibi koyulaşır. Katılaşır. Baharın hiç gelmeyeceği bir ülkeye döner. Göğü karanlık, toprağı hasta, çorak. Vahşi...

Sıkıntıyla içini çekmenden belliydi gitmemi istediğin. Bana bırakmayı tercih ederdin, biliyorum. Akşamı, hafif leylak kokusunu. Unutma havuzunu. Fakat kaldırmadım başımı yerden.

Terk edilmeyi sevmem. Hiç. Hiç kimseye bulaşmamışlığım bundandı işte. Acısını kaldırmak benim harcım değildi. Söylemiştim en baştan, değil mi? Fakat şimdi..

“Gitme” dedim sadece. Tek kelime. Cılız. Kesin yine de.

Anladın. Bir istek değil sonuçtu dillendirdiğim. Aşkın sonlanmaya yakın ortaya çıkardığı nadir büyülerinden biriydi son kozum. Tek sözcük: Gitme.

Sigarayı yere attın. Topuğunla ezdin sevgimi. Saçlarını topladın ellerinle. Boğazıma doladın ak tellerini. Gökyüzüne baktın. Kuşlar düştü yere, kanatsız. Leylakları avuçladın, kokularını sana verip soldular. Birkaç cümle geveledin ağzında. İyilik ve mantık öldü. Olamayacaklardan, imkanlardan söz açtın. Bir bebek içimde öldü.

İzmariti, saçlarını, kuşları, leylakları, iyiliği, mantığı, bebeği toparladım dağıttığın yerlerden. Kahverengi çantama koydum. Bana verdiğin hediyelerin yanına, tutamadığın sözlerin yanına. Aşk sözcüklerinin, telefon seslerinin, sinema biletlerinin, kuru çiçeklerin, gözyaşlarının, kahkahaların, esir kalplerin, bağlılık yeminlerinin, hayallerin, planların...

Şimdi ayakların orada kelepçelenmiş, o parkta, üzerinden ne aşklar geçmiş, ne sözcükler söylenip geri alınmış o bankta oturuyorsun hala. Akşamı bir parça kanla raptettim zamana.

Sözcükler geri alınamazsa da zaman durdurulabilir. Aşka karşı, aşk için bir zafer kazanılabilir. Bir sözcük bir hayatı noktalayabilir. Bir çakı bir kalbi bulabilir.
Bana inanabilirsin artık: Bir aşk sonsuza dek bir bankın üzerinde oturabilir.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Dua

Beni şimdiki halimle değil,
Köşeye sıkışmış, boğulurken, tutunmaya çalışırken değil,
Ağzımdan kötü huylu tomurcuklar fışkırtırken değil
Beni sevdiğin zamanlardaki gibi hatırla

Bilirsin vardı benim de böyle hallerim
Mor bir kazakla ne giyilir diye düşünmediğim
Gözlerimin güldüğü dişlerimden önce
Eriği sevdiğim, masum olduğum, sana inandığım
Her şeye inandığım günlerim

Beni şimdi olduğum gibi değil
Eskiden olduğum gibi hatırla

Karşına çıktığım gündeki gibi hatırla beni
Hani sadece bir konuk, bir soru işaretiyken dünyada

İlk öpücüğümü merakla beklerken hatırla beni
Utanmayı bilirken hala

Birisine ilk kez seni seviyorum dediğim günde hatırla beni
Hani hiç kırgınlık girmemişken kalbimle aramıza

Tek bir kara bulut bile gölgelenmemişken aşkı, hatırla beni
Som buğuyken ben, som yeşilken sen, som maviyken hayat, defterim som beyazken

Bilirsin, böyle değildim hiç boyun eğmemişken
Hiç ceza almamış, hiç ceza vermemişken
Hiç kırılmamışken kalbim böyle değildim
Hiç ihanet etmemişken kimseciklere
Söylediklerim sadece söylediklerimken

Sen çocuktun ben çocuk
Uçurum kıyılarını gökyüzü sanıp gezerdik el ele
Güven sana inanıp denizde yürümekti

Bilirsin o zaman güzel yağardı yağmur
Ve ben kaçırmazdım saçlarımı rahmetinden
Büyümek bir şeyler alıp götürüyor getirdiği yerlerden

Ben bağışlamadım seni sen de bağışlama
Ama çok sevdim seni
Beni unutma

5 Eylül 2008 Cuma

Ejderha Günü

Günaydın herkese. Ne güzel bir sonbahar yaşıyoruz değil mi? Umarım biraz uzun sürer İstanbul'un en güzel mevsimi. En azından koltuk değneğini atıp rahatça yürüyebileceğim zamanlar başlayana dek sonbahar beni beklesin dua edin de ne olur. Bu ışık, bu hoş serinlik ve yakmayıp ısıtan güneş altında bir kaç gün uzun yürüyüşler yapabilmeyi çok istiyorum.

Bugün buraya eklemek için üç yıl önce Picus dergisinde yayınlanmış bir yazıyı seçtim. Dergi bir fantastik kurgu dosyası hazırlamış, benden de bir yazı istemişti. Ben ejderhalar üzerine yazmayı tercih ettim.

İyi okumalar.



Ejderhalar Yaşıyor!

Kırmızı, altın, yeşil, kahverengi, boz.... Ejderhalar yüzyıllardır gökyüzünü süslüyor düşlerimizin yaşadığı o yerde. Rüyalarımıza giriyor, masallarımızda başköşeye kuruluyor, yıldız takımlarına isim oluyorlar. Prensesleri kaçırmak, şövalyelerle savaşmak, köyleri basıp yakmakla uğraşıyorlar batıda, bolluk ve bereket simgesi sayılıyorlar doğuda. Dünyanın her kültüründe var ve gerçeklik denen tatsız evrende yoklar.
Ejderha Ortadoğu kökenli bir sözcük. Farsça’da ve ortak kök olan “aji”yle Kürtçe’de var. Çincesi long. Eski Türkler –büyük ihtimal Çince’den mülhem- luy, luu, lu ya da ulu dermiş kendisine. Batı dillerine ise Yunanca’da “büyük yılan” anlamına gelen “drakon”dan teşrif etmiş. Japonlar Çince’den değil Yunanca’dan geçen kullanımı tercih ediyorlar, daragon. Biz de Orta Asya’dan göçüp Orta Doğu’ya yerleşeli beri ejderha diyoruz. Ejderhaların sadece ismi değil, onlar hakkındaki görüşlerimiz de büyük ihtimalle aynı göçün sonunda değişmiş.
Çin kültüründe ejderhalar bolluk, bereket iyilik simgesi olmakla kalmayıp dünyanın yaratılışında da önemli bir role sahipken, Ortadoğu’da yılanlara yüklenen olumsuz anlamla birleşerek kötü varlıklara dönüşmüş, Avrupa’da anlatılan masallarda da aynı kötülüklerine devam etmişler. İşte, benim çağdaş masal olarak düşündüğüm ve çok sevdiğim fantastik kurgu türünün ilk büyük yapıtında, Hobbit’te yer alışları da bu bakış açısının direkt bir yansıması.
Hobbit’in kötü ejderhası Smaug kocaman bir hazinenin üstüne yatmış, burnundan alevler çıkaran, korkutucu, çirkin bir yaratık olarak çıktı karşımıza. Bu büyük yapıtta yer alma şerefine nail olan ejderhalar da geçmişin artık pek yüz vermediğimiz masallarında kalarak derin bir unutuluşla yok olmaktan kurtulup hayal dünyamızdaki yerlerini yeniden sağlamlaştırdı. O günden sonra bir yazar ne zaman olmayan bir ülkeyi kurgulasa bir ejderhayı barındırabileceği bir yeraltı mağarası, bir dağ ya da bir ada koyuvermeyi ihmal etmedi yapıtına. Böylece ejderhalar da yaşayan canlılar gibi evrim geçirdi, değişti.
Örneğin Michael Ende’in Fantazya’sında Atreju’nun dostu beyaz uğur ejderhası Fuchur’un “iğrenç dev yılanlar gibi derin yeraltı mağaralarında yaşayan ve pis kokular yayarak herhangi bir gerçek ya da sözüm ona varolan serveti koruyan alışılmış ejderhalar ya da canavarlarla”[1] bir benzerliği yoktur. Uçmak için kanatlara da ihtiyacı yoktur. Göklerde bir balığın suda süzülmesi gibi uçar. Bedeni sedef rengi pullarla kaplıdır, sesi kocaman bir çanın altın çınlamasına benzer. Fuchur, benim en sevdiğim ejderha, Bitmeyecek Öykü ise harikulade bir kitap içinde kitap içinde kitaptır.
Yerdeniz’in en yaşlısı Kalessin ise Fuchur’dan farklıdır. Fuchur kendisini korkunç Ygramul’dan kurtaran Atreju’ya ismini söylemiş olsa da, Yerdeniz’in adalardan oluşan diyarında hiçbir aklı başında ejderha ismini birine vermez. Çünkü oralarda birinin gerçek ismini bilmek ona istediğiniz her şeyi yapabileceğiniz anlamına gelir.
Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz’inde insanların bir gündelik ismi, bir de doğumundan sonra bir büyücü vasıtasıyla “onlara gelen” gerçek ismi vardır. Bu ismi ancak en yakınlarınız bilir. Gerçek ismi bilmek gerçek gücün ve büyünün kendisidir. Yerdenizli büyücüler Roke adasındaki büyücülük okulunda bin bir zorlukla kadim lisanı öğrenmek zorundadırlar büyü yapabilmek için, oysa bu lisan ejderhaların anadilidir. Kızıl-altın pullara, hiddetli bir nefese, yelken gibi kanatlara sahiptir ejderhalar. Dokunuşları yakıcıdır ve isterlerse bir insan görüntüsüne bürünebilirler.
Yerdenizli ejderhalar insanları sevmez ama bunun önemli bir nedeni vardır. Bu nedeni Ursula K. Le Guin yıllar sonra yeniden Yerdeniz üzerine yazmaya başlayınca bulur, bize de anlatır: “Uzun zaman önce, insanlar ve ejderhalar bir cinsmiş, aynı lisanı konuşurmuş. Fakat farklı şeylerin peşindeymişler o yüzden ayrılmaya karar vermişler – farklı yönlere gidebilmek için.”[2]
Yerdenizli ejderhaların önemli bir özelliği olan insana dönüşebilme yeteneği, bir başka fantastik kurguda, Ejderha Mızrağı’nda da karşılaştığımız bir motiftir. Solamniya Şövalyeleri’nin ilki ve en büyüğü olan Huma, bir kıza aşık olur. Ancak kız gerçekte bir ejderhadır. Gümüş bir ejderha.
Margaret Weis ile Tracy Hickman ikilisinin Ejderha Mızrağı serisi Kyrnn adını verdikleri dünyada geçer. İkili bu dünya üzerine pek çok kitap yazar. Her biri gözünüzde canlanabilecek denli gerçekçi (fantastik kurguda “gerçekçilik”ten söz ediyorum, evet ve inanın bana ne dediğimin gayet farkındayım) ele alınmış kahramanları çok sevilir. Ejderha Mızrağı’nı diğer fantastik kurgulardan ayıran her kahramanda bir parça karanlık, her anti kahramanda da bir parça ışık olmasıdır.
Aslında hepimiz isteriz sadece ak ve karadan oluşmasını dünyanın. Kötülerin mutlak kötü olmasını ve iyilerin de onlara haddini bildirmesini. Ancak ne bu dünyada ne de Kyrnn’de ne yazık ki bu mümkün değildir. Karanın neden ve nasıl kara olduğu Ejderha Mızrağı’nda sürekli deşilip duran bir sorudur. Bu nedenle Kyrnn’li ejderhalar da insanlar gibi iyiler ve kötüler olarak ikiye ayrılamaz.
“Türküsü dökülürken ağzından, göklerin yağmuru,
gözyaşı gibi, işittin bilgeyi,
yılların ve Ejderhamızrağı’nın Yüce Söylenceleri’nden
unutulmuş öykülerin tozunu temizlerken.
Çünkü hatıraların ve sözün ötesindeki derin çağlarda
dünyanın o ilk nazarında
üç ay, yükselirken ormanın bağrından
ejderhalar, korkunç ve kocaman,
Savaşmışlardı Kyrnn denen dünyada.”[3]
AnneMcCaffrey’in ejderhaları ne gerçek ne de hayal dünyasına aittir. Bilimkurguyla fantastik kurgunun arasında bir yerde, Rukbat yıldızının dünyaya çok benzeyen bir gezegeninde yaşarlar: Pern’de. Ejderhalarını bu dünyada bulamayınca başka bir gezegene giden Anne McCaffrey insanlar tarafından kolonileştirilen ancak daha sonra merkezle bağlantısı kesilen bu gezegende bir Orta Çağ toplumu yaratmıştır. Ejderhalar binicileriyle birlikte weyr denilen büyük mağaralarda yaşar ve bu kez insanları yemeyi, köyleri yakıp yıkmayı bir yana bırakın, gezegeni “iplik”ten ve ölümden kurtaracak asıl kahramanlar onlardır.
Böylece ilk kez bir fantastik kurguda, gelişmeleri insan eliyle sağlanan canlılar olarak karşımıza çıkar ejderhalar. Pern’in komşu gezegeni Kızıl Yıldız çılgın bir yörüngeye sahiptir. İki gezegenin birbirine çok yakınlaştığı hadid noktasında iplik denilen organizma Kızıl Yıldız’dan Pern’e geçmeye çalışır. Düştüğü yere yuvalanıp hızla üreyen, yakıp kavurarak tüm yaşamı yok edebilen bu tehditle baş edebilmek için koloniciler gezegende yaşayan ve masallardaki ejderhalara çok benzeyen canlıları genetik müdahalelerle büyütür ve ehlileştirirler. Bir ejderha ne kadar ehlileşebilirse elbette.
Pern’li ejderhalar zamanda ve mekânda yolculuk yapabilir, dünyalı adaşları gibi ağızlarından ateş çıkarır, ipliği havadayken yakarak Pern’e düşmesini önlerler. Çok daha önemli olan bir başka özellikleri de, bir insan tarafından etkilenmeleri halinde telepatik iletişim kurabilmeleridir. Etkilendikleri ve etkiledikleri insanla aralarında ölene dek sürecek bir bağ kurulur ayrıca. Öyle ki, biri öldüğünde diğeri de ölür.
Bütün bu kitapların ortak özelliği ejderhaların en az insanlar kadar önemli birer roman kahramanı olarak karşımıza çıkmasıdır. Anlatılarda kendilerinden korkulsa bile hep saygı duyulması gerektiği tekrar tekrar anımsatılır.
Ursula K. Le Guin “Amerikalılar ejderhalardan neden korkar?” diye sorar ve şöyle yanıt verir: “Çünkü fantezi gerçektir. Gerçekten yaşanmış olayları anlatmaz ama gerçeği anlatır. Çocuklar bilir bunu. Büyükler de biliyor, bildikleri için korkuyorlar. Fantezilerin gerçeği, hayatlarındaki yalanları tehdit ediyor çünkü; hayatlarını üzerine kurdukları yanlış, sahte, gereksiz ve fani ne varsa tehdit ediyor. Ejderhalardan korkuyorlar çünkü özgürlükten korkuyorlar”[4]
Sadece ejderhalar için değil, aslında çocukları korkutmak için kullandığımız her masal yaratığı için geçerlidir bu.
Her şeyin açıklandığı, bilinebilir olduğu bir dünyada yaşıyoruz artık. Ejderha mitinin nereden doğduğunu da açıklayabiliriz. Pterodactyl fosillerini müzelerde sergileyebilir, yılanlardan neden korktuğumuza ilişkin psikolojik açıklamalarla birleştirip “Ejderhalar yoktur, hiç olmadılar” diyebiliriz. Elbette diyebiliriz bunu, kimse aksini iddia etmiyor ki zaten. Devlerin, cücelerin, perilerin, cinlerin, uçan atların olmadığını da biliyoruz hatta. Fakat onları kullanarak başka bir şey anlatıyoruz. Bu dünyada nasıl yaşanması gerektiğine ilişkin bir şey. Şimdi yaşadığımız hayattan daha farklı, daha uygun bir hayat. Ejderhalar bunu simgeliyor işte. O yüzden vazgeçmiyoruz bu hiç yaşamadığını bildiğimiz varlıklardan. Biz yaşıyoruz ama biliyoruz ki hayatımız uçsuz bucaksız zamanın içinde bir andır. Oysa ejderhalar gerçekte var olmasalar da binlerce yıldır bizimle yaşamakta.
Çünkü ister kötü tarafta yer alsınlar ister iyi tarafta, ejderhalar hep başına buyruk ve özgürdüler sonuçta. İşte biz de bunu seviyoruz.


[1] Bitmeyecek Öykü, Michael Ende, Ren Yayınevi
[2] Öteki Rüzgar, Ursula K. Le Guin, Metis Yayınevi
[3] Güz Alaca Karanlığının Ejderhaları, Margaret Weis-Tracy Hickman, Arka Bahçe Yayıncılık
[4] Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, Ursula K. Le Guin, Metis Yayınları, içinde “Amerikalılar Ejderhalardan Neden Korkar?”

1 Eylül 2008 Pazartesi

Güzel Yağmur

Çok aramışım, uzun yollara çıkmışım
Tadını sevmişim, ışığını, bulmanın

Hiç gitmemişsin bir yerciklere
Durmuşsun orada taşlar gibi
Dağlar gibi
Mıh gibi öyle

Aynı yerde buluşuyoruz şimdi

Bak şu yağan yağmur
Güzel yağmur

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Sobe!

Bu blogda sadece şiirleri, yazıları vs. yayınlıyorum. Ve fekat ekmekçikız "en sevdiğim aşk romanı"nı merak etmiş, tutmuş beni sobelemiş. "Oyun oynayacak yaşı çoktan geçtik" der miyim hiç? Pilavdan dönenin kaşığı pert olsun.

Aşk romanı denince aklıma ilk gelen "Beyaz Dizi" adını haiz olup 16-19 yaş arasındaki beni epeyce meşgul etmiş bir kitap dizisidir efendim. %60'ı bekaretlerinden utanç duyan, geri kalan %40'ı ise zaten hayata küsmüş kadın kahramaniçeler ile %90'ı gri gözlü, %100'ü kadın kahramandan en az 20 yaş büyük erkek kahramanların başrolleri paylaştığı bu kitaplardan aldığım hazzı bir de çekirdek çitlemekten alırdım o yaşlarda. Şimdi çekirdek de yok o kitaplar da lakin sorum baki: "Gri göz ne menem bi gözdür allaaam?" (Tarihe not düşmek adına belirtiyorum: Kırk küsur yaşındayım halen de gri gözlü bir erkek değil tavşan bile bulamadım. Duyan, bilen, görenlerin insaniyet namına haber vermesini rica ediyorum. Niyetim asla fena değil, bi bakıp çıkıcam)

Beyaz dizileri geçersek ama (-ki, reca ederim kapatalım bu bahsi, evet) benim en sevdiğim aşk romanı Anar Rızayev'e ait. Bu kitabın adı bile bir aşk tanımı: Beş Katlı Binanın Altıncı Katı.

Yaa, aşk işte. Öyle ulaşılmaz, öyle buruk, öyle umutlu yine de. Kitap hakkında başka bir şey demeyeceğim, verdiğim linkte indirimli görünüyor, alın okuyun. Ayrıca Anar'ın diğer kitaplarını da gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum.

Sobe faslına gelince... Valla bi zaman aşk mevzubahis olduğunda geri kalan herşey teferruattır diyen ben artık kimseyi sobelemiyorum. Elma isteyen elma alsın, ayva isteyen ayva bulsun. En güzel günler sizlerin olsun.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Minibüs Öyküleri Ya da Uyduruk Bir Tarihçe'den

1984

Çatlak hoparlörlerden “Şiki şiki baba” yükseliyor, annesiyle halası da eşlik ediyorlardı şarkıya. Enişte de neşeyle tempo tutuyordu direksiyonu tıpışlayarak. İstanbul’a ilk kez gelen Pakize Maslak’tan inip de denizi öyle, pırıl pırıl görüverince “Amanın kız anne, suya bak!” dedi, eniştesinin epeyce yaşlanmış Murat 124’ünün camından yarı beline kadar sarktı. Anne tokadı yapıştırdığı gibi içeri çekti kızını.
“Sarkma öyle itin dölü, kafan kopacak da ben babana ne hesap vereceğim sonra?”
Pakize höyküre höyküre ağlamaya başladı. Önde, eniştenin yanında oturan hala bir elma verdi, sussun diye. Pakize şımardı ya, tuttu elmayı dışarı attı. Bir tokat da bunun için yiyecek, daha da beter ağlayacakken tam yanlarından “Daridaridiit” diye bir ses geldi. Anne vurmayı, çocuk ağlamayı unutup yerlerinden fırladılar.
Ne Pakize’nin yola elma attığından ne de elmanın onları sollamaya çalışan bir minibüse çarptığından haberi olmayan enişte kolunu camdan çıkarıp manyak mısın kardeşim hareketi yaptı. Karşılığını sadece şoförden değil yolculardan da alınca cinleri tepesine çıktı, İstanbul’daki tüm minibüslerin de, onlara binenlerin de gelmişini geçmişini iyice kurcalamadan kapamadı çenesini. Annesi kızının yediği haltı söylemedi enişteye ama iyice bir çimdikledi Pakize’yi.
Minibüs, tadı tuzu kaçmış üç yetişkinle kolları giderek moraran on iki yaşında bir kız çocuğu bıraktı arkasında, yoluna gitti.
Durup durup dikiz aynasından Murat 124’e bakan Dursun sinirliydi. “Bir de hareket çekiyor yahu” diyordu boyuna.
Hani öyle insanlar vardı ki şu İstanbul trafiğinde insanın efendiliği falan bir yana bırakıp yer misin yemez misin girişesi geliyordu.
“Kavga kaşağısı bunlar evladım, uymayacaksın” dedi yan koltuğunda oturan yaşlı adam.
“Haklısın da amcacığım, bir değil iki değil. Her gün çoğalıyor terbiyesizler” dedi Dursun. “Biz de insanız, bir dayanma noktamız var yani.”
Sinirle sigara paketini arandı.
“Al, buradan yak” dedi arkasındaki koltukta oturan. Şoförü sakinleştirmenin yolculuk görevi olduğunu öğrenecek kadar çok gidip gelmişti o da bu yollarda.
“Sağ ol birader” dedi Dursun, uzatılan sigarayı aldı, minibüsün çakmağıyla yaktı. Derin derin iç geçirdi. “Haksız mıyım ama?” dedi yeniden.
Minibüstekilere de laf gerekti zaten. Hemen haklısın haklısın dediler, Dursun bir söylediyse onlar iki söylediler.
“Davar bunlar davar” dedi dişleri çarpık çurpuk bir delikanlı. “Köyden dün gelmiş, altında araba var diye hava basıyor.”
Kendisinin de İstanbul’a topu topu üç yıl önce geldiği aklından çıkmıştı. Böyledir İstanbul, gelir gelmez kırk yıllık buralıymışsın zannettirir insana kendini. Hiç kimsenin şehrin yerlisi olmadığı büyük şehirlerin mucizesidir bu.
“Pöh” dedi yaşlıca bir hanım “Araba da araba olsa! Ben daha gencim ayol”
Kahkahayı bastılar. “Ne diyorsun teyzecim,” dedi yanındaki yeğeni “Neşe Erberk halt etmiş valla yanında”
Kadın iyice makaraya sardı: “Pöh! Şu sıskacık kız mı? Ola ola Avrupa güzeli oldu be, beni soksalar yarışmaya dünya güzeli olurdum. Yanlış seçtiler yanlış.”
Hava yumuşadı iyice. Dursun da güldü. Minibüstekiler derin bir nefes aldı; kazasız belasız devam edeceklerdi yollarına.
Pakize’nin eniştesine davar diyen delikanlı minibüsteki hafiflemiş havadan cesaretlendi ya, koltuğunun yanında dikildiği kıza manalı bir gülümseme yolladı. Kızın adı Mine’ydi, ters ters bakıp kafasını çevirdi. “Salak” dedi içinden, “Kendini ne sanıyorsa?”
Bir kere hala İspanyol paça giyiyordu ona gülümseyen geri zekalı. Dahası esmer ve yamuk bacaklıydı. Saçları da travolta kesilmemiş, yandan ayrılıp iyice yapıştırılmıştı.
Mine düzgün konuşan, düzgün giyinenlerden hoşlanırdı. Metin gibi mesela. Hem kalıbını basardı bu çocuk dans etmeyi de bilmezdi. Nerde öyle kumlarda breyk dens figürleri patlatsın. Halbuki Metin saçlarını şöyle parmaklarının arasından geçirip bir elektrik bugi hareketleri çekerdi ki, İlhan’la beraber bütün kızların içi giderdi. Mine’ninki de elbet.
Kafasını çevirip kontrol etti, oğlan hala ona bakıp sırıtıyordu. İyice sinirlendi. Zaten hep böyle oluyordu, hep beğenmeyeceği, asla tipi olmayacak geri zekalılar bakıyor, gülümsüyordu ona. Halbuki ne vardı şöyle Metin gibi biri gülümseseydi, o da ona gülümseseydi…
“Yok canım” dedi kendi kendine. “Öyle hemen gülümsemem tabii. Önce kaşlarımı çatar, başımı çeviririm. Yine ona doğru dönerim sonra. Ama ona bakmadan tabii. Tam inecekken ‘Nasıl da ekiyorum bak seni?’ der gibi bakarım bu kez. Metin dayanamaz düşer peşime. ‘Af edersiniz ben sizi bir yerden tanıyor muyum?’ falan der. Ben ‘Ne münasebet?’ derim. Kızmış gibi yaparım ama yanımda yürümesine ses çıkarmam. Bir süre sonra dururum, ‘Öf,’ derim, ‘Derdiniz ne sizin?’ derim. O bana ‘Derdim sizsiniz’ der, ben bir şey demem, sinirli bir kahkaha atar yürürüm. O da yürür benim peşimden. Bir pastanenin yanında ‘Ne olur durun,’ der. ‘Nefes nefese kaldım, azıcık dinlenelim’ falan der. Ben yine kızgın kızgın ‘Tamam ama bir şartla’ derim. ‘Sonra peşimi bırakacaksınız’ derim.”
Bu noktada daha fazla dayanamadı minibüs gülmeye başladı. Harıl hurul sesler çıkardı motorundan. Komik olan, bütün kızların düşlerinin birbirine benzemesiydi. Hayallerinde her biri bir Banu Alkan, bir Hülya Avşar, bir Serpil Çakmaklı kesiliyor, peşlerinden koşturdukları erkekler kategorisinde Kenan Kalav’dan aşağısına da gönül indirmiyorlardı. Kızın gündüz düşünün devamında Metin’le ikisinin sahilde birbirine doğru koşturacaklarını adı gibi biliyordu.
“Bununkinin adı Metinmiş bak,” dedi direksiyona. “Bak, tam beklediğim gibi şimdi de Hisarüstü’ndeki tepede koşturmaca oynuyorlar. Bu çocuklar çok komik yahu!”
Direksiyon bir yandan Dursun’un yeni sakinleşmiş ellerinin altında Çayırbaşı’na dönmek için manevra yaparken bir yandan da cevap yetiştirdi:
“Kızın Metin, Metin dediği zırt pırt Taksim’e götürdüğümüz havalı oğlan olmasın sakın?”
“Hangisi? Hani şu her seferinde ayrı kızla gelen mi? Saçları travolta kesimli, sarışın?”
“Evet abicim o işte. Şalvar gibi pantolonlar giyiyor hani. Zincir mincir takıyor. Dansçı galiba”
“Tamam, tamam bildim, dansçı o, evet. Hani börekçinin oğlu. Liseyi bitiremedi dans sevdasına. Annesi dert yanıyordu ‘Babası öldürecek bunu,’ diye geçenlerde. Tabii ya, bu kızın düşlediği garanti o Metin’dir.”
Metin minibüsle direksiyonun kendisinden konuştuğundan, hatta aynı minibüsteki bir kızın da düşlerini süslediğinden habersiz babasının dükkanına gelen kızları kesiyordu o anda. Bilmiyordu ki, az sonra babası gürleyerek dükkana girecek, dans etmenin, saçları serseri gibi kestirmenin ona mı kaldığından başlayıp tez zamanda ya okulu bitirmesini ya da askere gitmesini isteyecek. Zaten askerlik de yirmi aydan on sekiz aya inmiş hazır, Metin okulu bırakıp askere gidecek. Döndüğünde annesinin bulduğu bir kızla evlenecek, son moda pantolonları, zincirleri atıp göbeklenecek, babasının dükkanını genişletecek ve gençlerin ahlaksızlığından yakınıp kızlarının başını bağlayıp evde oturmasını isteyen bir baba olacak zamanla.
Bütün bunların olmasına daha varken ama, hiç tanımadığı, zaten tanıyamayacağı bir kız da onu düşlerken hazır, dükkanda ona gülümseyen kızlarla bırakalım Metin’i, birazcık daha hayatın tadını çıkarsın. Biz minibüse dönelim.
Dişleri çarpık oğlanın adı Hüseyin’di. Kızdan yüz bulamayınca bozuldu. Zaten ineceği durağa gelmişti minibüs, durdurdu. Yine de arkasına bakıyordu bir umut. Kız milleti belli olmaz ki, belki de naz yapmıştır öyle kafasını çevirip, belki şimdi camdan kesik atıyordur.
I ıh! Bakmıyordu kız. Hüseyin canı sıkkın, çalıştığı çiçekçiye gitti. Çiçeklere de iyi davranmadı o gün, müşterilere de. Onlar da suçu Hüseyin’de değil kız milletinde arasınlardı.
Hüseyin’in zulmünden kurtulan karanfillerden birkaçı apandisit ameliyatı geçirmiş bir hastaya götürüldü. Hastane odasında durması yasak diye, bir şişeye konup kapının önüne çıkarıldı. On bir yaşındaki bir oğlan gözle kaş arasında kapıverdi karanfili, hanidir göz koyduğu on yaşındaki kıza verdi. Kız ilk aşkını bu karanfil sayesinde yaşadı. Kalbi minnetle doldu, karşısındaki üç dişi eksik, dizleri yara bere içindeki çocuğu Candy’nin sevgilisi Anthony gibi gördü.
Hüseyin’in sattığı glayöllerden üçü bir kız isteme merasimi için tek katlı bir eve gitti. Çiçekleri aldılar ama kızı vermediler.
Aynı dükkanda satılan bir demet menekşenin hikayesi ise epey tuhaf oldu. Yirmi yaşlarında bir kız aldı onları, boğazın sularına bıraktı itinayla. Fransa’da sürgün Yılmaz Güney’in hasta olduğunu duymuştu, üzerinde onun ismi yer alan bir mektup yazmaya cesareti yoktu. Yine de ülkesinde onu sevenlerin hala var olduğunu duyurmak istiyordu. İşte o menekşelere yükledi bu kocaman görevi. Menekşe haberi götürebilmek için çok çırpındı boğaz sularında ama ah… Bir motorun altında kalıp dağıldı. Fakat sevgi de öyle dağıldı Boğaz sularına. Aradan çok yıllar geçtiğinde bile pek çok insan kızın sevgisini paylaştı böylece.
Kız oradan ayrıldı, aynı tadı bulma umuduyla arkadaşlarının methettiği bir filme gitti. Oysa yepyeni bir hikayeydi anlatılan. Filmin başrol oyuncuları başka eşlerden sahip oldukları bir sürü çocuğa bakmadan aşkın sesini takip edip evlendiler, yuva kurdular. Adamın boynu her çocukta biraz eğrildi filmin sonunda.
Film bitince bir kadın ağlamaya başladı Kocası işkillendi, ne halt etmeye ağladığını, filmde ağlanacak ne olduğunu sordu kadına. Kadın “Sen anlamazsın” dedi. Erkek bal gibi de anladığını, ille de bu filme gelelim diye tutturmasının foyasını ortaya çıkardığını, zaten son günlerde kadına bir haller olduğunu, bir gün çok neşeliyse ertesi sinirden köpürdüğünü, bunlardan fena halde işkillendiğini, eğer düşündüğü gibi bir şey varsa kadını yaşatmayacağını söyledi. Kadın da adama “Allah belanı versin,” dedi. “Filme ağlıyorum ben” İnsanların eşlerini aldatmasında ağlanacak ne olduğunu sordu adam. “Zaten buna uyuz oluyorum” dedi. “Çok mu özendin, ha?”
“Yeter artık” dedi kadın. “Film boyunca da dırdır konuştun durdun, yok kadın yolluymuş, yok ahlaksızlıkmış! Ne güzel film işte, neyini beğenmedin, sonu mutlu bitmedi mi?”
“Ya ya, çok mutlu bitti. Adam karıyı, kadın kocayı boşadı. Neresi mutlu be?” dedi adam. Kim bilir kaçıncı kavgalarını ede ede evlerinin yolunu tuttular.
Menekşeleri boğaza atıp sonra da aynı filmi izlemeye gelen kız ise kimseyle dırlaşmadan çıktı sinemadan. Hem zaten sevgilisi yoktu, daha doğrusu yüzünü gördüğü bir sevgilisi yoktu. Sağmalcılar cezaevinden bir mektup arkadaşı vardı ama. Arkadaşlarından biri cezaevindeki abisine yazarken tanışmışlardı kızla. Arkadaşı abisine kızın selamını söylemiş, abisi de ona bir arkadaşının mektubunu göndermişti kıza iletsin diye. Kimseyle görüştürmüyorlardı oradaki insanları, dışarıya hasretlerdi, güneşi, baharı, İstanbul’u anlatsın mektup arkadaşı yeterdi. Böyle yazıyordu ilk gelen mektupta. Kız yanıt verdi. Otuz yaşındaydı yazıştığı adam. Öyle güzel yazıyordu ki, kız daha üçüncü mektupta ondan başkasını sevemeyeceğini düşünmeye başladı.
Hakkında idam kararı vardı adamın ve kız dışarıyı onun için yaşıyordu şimdi. 1984 yılında bu öyle az da rastlanan bir şey değildi.
Kız sinema çıkışında Çeliktepe’deki evine gitmek için Sarıyer minibüslerine bindi. Bundan beş altı saat önce kendisine menekşeleri satan Hüseyin’in ayak bastığı plastik döşemeye bastı o da. Minibüs Hüseyin’in kızın yaşamına minicik bir dokunuşta bulunduğunu hissetti, “Ben nasıl bir hancıyım böyle” dedi kendi kendine. “Bana değmeyen kimse kalmıyor bu şehirde. Sabahki çiçekçi çocuğun yerinde, ondan menekşeleri alıp boğaza salan bir kız duruyor şimdi ve karşılaşmalar bu kadarla da sınırlı değil. Yanında durduğu yaşlı kadın da bir yerinden değiyor hayatına ama kız bilmiyor bunu”
Kızın yanında yaşlı bir kadın oturuyordu. Gözleri dolu, kalbi sımsıkı. Görüşten geliyordu, onun da oğlu idamlıktı. “Buna da şükür” diyordu eskiyi hatırlayıp. Oğlu yakalandığında aylarca nerede olduğunu bir yana bırak, yaşayıp yaşamadığını bile öğrenememişti çünkü. Kadın Sağmalcılar’dan geliyordu ve cezaevinde kızın sadece fotoğraflarda gördüğü yüzü görmüştü. Oğluyla aynı davadan yargılanmış, aynı cezayı almıştı otuz yaşındaki adam. Oğlu “Ömer arkadaş” diyerek tanıştırmıştı adamı annesine.
Ömer ve Aslı. Sevdaları sürmedi parmaklıkların dışında. Kız yıllar sonra dışarı çıkan adamı terk edecekti. Hayalleri de değişecekti, dünya da.
Minibüs bu yazgıdan habersiz, hayatın birbirine değip geçen, değip geçen hallerini düşündü. Aslı’yı, Ömer’i, şu çiçekçi çocuğu, Metin’i, Metin’i düşleyen kızı, anneyi, Dursun’u, kapısına elma koçanı fırlatan Pakize’yi.
“Bir şeyler olacak” dedi direksiyona. “Bir şeyler olacak, hissediyorum.”
Gerçekten de oldu bir şeyler. Yıl 1984’tü. Her şey değişecekti çok geçmeden.

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Düşük Şarkı

Büyümek zaman ister
Bazen bir ömür yetmez
Yüzünü görmeyeceğim sevgili anne
Koyver gitsin akmayı bekleyen kan
Benim büyümeyeceğim belli en başından

Bana açtığın güzel koyaktan
Bir selam da ben verirdim ama
Baksana beni de alırsa taşacak dünya

Benim yerime bir şarkı taşı dudağında
Yitirme koynundaki geveze kuşu
Kalbine taş taşı, su ver güzel aklına
Çiçekler tut, kolonya geçir
Rahminde yeşert beni sonraya



7 Ağustos 2008 Perşembe

Sayıklamalar

Hiçbir şeyi yetiştirmek zorunda olmadan yazsam. Kendi kendime söyler gibi yazsam. Kimse okumayacak bunu nasılsa diye yazsam. Şaşırmasa elim, takmasam kimsenin ne diyeceğini, böyle yazsam.

Bir öykü uydurmasam hiç. Sadece yazmanın hazzı için yazsam. Müzik etkilemese elimi, dilimi bağlamasa sözler, elim yazsa hatta ben okusam.

Etraftaki seslerin ritmine uyarak, hayata bağlı kalıp ondan yine de koparak, bir küçük uçurtmaymışım da yokmuş tutanım gibi uçsam da yazsam.

Şiir gibi çıksa, şarkı gibi kendiliğinden dokunsa harfler, tıpkı şimdi yaptığım gibi sadece tuşlara basarak yürüsem parmak ucunda, yürüsem de yazsam.

Böyle yazarsam eğer biliyorum ki dokunmaz bana karanlık, ulaşılmaz yerlerime iner de yazarım.

O zaman içimden yükselen bir ben var ya işte onu bulur da yazarım.

Dönmeden gider geri gelir hatta aramadan aradığımı bulur da yazarım.

Kelimelerin dizginini boş bırakınca elimden aşağı su boşalmış gibi olur, o buz sulu çeşmeye elimi sokar, parmaklarımı uyuşturur, tırnaklarımı kor ateşe basar, yakar da yazarım.



1 Ağustos 2008 Cuma

Aman bi recalim vaaar!

Tatilden dönüp mızıldananların şerefineeee!
"Üç günlük dünya zaten tatil yeridir, amaaan" diyen Arzu'dan geliyor bu şiir.

Hadi bakalım:)

Yaşamaya Bakalım

Bir şiir yazacağım şimdi ben
Okuyanlar diyecek ki: Ne güzel şiir bu!
Ne güzel şiir bu, hadi işi bırakalım
Bırakalım şu takvimleri ve iş çizelgelerini
ve bilgisayar imleçlerini, kalemleri ve dosyaları
Keçeli kalemleri de bırakalım hem
Bırakalım onları
Hadi göğe bakalım

Geçinmeyi birbirimizle,
-böyle geçinemiyoruz madem- bırakalım
Alttan almayı, üste çıkmayı unutalım
Nabza göre verilen şerbetleri yere saçalım
Ne güzel bir şiir bu
Hadi ona bakalım

Neden yaşıyoruz sahi biz?
Koşa koşa ölüme gitmek için mi?
Bir lokma ekmek için mi?
Tanrının göğü büyük, toprağı da
Bize bir lokma ekmeği verir elbet
Bırakalım işleri hadi
Toprağa bakalım

Bakınca toprağa bir solucan gördük
Kopardık kuyruğunu
Ne etti: İki solucan
Böl ikiyi ikiye
Bir kalacak diyor matematik
Hayır! Dört var elimizde!
Bırakalım matematiği
Solucana bakalım

Neden yaşıyoruz sahi biz?
Yaşlanmak için mi?
Çalışmak için mi hep? Hep didinmek için mi?
Sabahları erken kalkmak
Geceleri erken yatmak
İşe gitmek ve gelmek ve tatilleri beklemek için mi?
Bir parça soluğa son nefeste kavuşmak için mi?
Bırakalım bunları hadi
Kendimize bakalım

Yazıldı bitti bu şiir,
Biz de yazabilirdik aklımıza gelseydi
Biz de yazabilirdik, evet!
Yazmadık çünkü işimiz vardı
Şimdi başka işimiz var
Hadi bu şiiri de bırakalım
Bırakalım onu
Yaşamaya bakalım

10.01.2003

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Buzul Öykü-Son


3. Tanrısallık: Çoluk Çocuğa Karışma Faslı

Lanet olası Şovamigi’den lanet olası Terranika’ya gidiyorum. Bütün bu öyküyü mola verdiğim vadide, buzdan bir ağacın altında oturmuş eski günleri yad ederken anlattım size. Tims şeftali yemek istedi çünkü. Üstelik Şovamigi’deki şeftalilerden değil de Terrranika’dakilerden istiyormuş. Hayır, emin olun ki aralarında bir fark yok, ikisi de şeftali işte. Ama bunu Tims’e söyleseniz, size o can alıcı gülümseyişlerinden biriyle bakar ve şöyle der: “Ben Terranika’dan bir şeftali yemek istiyorum ama!”
O böyle söyleyince siz de isteğini çok mantıklı buluverirsiniz. Sonra buzlarla dolu bu garip vadide, buzdan bir ağacın altında aklınız başınıza gelir ve evrenin şeftaliler, şaraplar ve arabalarla dolu bir gizem olduğunu düşünmeye başlarsınız
Bazen diyorum ki, acaba Tims o gün benim yanımda yer almasaydı da, ben T’Hoddor’la kavga etmek zorunda kalsaydım ne olurdu? Belki yenerdim T’Hoddor’u. Üç başlı kamçısını bir güzel yutturur, kaynadamlarının ağzından alev alev birer yanardağ patlatırdım. Belki de her şey tatlıya bağlanırdı. Barışır, Fantina’nın partisinden geri dönüş yolunda şarap kadehlerimizi tokuşturup dedikodu ederdik diğerleri gibi.
Ama böyle olmadı. O gün T’Hoddor’a “Ne istersen yaparım” dediğimde, kaderimi değiştirdim. Bir zamanlar kendi ellerimle yarattığım, nefesimle pembeye boyadığım güzelim dünyayı buza çevirdim.
Adı Mewurpuydl’du buranın. En sevdiğim dünyamdı. Gençliğimin en ateşli çağlarında yaratmış, özenle işlemiştim her ayrıntısını. Meyve ağaçları vardı en çok, uzaya çıkmayı başarabilecek denli zekileşmiş bir canlı türü ve binlerce irili ufaklı başkaları. Şimdi altında oturduğum şu buzdan ağaç örneğin -ağaç bile denmez ya artık, buzdan bir ağaç heykelidir şimdi kendisi- bir zamanlar üç ayrı cins meyve verirdi. Dallarında rengarenk kuşlar, böcekler konaklardı. Oysa şimdi sadece karlara açıyor gövdesini, sarkıtlar sallanıyor dallarından meyve yerine.
T’hoddor’a “Ne istersen yaparım” demeden önce Tims bir şeftali isteseydi benden, böyle donaraktan yollara dökülmezdim, envai çeşit ağaç yaratırdım bir göz kırpışımla.
Oysa böyle olmadı. T’Hoddor’a “Ne istersen yaparım” dedim ve o da bana “Ne istersem mi?” dedi. “Evet” dedim ben, en coşkulu halimle. “Değil mi ki Tims boynuma sarıldı ve değil mi ki kendisini tehlikeye atarak korudu beni, ne istersen yaparım. Bunlar senin sayende oldu soylu tanrı.”
“Mewurpuydl” dedi bana.
İçim cız bile etmedi dersem inanın, Tims’e duyduğum sevgi o denli kör etmişti gözlerimi.
“Tabii ki senindir. Al, ne istersen yap.”
“Yok,” dedi. “Ben orayı almak falan istemiyorum, seni gidi kendini beğenmiş! İstesem daha güzelini yaratırım. Ne yapayım o çirkin yeri? Ben, senin Mewurpuydl’da yaşamanı istiyorum.”
“Ama bunun neresi ceza ki?” dedim aptal aptal. “Ben Mewurpuydl’u çok severim. İstediğin orada kalıp asla çıkmamamsa da kabul ediyorum, hem de sevinerek”
“Bir tanrı olmayacaksın ama oradayken.”
“Tanrısal yeteneklerini elinden almayacaktık hani? Bana söz vermiştin.” diye atıldı Tims.
“Hayır, hepimizin sevdiği,” dedi T’Hoddor, Tims’e. “Hayır, sana verdiğim sözü elbette tutacağım. Terrabikka kardeşimizin tanrısal yetenekleri umurumda bile değil. Hoş, zaten pek de yetenekli olduğu söylenemez ya, neyse. Tam olarak şöyle açıklayayım Terrabika’dan istediğimi: Mewurpuydl’u buzlarla donatacak öncelikle. Sonra da tanrısal güçlerini işe karıştırmadan buzdan bir canlı yapacak. Bir tek canlı, istediğim sadece bu işte. Yaratsın onu ve bitsin cezası.”
Bakın, biz tanrılar pek çok kötü şey yapabiliriz. Yalan söyleyebiliriz, hırsızlık yapabiliriz, binlerce canlıyı bir anda gözümüzü bile kırpmadan yok edebiliriz. Fakat verdiğimiz bir söz varsa ortada, asla geri dönmeyiz. Ne pahasına olursa olsun tutarız sözümüzü. Bu nedenle, T’Hoddor’un istediğini bir tanrıyken yapamadığım gibi, bir yaratılmışın yetenekleriyle asla yapamayacağımı bilsem de “Ne istersen” dediğim için gıkımı bile çıkaramadım. O anda tanrısal yaşamımın sona erdiğini anladım. Evet, Flazban gibi unutuşun pençesinde kıvranmayacaktım, tanrı olduğumu anımsayacaktım ama sorarım size, bu daha kötü değil miydi? Kılını bile kıpırdatamamakla cezalandırılmış biri, tanrı olsa ne fark eder?
Böylece Mewurpuydl’a geldim. T’Hoddor’un istediği gibi bütün dünyamı buza çevirdim. Tek başıma oturup baktım sonra ve sonsuz cezamı tamamlamak üzere ellerimi kullandım.
Ellerim pek de işe yaramadı elbette. Ancak yaptığım seçim bir işe yaradı. Tims beni ziyarete geldi bir gün.
“Zavallı Terrabikka,” dedi. “Buzdan bir canlı yaratamayacağını biliyorsun değil mi? Hele de bu haldeyken.”
“ Uğraşıyorum,” dedim ben de ona. “Biraz zor olacak ama zamanım çok ne de olsa. Olasılık hesaplarını hatırla. Diğer yandan canlılarımla uğraşmaktan da kurtuldum. Altın yumurtalarla, doymak bilmeyen penguenlerle ya da balıkçıların istekleriyle başım ağrımıyor artık. Bu hiç de fena sayılmazmış, biliyor musun?”
“Bak ne diyeceğim, hazır bol bol zamanın varken neden biraz bir şeyler yaratmıyoruz birlikte?”
“Ben yaratamam ki,” dedim boynumu büküp. “Biliyorsun, cezalıyım.”
“Of, ne taş kafalı olmuşsun görmeyeli! Öyle değil aptal şey. Hani yarattıklarımızın yaptığı gibi. Anlıyor musun?”
Anlamaz mıydım? Biz tanrıların canlılarımıza verdiğimiz en büyük hediyeydi kendilerine benzer canlılar yaratma keyfi ve şimdi canım Tims, bunu birlikte yapmayı öneriyordu bana.
Binlerce farklı yaratma yöntemi geliştirdik. İpek kanatlı sapposlara dönüştük, çifleştik. On iki vantuzla birbirlerine yapışan ve on iki yıl böyle kalabilen gagiler gibi yaptık. Flört dönemleri bin yıl süren utangaç obuzziler gibi, aşklarının türküleriyle birbirlerini tavlayan pul kanatlı sazmyeller gibi, doymak bilmeyen iştahlarıyla koca göbekli kettsmeler gibi kur yaptık birbirimize. Denizde, havada, karada, her yerde, binbir kılıkla, binbir değişik duyguyla seviştik.
Bundan sonrasını kısa keseceğim izninizle, çünkü mutluluğun söyleyecek fazla sözü yoktur.
Tims bir süre sonra yanıma yerleşti. “Benim canlılarım başının çaresine bakmayı bilir nasılsa” diyordu. “Hem seni burada yalnız bırakmaya kıyamıyorum”
Şovamigi’yi ve Terranika’yı yaptı bizim için, içine canı ne çekerse onu doldurdu. Cezalı olan Tims değildi ki. İstediğini yapabilirdi o, kim karışır?
Eh, gördüğünüz gibi tanrıydım bir zamanlar, şimdi ise sevişmekten başka bir işe yaradığım yok. Peki, buna üzülüyor muyum dersiniz? Tabii ki hayır.
Evet, Tims giderek daha fazla talepkar davranıyor. Şeftaliyi oradan değil de buradan istiyor. “Canım biraz yalnız kalmak istedi” deyip beni Terranika’daysak Şovamigi’ye, Şovamigi’deysek Terranika’ya gönderiyor. İkide bir “Benden sıkıldın artık” diyor, bin bir şaklabanlıkla sevgimi göstermek zorunda bırakıyor beni. Ama o güzelim kirpiklerini kırparak ya da solungaçlarını oynatarak ya da o anda hangi canlıya dönüşmüşsek onun en güzel yerleriyle bir şeyler yaparak yeni canlılar yaratmamızı istediğinde, bunun tanrısal yaşamım boyunca yaptığım en iyi seçim olduğunu düşünüyorum.
Sadece seviştiğimizi söylüyor bana, yaratmak tanrılara özgüymüş. Pöh, kim takar? Ne derse desin adına, yaptığımız bu işten öyle keyif alıyorum ki. Ulu evren adına yeminler olsun, yarattığım hiçbir canlı, bedenimle yarattıklarım kadar sevindirmemişti beni.