30 Nisan 2008 Çarşamba

Bir yemek hikayesi

Mutfak aslında bir çeşit kimya laboratuarıdır. Hani denk gelip de sonucu malzemesinden iyi bir şey çıkarsa ortaya simya bodrumu da sayılabilir. Hem hayalgücünüzü hem el emeğinizi kullandığınız ve ortaya sonucu elle tutulabilir, mideye atılabilir, gerçekten "işe yarayan" bir "iş"tir yemek yapmak. Böyle somut üretim yapabildiğiniz başka kaç "iş" kaldı ki bugünlerde?

Mutfağın bir başka iyi tarafı şudur: Eliniz çalışırken aklınız dünyayı gezer.

Pek çok hikaye, şiir hatta şarkı mutfakta çalışırken biçimlendi kafamda. Bir gün de şöyle bir fikir: "Neden ben yemek yapan insanları eksen alan bir dizi hikaye yazmıyorum ki?"

Bir dizi hikaye çıkmadı, yine maymun iştahlılığım tuttu, sıkıldım, bıraktım. Fakat aşağıdaki öykü o fikrin bir sonucu işte.

Zeytinyağlı patlıcan silkme benim yapmayı da (kolay yapılır) yemeyi de (tadı güzeldir) çok sevdiğim bir yemek. Nedense silkme eski kadınların bir yemeği gibi gelir bana. Hani, yazıdr, komşuya gidilip çeneye fazlaca dalınmıştır, akşama yemek lazımdır ve evde biraz patlıcan, biber, domates vardır. Gelir eve hanım, iki dakikada koyar ocağa yemeği, ağır ağır pişerken ocakta, o ortalığı toplar bir çırpıda.

Efendim, bu öykü hiçbir yerde yayınlanmadı. Şule için çalıyoruz kendisini:

Zeytinyağlı Patlıcan Silkme

Bu soğanları piyazlık doğrayacaksın. Hah! İşte böyle. Hayır, çok ince olmasına çalışma. Orta boy. Ne çok kalın ne de çok ince.

Tencereyi ocağa koyar koymaz banyoya gireceğim. Bugünlük bu kadar iş yeter. Tek başımayım evde. Sanki gelenim gidenim varmış gibi. Sanki kayınvalidem kahve içmeye damlayıverecekmiş gibi. Her iş bitmiş olacak. Mecburum sanki.

Of! Bugün de elim hep ince doğramaya gidiveriyor soğanı. Kayınvalidemin istediği gibi değil. Öyle değil. Biraz kalınca doğranacak bu soğanlar a elim! Tam erimeyecek ki, yediğinde şekerli tadı gelsin ağzına domateslerle birleşip birleşip. Hem tencerenin en altına dizme öyle onları.

Malzemeyi karışık atacaksın tencereye. Annem gibi, kendim gibi.

Annem böyle yapardı. Kayınvalidemden gizli gizli ben de öyle yaptım hep silkmeyi. Ama başımda duruyorsa kayınvalidem, yaptıklarıma bakıyorsa, o ne derse o olacak artık. Lamı cimi yok.

Taze fasulyeyi enine doğradıktan sonra dikine de böl.
Peki.
Dik bölme bir de fasulyeleri, taneleri dışına çıkıyor, yenmiyor.
Ona da peki.
Salataya biberleri uzun uzun doğra.
Peki.
Uzun doğrama öyle biberleri, acısı ağzı yakıyor.
Ona da peki.

O ne derse peki.

Anneciğime ya?

Yoo! Anneme peki demiyorum. O her yaptığımı beğenir zaten.

Kayınvalidem? O da hiçbir yaptığımı beğenmez işte. Onun verdiği öğütleri tutarken bile beğenmez yaptığımı. Ne yaptıysam tam tersi doğrudur onun için.

Hay Allah! Rahmetli öldü gitti çoktan, hala bir soğanı doğrarken bile onunla çekişmeden duramıyorum. Ama bunu yaparken bir de bakıyorum onun istediği gibi doğrayıvermişim. Aman! Ne de karışırdı soğanıma ha! Rahmetli.

Rahmetli tabii. Özledim onu. Dırdır da dırdır tepemde dolanmasını, laf sokuşturmasını, iş beğenmeyişini, benim iki katım cüssesini, enine boyuna kadın halini, “Kocana sahip çık a kızım!” deyişlerini özledim. O bana böyle söyledi diye birazcık boyanınca ben, güya bana demiyormuşçasına konu komşuya zamane kadınlarının iyice süse püse düştüklerini ama ne yemek ne çamaşır bilmeyip anca langır langır gezme bildiklerini anlatmasını özledim.

Al işte yine yaş akıyor gözlerimden. Bir katarakt bir de şu soğan soymalar. Tutamıyorum çıkasıcaların yaşını. Sürekli yaşlı gözlerim, hep su akıyor içlerinden. Aka aka bitmiyor hiç. Nereden geliyorsa bunca su? Ben onların akıttığı yaş kadar su içmiyorum ki. Biliyorum, sırf bu gözler yüzünden kavrulup küçülüyorum günden güne. İçimi kurutuyorlar. Güzel Allah’ım acımız içimizde kalmasın, akıp gitsin diye gözümüze yaş vermiş düşünmüş de. Ama benimkini biraz fazla kaçırmış. Eh, olsun, ne yapalım.

“Yaşı da pek küçükmüş” demişti beni istemeye geldiklerinde. “Sandalyede ayakları yere değmiyor neredeyse ayol”

Nasıl da utanmıştım o gün boyumdan. Oysa inadına söylediğini bal gibi de biliyordum. Oğlu görüp beğenmiş beni ama bu istemiyor. İş olmasın diye iyiden iyiye yokuşa sürüyor. “Ne kızlar buldum ben bu oğluma bir görseniz” diyor anneme. Hem de babamın yanında. “Beğenmedi işte. Eh, ne yapalım gönül bu” diyor, devamını getirmiyor ama biz anlıyoruz tabii. Babamın yüzü sinirden kıpkırmızı oluyor. Ben babam dellenip olmaz demesin diye hemen kalkıp kolonya tutuyorum bir kez daha herkese. Annem ben üzülmeyeyim diye alttan alıyor.

O günden sonra hep alttan aldı canım annem. Kayınvalidem ne derse “evet” dedi, benim gibi. Yıllar sonra babam öldüğünde, kayınpederim öldüğünde, en sonunda kocam da öldüğünde, biz üç kadın yaşarken şu evde, yine hep “evet” dedi. Annemle ikimiz kayınvalideme hep “evet” dedik.

Patlıcanları alaca soymalı ama karası pek de kalmasın üstünde, süs olsun diye bırakacak kadar sadece. Evet, işte tam bu kadar kalsın hepsinde de. Sonra kabuklarını hazmetmek güç oluyor, hele akşam yersem dön Allah dön yatakta. Uyku girmez gözüme.

Uykusuzluk... Hiç düşünmezdim bir gün gelip de uyuyamamaktan yakınacağımı. Kayınvalidem sabahın köründe gelirdi inadına. Sanki bilmezmiş gibi bir de “Aa! Daha uyuyor muydun kızım? Ama ben nereden bileyim bu saate kadar yatacağını? Gün döndü de akşam olacak neredeyse.”

Akşam olacak dediği saat de sabahın onudur bilemedin on biri. Ne çok severdim uykuyu. Bıraksalar ikindiye kadar uyurdum da yine doyamazdım uyumalara. Ah, gençlik başka. Şimdi düşünüyorum da kayınvalidem huysuzluğundan değil de özlemden mi uyandırırdı acaba beni erkenden? Kendi gençliğine, o geri gelmeyecek olan. O geri gelmeyecekliğe mi kızardı da beni kaldırırdı öyle yataktan?

Bir de patatesler... Küçük kessen olmamış, büyük kessen olmamış. Uzun kes, yuvarlak kes, dilimle.... Bir patates doğramak bu kadar dert mi olur insana? Kayınvalidemin patatesi beğenmemesi için tek koşul vardı, benim doğramış olmam.

Hah, hadi bakalım, şimdi de gelsin de söylesin de bakalım bana “koca koca doğramışsın bunları, pişmezler” desin bakalım. Aferin sana kindar elim, tam da onun beğenmeyeceği gibi doğradın şu naletleri. Ooh, canıma değsin. Hadi şimdi doğru tencereye, suda falan bekletip de şekerini çıkarmakla uğraşamam.

“Bir tek nişasta var içinde, suya koyunca o da gidiyor, ot gibi yiyoruz” dediydim de bir keresinde amanın aman! Dünyayı başıma yıkacaktı neredeyse. Öyle bağırıp çağırmadı, keşke bağırsaydı. Gitti köşesine kıvrıldı, akşama kadar gark gark geğirdi. Ölüyor diye aklım çıktıydı. “Annecim kalp ilacını ister misin?” dedim, “Git git” dedi eliyle. “Tansiyon ilacın?”dedim, “İstemem” dedi kafasıyla. Konuşmadı benimle iki gün.

Ah melek annem. Kolonyalarla ovdu kolunu bacağını, ferahlasın diye Yasin okudu. Onunla konuştu kayınvalidem, “Başınıza kaldım” dediğini duydum uzaktan. Annemin itirazlarına “Yok, yok ben biliyorum, istemiyor beni. Ah keşke evimi kapamasaydım, ne bilirdim ah!”

O ölene dek patatesleri suya koydum, içleri dışına çıkana, bir gram nişastaları kalmayana dek beklettim orada. Bunayıp onu öldürmek istediğime kafayı takınca da annem yaptı yemekleri. Yine de tabağından bir kaşık almadan ben, kayınvalidem asla yemedi bir lokma bile.

Domatesin kabuğunu soymadan salataya bile doğratmazdı rahmetli. Şimdi soymasam... Ama olmaz ki. Kabuksuz yemeye alıştırdı beni, ağzıma gelince bir tuhaf oluyorum. İçim kaldırmıyor artık benim de. Tamam, elim soyalım şu kabukları. Ama şöyle yapalım, küçük küçük doğramayalım domatesleri onun istediği gibi olmasın, dörde bölelim sadece, atalım tencereye.

Kabukları kendi isteğimle mi soydum şimdi? Ah! Küçük bir kızken ben, en sevdiğim meyve küçücük, yarı kırmızı yarı yeşil domateslerdi. Bulduğumda bıkmadan, on tane, on beş tane, tuzlar tuzlar yerdim. Evlenip de kayınvalidem kabuklarını soymaya zorlayınca beni... En çok buna itiraz etmiştim. Kendimi koruyamadım ondan, ne isterse yaptım ama kabukları ondan gizli yapabildiğim hiçbir yemekte, salatada soymadım. Şimdiyse... Demek onları da koruyamamışım.

Şimdi akanlar kızgınlıktan işte. Tencereye damlamasınlar. Yaşlarım. Şimdi neye kızıp da çıkıyorsunuz yerinizden biliyorum. Fakat boşuna. Bir şey olmak isteriz bu hayatta, ama başka bir şey oluruz zamanla. Hiçbir yol yaşamın yolundan aykırı sapmaz.

Melek annem benim, küçük bir kız içindi, yumuşacık. Kayınvalidem bir kadın için, taş gibi, hayat için. Bir meleğin kanadı vardır, uçup gidebilmek için. Kadınınsa kökleri. Yaşama sımsıkı bağlanabilmek için. Birinden gökyüzünü, birinden yeryüzünü öğrendim demek ki ben. Şimdi ikisi de yok. Zeytinyağlı patlıcan silkme var ama. Doğradığım patlıcanlar, patates, soğanlar ve domates var. Sağlam. Diri. Pişsinler, ezilsinler, tatlarını birbirine karıştırsınlar, kendilerinden başka bir şey olsunlar diye üzerlerine zeytinyağı dökeceğim. Birkaç kesmeşeker, bir tutam tuz.

Hayat bu yemekten başka ne ki?

29 Nisan 2008 Salı

Kalsa da Gitse de

her şey geçer her şey biter
kalmaz aşkların ortası
sihirler ustası
sözcük satıcısı
bir büyü yap benden herkese
duble olsun

rakıyı mercek yapıp şiire bakan
maviyi buzlaştıran, kayayı dumanlaştıran
ben miyim sen misin her şey mi deliliği berraklaştıran

ah çok yazık deme
acınması gerekmez
birçok tarihi vardır kullanılmamış aşkları olanın
ortadan başlamayı göze alanlara açık kitap
ve son satıra ulaşmayı beceremeyen utangaçlık için
bir duble fazladan için

usta!
kalsın
bırak
akmasın benden sözcükler
içinden bi bok geçmeyen bu şehre
bırak kalsın aç gözünü, gör diyen herkes
elinden tutunca o eski sapsarı yazların akşamı sokakların tozlu su kokusu alır da götürürken seni mavi -belki de maviyi bu yüzden hiç sevmedin- ışıklı gelecek yollara
bırak kalsın
istemeyen birine otostop çektiremezsin aşkın uçurumuna

kumaş desenlerinde artarda çiçeklenen bir ömrü
koyup da gidiyorsun
herkesçiklerin geçtiği kimseciklerin durmadığı o tren yolları kaldı mı?
yoksa şimdi solarken bir gülücük dudağımızda yerini alan o kırışığın faslı mı?

anladım yine bahar geliyor
ondan dayanamayışın bu gri renge
her şey bitiyor herkes gidiyor
utanmadan yine geliyor bu namussuz bahar

usta!
bir şiir çek duble olsun
gözlerimi verdiğim bilgi tanrısı madem ki beni değil annemi doğruluyor
madem ki memleketlim Melahat üzerine okuduğum şiirler çoğalıyor
söylenen her sözcük yalnızca bir öncesine yapılmış atıf oluyor
gelişme bu değilse eğer başka hiçbir şeydir diyenler hep kazanıyor

gökgözlüsihirlerinyeryüzlütanrıçası
uyumalı şimdi
uyumalı ve unutmalı

Haziran 2002 - Kuzey Yıldızı

28 Nisan 2008 Pazartesi

Büyümek yetinmeyi öğrenmektir


Gün eksilmesin pencerenden

Pazartesi sabahı. İşteyiz. Cumartesi ve pazarın tatlı yorgunluğuna sevdalı ruh halimiz pazartesiye surat asıyor. Birbirimize surat asıyoruz.

Dışarıda kışın gelişine aldırmayan bir güneş var. Erken bahar müjdecisi, tatlı yalancı bir güneş. Merhametli, umut dağıtan sıcaklık. Kış yaklaşırken yüzünü gösteriyor ki, unutmayalım baharı. Yaz nasıl bittiyse, kış da bitecek.

Öyle sarsak hissediyorum ki kendimi, yürüsem dağlar yıkılacak sanıyorum. İşler korkulu mecburiyetler halinde. Başlamamak için köşe bucak dolaşıyor, sigara üstüne sigara içiyorum. Artık kaçacak nokta kalmayınca son sigaramı bahçede içiyorum, alelacele.

Fakat o anda ne oluyorsa oluyor, gölgeden çıkıp ışığına yakalandığım güneş bir aydınlanma anı gibi yakalıyor bedenimi. Sırtımda, bacaklarımda oynaşıp onları da ruhum gibi dile getirerek şükür çığlıkları attırıyor. Tam belkemiğimde hissediyorum hayatta olduğumu, yaşadığımı. Kafamı kaldırıp etrafa bakıyorum, muzip bir ışın saçlarımdan kırılıp gözüme giriyor. Güneş benim için küçülüp, kırmızı bir gülücük olacak kadar alçakgönüllü bir anne.

Bahçıvan salkım söğüdün dökülen yapraklarını topluyor bir köşede. Minik, yeşil yaprakçıklar yerdeki sarılara inat yapışmışlar dallara. Bir iki haftaya kalmaz onlar da düşecek bahçıvanın tırmığına ama şimdi bunu düşünmenin sırası değil. Bugünlük güneşleri yerinde. Keyifleri yerinde. Hala bahşedilmiş bir zaman var toprağa doğru çıkacakları yolculuğa. Hala ağaçtalar. Canlılar hala.

Birkaç dize düşüyor aklıma:

Ve gönül Tanrısına der ki:
- Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

Nasıl da doğruluyor şu anı bu şiir. Oysa -şimdi gülümseyerek anımsasam da-, bir zamanlar nasıl da korkutmuştu beni aynı sözler.

Çocukken bir Türk şiirleri antolojisi geçmişti elime. Kısa boylu ama kalın şöyle, enlice. Döne döne okurdum içindekileri. Necip Fazıl, Fazıl Hüsnü, Karacaoğlan, Yunus Emre. Ziya Osman Saba sonra, Nazım Hikmet, Orhan Veli. Eskilerden Fuzuli, Nedim, Nabi. Kitapta doğum tarihlerine göre sıralıydı şairler, bende çocuk zevkime göre. Kimini gerçekten severek, kimini garip bir görev duygusuyla ama her şiiri tekrar tekrar okurdum. Yukarıdaki şiir hariç. Cahit Sıtkı Tarancı’nın bu dizelerine gelince içimi öyle büyük bir hüzün acıtırdı ki, onları görmemek için iki sayfayı birbirine yapıştırmıştım.

Geçen pazartesi sabahı, yıllar yılı sevemediğim o şiiri de, bir zamanlar ki korkumun nedenini de aynı anda anladım. Öğrendiğim zaten bildiğimdi ne zamandır ama anlamak başka bir şey.

Akşam eve gidince antolojiyi aradım kitaplıkta. Arka raflarda, ne zamandır kapısını çalmadığım bir dost gibi bekliyordu beni. Evden eve gezmekten yorulmuş, kenara atılmaktan küskün, kabı lime lime; fakat bir zamanlar ne çok sevildiği tam da o yıpranmışlığından belli. Kolay mı, heyecanlı, incinmeye teşne, büyümeye çalışan bir çocuğa dadılık etmiş bir kitap o. Bedenindeki yaralar bu görevini yerine getirmenin gururunu sergiliyor. En çok sevilen şiirlerin bulunduğu sayfalara beceriksiz çiçek resimleri çizilmiş, imzalar atılmış. Notlar düşülmüş acele: “Türkçe’den yazılı Çarşamba” “En sevdiğim arkadaşlarım: Mine, Şahika, Ayla” Mandalina, meyve suyu, mürekkep izleri ve dahası...

Annesinin zorla sofraya oturtup “Bu yemek bitmeden masadan kalkılmayacak” ültimatomunu çektiği bir Arzu, çektiği işkenceyi hafifletebilmek için yanına almış belli ki kitabı. Belli ki bir patates kızartması yemiş, bir sayfa çevirmiş. Belli ki çatal kullanmamış, belli ki terbiyesizmiş. İyi ki terbiyesizmiş. İz bırakmış sayfalarda elleri.

Çocukken en sevdiğim şiirlerin hangileri olduğunu parmak izlerimden buldum. Ellerimin nasıl büyüdüğünü parmak izlerimden gördüm. Cahit Sıtkı Tarancı’nın o dizelerinin bulunduğu hala yapışık iki sayfayı, kitabı, çocukluğumu incitmeden açtım. Benim kitabım, canım kitabım.

Bir çocuk sadece güneşe razı olduğu bir günün gelebileceğini öğrenmek istemez. Önünde macera dolu bir olasılıktır hayat. Sonsuza dek sürecek kadar çok zamanı vardır onun. Büyük umutlara gebedir. Çocukların yaşam sevinci ölümü kaldıramaz, yalnızca büyümeyi becerenler yutar bu demir leblebiyi. Yalnızca ölümle tanışanlar bilir o iki dizenin aslında hüzün değil, sevinç nişanesi olduğunu. Ölüme rağmen yaşanabileceğini bilir ve böyle yaşamayı sevebilir.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın o şiiri yıllar sonra özgür şimdi. Çünkü ben ölümle tanıştım, çünkü buna rağmen hayatı sevmeyi becerdim. “Şükürler olsun aldığım nefese” diyebildim. Çimenlerde yürüdüm, toprağa karışan yapraklarla tanıştım, patates kızartmaları yedim, şiirler okudum. Gün gördüm. Döngümü bekliyorum ve güneş hala ışıyor göğümde.

Büyümek yetinmeyi öğrenmektir biraz. İnsan sadece güneşi olduğu için bile bu dünyayı sevebilir.


Picus- Şubat 2006

25 Nisan 2008 Cuma

Dönüşür



Ucundan sevgileri bırakacak yer bulamazsan kalbin taşa dönüşür
Eve dönüşür mağara kovuğu. Kuru düşün taze kana dönüşür.

Beklemeye alışık gözlerine bir bulut yükü yolcu değdiği zaman
Gökyüzüne alışır gözlerin. Ölüm, arkası yarınlı bir ömre dönüşür.

Kurarsın çadırını akşamların kentine. Nefese döner o yeşil duman
Yaşlıdır önce, arındıkça coşar acı. Yara kapanmaz. Tene dönüşür.

Kordur, kımıldar. Zordur, fısıldar: Ben ki senim, dışımdadır zaman
Sadece şaka bu olanlar.* Ciddiye alırsan sonsuz bir cinnete dönüşür.

Aşarsın aşılmaz olanı, kapanır tüm kapılar. İlaç kabında zehirdir yaşam
İçmekle tükenmez, göçmekle bitmez. Sıkıntı, asfaltı kayık yola dönüşür.

Böyledir eski hayat da. Bıraksan yırtılacaktır.
Bırakmazsın, sana dönüşür.


*Serserisin. Kını çöpü boylamış bir hançer taşıdın uzun zaman
Vücut bul silahına, daltaban gezdirme. Damarların kına dönüşür.
Kuzey Yıldızı- Ekim/Kasım 2005

24 Nisan 2008 Perşembe

Uyduruk Bir Tarihçe

Aşağıdaki öykü "Sarıyer-Taksim Minibüs Hattı (ya da) Uyduruk Bir Tarihçe" başlıklı öykü dizisinin ilk öyküsü.

Eşyaların, kokuların, yağmurlukların, ölü palamutun bile konuştuğu bir dünyayı yazmak çok hoşuma gitmişti. Hoşuma giden diğer şey de, hikayenin atlaya zıplaya, herşeyi birbirine dokundurarak yürüyüvermesi oldu.

Bu hikayelerden bir kısmı Wesvese adlı pek sevdiğim bir dergide yayınlandı. Ne yazık ki yayın tarihini kaydetmemişim.

1982
Aygül’le Ahmet’in Hikayesi


21 Ekim 1982 günü saat 19:35’de Sarıyer-Taksim minibüsüne balıkçı Ahmet bindi. Sabah Boğaz’dan tuttuğu palamutların kokusu sarı yağmurluğuna sinmişti.

Yağmurlukla aynı torbaya tıkılan balık kokusu bir-iki laf açayım dedi önce ama baktı ki yağmurluğun suratı beş karış, sustu o da. Belli ki yıllardır üzerine sinen bin bir çeşit kokunun uçuculuğuna yüz vermiyordu komşusu.

Kokunun canı sıkıldı. Ahmet’in sigara paketini ararken torbayı karıştırmasını fırsat bilip kaçtı, şoför koltuğunun arkasına sığındı.

Maslak’ta minibüse binen oto tamircisi Veysel kokuyu aldı, koltuğunun altına sıkıştırdığı ekmeğin yanında eve götürdü. Karısı, çocukları, sofra başında çorba içerlerken küçük oğlan Umut, burnunu kırıştırdı.

“Balık koktu birden, değil mi anne?”

Anne sesini çıkarmadan yemeğini yedi. Düşündü.

“Yarın pazara bir bakayım. Ucuzlamıştır belki palamutlar”

Kokusu Umut’un burnunu kırıştıran palamut, Bebek’te Işık’ın evinde pişti. Işık yalnız yaşayan bir iç mimar. Yemeğe çağırdığı sevgilisi Burak gelmeyince palamut da çöpe gitti.

Işık bir büyük rakıyı tek başına içip Burak’a telefon etti. Büyük kavga koptu telefonda. Burak “Bitti bu iş, peşimi bırak” dedi. Telefon yüzüne şrakk diye kapanınca da gelmiş geçmiş bütün sevgililerine küfretti. Karısı sesini duyup yanına geldi. Burak “Yok bir şey canım” dedi karısına. “İşyerinden bir arkadaş. İşleri berbat etmişler de yine”

Karısı “Ha, öyle mi?” dedi sadece. Televizyonun karşısına geçip Dallas’ı seyretti.
Bebek’te Işık bundan böyle Burak’ın yüzünü bile görmeyeceğine dair ettiği yeminlere bir tane daha ekleyip, ağlaya ağlaya uyuyakaldı.

Çöp tenekesindeki palamut başına gelenleri düşündü. Hangi bir derdine yanacağını bilemiyordu. Onu tutan ağa mı söylenseydi, satan balıkçıya mı? Ya mis gibi kızarttıktan sonra, yemeyip çöpe atan şu şımarık kıza ne demeli? Şimdi işin yoksa pis sokak kedileriyle uğraş dur. O bu hallere düşecek balık mıydı? “Zaten” dedi kendi kendine “Bu işten hayır gelmeyeceği kokumun da beni terk edip gitmesinden belliydi.”

İçini çekti, “Neyse, yapacak bir şey yok artık. Umarım şöyle ağzının tadını bilen bir kediye rastlarım. Fakat düşünmeden duramıyorum, acaba bu hale düşmemde en suçlu olan hangisi?”

Palamut o balık aklıyla bile düşüne düşüne asıl suçluyu bulduğunda, balıkçı Ahmet Taksim’de bir birahanede kafa çekiyordu. Birasının içinden kendisine kızgın kızgın bakan palamutu görünce “Bu gecelik yeter” dedi. “Fazla içtim anlaşılan.”

Sallana sallana kalktı, birkaç masa devirdi. “Kusura bakmayın” dedi ağzı dolanarak. Yüzüne karşı “Estağfurullah” çekti masadakiler. Ama arkasından başka şey söylediler.
“Bu Ahmet’in sonunu iyi görmüyorum” dedi pos bıyıklı olan. “Gencecik karısı var ama bu saatlere kadar meyhanelerde dolanıyor”
“Aaah! Ah!” çekti içlerinden en genci. “Benim öyle karım olacaktı ki…”
“Hadi lan sümüklü Ferhat!” dedi hafif topluca olanı, Veysel. “Sen önce aç karnını doyur. Aygül’ün süsüne püsüne paran yeter mi senin?”
“Neb’çim konuşuyosun lan sen?” dedi Ferhat. Küfrederek ayağa fırladı.

Masadaki bira bardakları uçmaya hazırlandı.
“Benim ikinci düşüşüm olacak” dedi kenarı çatlak olan. “Senin kaçıncı?”
“Ağzından yel alsın abi” dedi öbürü. “Ben daha yeni çıktım fabrikadan”

Neyse ki masadakiler Ferhat’ı yerine oturtup, bira bardaklarını da sağlama aldı. Fabrikadan yeni çıkan bardak o gecelik yere düşmedi, iki gün sonra dikkatsiz bir garsonun tepsiye çarpacak dirseğini bekledi. Tuz buz oldu bir anda. Kenarı çatlak bira bardağının içi cız etti o zaman. “Yazık. Daha yeni çıkmıştı fabrikadan”

Ferhat’a bira söyledi arkadaşları. Küsleri öpüştürdüler, zorla bira bardaklarını kaldırtıp tokuşturttular.

Deri yelekli, tilki bakışlı Nihat sigarasından derin bir nefes çekip “Siz Aygül’le uğraşıp duracağınıza” dedi, “Ahmet’e acıyın. O da sizin bir arkadaşınız.”

“Ne acıyacağım o kıçı bokluya?” dedi Ferhat. “Ben asıl Aygül’e acırım. Parasına tamah edip de evlendi o herifle.”
“Ne o aslanım?” dedi diğerleri. “Aygül’e sen de mi yanıktın yoksa? Ne o Aygül Aygül sabahtan beri?”

“Hadi lan” dedi Ferhat. “Aklınız uçkurunuzda sizin. Oğlum, Aygül de mahallemizin bir kızı değil mi? Herkes bilirdi Ömer’e sevdalı olduğunu. Babası zorla vermedi mi bu Ahmet itine kızı?”
“Zorla morla. O da evlendi ya. Ona göre davransın” dedi Nihat.
“Vay Nihat!” dedi Veysel. “Senin dilinin altında bir şey var. Nasıl davranıyormuş ki Aygül? Bir yamuğunu mu gördün yoksa?”
“Anlatırım ama ağzım kuru” dedi Nihat.

Bira ısmarlanınca da anlattı. Demesine göre Aygül’le Ömer gizli gizli buluşuyormuş. Komşular kaç kere Ömer’i evden çıkarken görmüşler. Buna da bakkal söylemiş. Ahmet’in gece yarılarına kadar dertli dertli içmesi bundan. Meğer biliyormuş da olanları, korkusundan sesini çıkaramıyormuş. Bir de elaleme rezil olması var elbet.

“Daha ne rezil olacak be” dedi pos bıyıklı olan. “Bakkala kadar düşmüş dedikodusu baksana. Yarın öbür gün teneke çalarlar kapısında.”
“Ben bilmem” dedi Nihat. “Ahmet kimse duymaz sanıyor herhalde”

Böyle söyleyip ağzına bir fıstık attı. “Allah senin gibi dedikoducunun cezasını versin” dedi fıstık boğazından geçerken. Sonra Allah’ın vereceği cezayı beklemeden, kendisini bir sıktı, midesine taş gibi oturdu Nihat’ın. Nihat o gece mide ağrısından uyuyamadı.

“Oh olsun” dedi Ferhat. “Hiç de acımam. Kendi düşen ağlamaz. Onu gencecik kızı alırken düşünecekti.”

Veysel bu söze mim koydu. Zaten az önce kendisine küfrettiği için Ferhat’a hınçlıydı. Daha fazla oturmadı.

“Bana müsaade” dedi. “Evde yengeniz bekler.”
“Aman” dedi Nihat “Sakın söylediklerim Ahmet’in kulağına gitmesin. Elini kana bular, yazıktır.”
“Karı mıyız lan biz ağzımızda bakla ıslanmayacak?” dedi Veysel, kalktı. Ama gitti Sarıyer-Taksim dolmuş durağında Ahmet’i beklemeye başladı.

Ahmet birahaneden çıkınca saatine baktı. “Hala yatmamıştır bu kız” dedi. “Biraz daha vakit geçirsem şuralarda”

Aygül aklına gelince derin bir of çekti. Yüzüne bakamıyordu karısının. Gerdek gecesinde o iş olmamıştı. Sonra da olmamıştı ya. Soranlara hık mık ediyordu ama içi de içini yiyordu. Bunca yılın Ahmet’i küçücük kızın karşısında dut yemiş bülbüle dönüyordu. Oysa gittiği kerhanelerde kadınlar yolunu gözlerdi onun. “Amanın kocamız gelmiş” derlerdi. “Bugün hangimizi sevindireceksin?” derlerdi. Hatta içlerinden biri, şu Sarı Suzan işi aşık olmaya kadar vardırmıştı da “Kurtar beni bu hayattan, kölen olurum köpeğin olurum” diye diye peşinde dolanmıştı uzunca bir süre. Elinden zor kurtarmıştı canını Ahmet. Gelgelelim güzeller güzeli karısının karşısında erkekliği sökmüyordu işte. “Batsın böyle kader” dedi, o hınçla bir tekme salladı yanından geçen köpeğe.

Canı yanan köpek bir “Hav hav” etti, her yandan “Hav hav”lar gelmeye başladı. Bir anda çevresi beş-on itle doluverdi Ahmet’in. Daha “Vay ne oluyoruz?” diyemeden her biri bir yandan saldırdı, paçasını gömleğini kaptılar, canını zor kurtardı ellerinden. Söve saya kaçarken elindeki naylon torbayı da düşürdü. Köpekler hırlaya hırlaya torbayı çekiştirdi.

Palamutun canım kokusuna yüz vermeyen sarı yağmurluk itin köpeğin eline düştü böylece. Bir dişi köpek aldı onu, diğerlerinden kaçırıp çöplükte bekleşen yavrularına götürdü. Yavrular orasını burasını dişlediler. Sonra da içine girip bir güzel uyudular.

Palamut kokusunun yağmurluğun başına gelenlerden haberi yoktu. O Umut’un rüyasına tavada nar gibi kızarmış balıkları düşürerek görevini yapmış, Sanayi Mahallesi’ndeki gecekondudan Bebek sırtlarına doğru yola koyulmuştu. Işık’ın evinin yanından geçerken eski sahibini gördü. Yanına gideyim de bir selam vereyim dedi ilkin. Baktı ki, palamut yeni kokular edinmiş kendine, çöp tenekesinde kırmızı soğanlarla pörsümüş domateslere dert yanıyor. “Aman şimdi bunun nazını da hiç çekemem” diye ses etmedi. Uçtu, Rumeli Hisarı’nın kuytularında balık kızartıp, şarap içen berduşların yanına kondu. Diğer balık kokularına karışıp oynak bir türküyle havaya yayıldı.

Palamut kokusunun göbek attığı sıralarda Veysel, paltosuna sarınmış inatla Ahmet’i bekliyordu. İyice üşümüştü. Dayanamayıp da gidecekken tam, bir baktı Ahmet söve saya geliyor.

“Bu ne hal Ahmet Abi?”
“Sorma be kardeş. Yanılıp da köpeğin birine tekme atacak oldum, sürüsü geldi peşime. Hav hav da hav hav. Az kaldı parçalayacaktı itoğlu itler.”
“Aman abi geçmiş olsun. Buranın itleri bizim mahalleninkilerden beter, desene.”
“Bizim mahallede böyle it sürüsü gezmez ki. Nereden çıkardın şimdi?”
“Öyle deme abi. Bizim mahallede itin sürüsüne bereket. Hele de iki ayaklıları.”
“Hayırdır Veysel, ne geveliyorsun ağzında? De bakalım diyeceğini.”
“Derim demesine de abi, şu minibüse binelim hele. Dondum seni beklerken.”

Her şeyin başladığı minibüs, o kış başlangıcı Ekim gecesinde gençliğinin en fiyakalı zamanındaydı. Kaportası yalım yalım yanıyor, cantları parıl parıl parlıyordu. Dursun karısının bileziklerini bozmuş, köyden de iki tarla satıp, öyle çekmişti onu altına. Kurban kesmişlerdi şerefine. Dursun minibüsü çocuklarıyla bir tutup onun kaportasına da kurban kanı sürmüştü. Karısı nazar boncuğu takmıştı aynasına. Kazasız belasız yollara düşsün diye dualar etmiş, okuyup üflemişti.
O da alnını kara çıkarmadı Dursun’un. Yokuşlarda bana mısın demedi. Dursun gaza bir bastıysa o iki uçtu. “Hehey be!” dedi Dursun “Aslanım benim! Helal sana bu yollar.” Arkasına “Tek rakibim THY” yazdırdı. Muavinine her gün yıkattı. Akşamları sevip okşayıp öyle girdi evine.

Minibüs efendiydi, hiç şımarmadı. Bir Sarıyer, bir Taksim. Yağ gibi kaydı gitti yollarda.
Ahmet’le Veysel arkadaki dörtlü koltuğun en dibine yerleştiklerinde, işte böyle şanla şerefle geçmiş birinci yılını yeni dolduruyordu minibüs. Gide gele bu hattaki insanları tanımıştı.
Öykülerini biliyordu. Onun için birkaç saat önce Taksim’e bıraktığı Ahmet’i yanında bu kez Veysel’le görünce şaşırdı. Ahmet Veysel gibilerine yüz verecek adam değildi ki.

Minibüs Veysel’i sevmezdi. Adam ne zaman binse bir yolunu bulur, yanındakine ödetirdi ücretini. Oysa Ahmet öyle mi? Şoför “Abi senden de mi para alacağız yav?” dedikçe olmazlanır, ille de parasını öder, inerken de “Hayırlı işler”ini eksik etmezdi.

Cömert adamdı Ahmet, kalender adamdı. Kırk yaşlarına gelmişti ama gencecik kızlara yer verir, arada garibanların parasını da öderdi. Bazı bazı vitesin dibine bir torba bırakırdı Dursun’a göstermeden. Torbadan taze taze balıklar çıkardı. “Yine yapmış yapacağını” derdi Dursun muavine. “Al bunları yengene götür, temizlesin. Bir de ufak kap bakkaldan ha!”

Ahmet beş altı ay önce Aygül’le evlenmişti. Bunun için daha da çok sevmişti onu minibüs. Bunca yolcu içinde Aygül bir taneydi çünkü. O ne güzellik, o ne kibarlık... Koltuğa oturduğunda ağırlığını hissetmezdi bile, kuş gibiydi kız.

Her bindiğinde hal hatır sorardı Dursun’a. Karısına selam söylerdi. Ağırdı, öyle Kavak’a denize girmeye gelen Pazar günü kızları gibi fingirdemez, camlardan arsız arsız bakıp ona buna işmar etmezdi. Başını önüne eğer, oturur dururdu gideceği yere kadar. Namusuna da düşkündü ha! Yanaşmaya kalkışanları bir haşlardı ki, o kadar olur. Adamcağız neye uğradığını şaşırır, rezil olur atardı da kendini arabadan, bir daha kimse onu bu yollarda göremezdi.

Ne kadar yüz vermese de kimselere, sevdalısı çoktu kızın. Bunlardan bir delikanlıyı çok iyi anımsıyordu minibüs. Ömer’di adı. Aygül’ü tavlayabilmek için yapmadığı kalmamıştı. Elinde güllerle durakta mı beklememişti, yanına oturup dil mi dökmemişti, yalvar yakar olup mahallenin kadınlarını araya mı sokmamıştı… Nafile, Aygül’ün gönlüne girememişti. Aradan birkaç ay geçtikten sonra, Aygül’ün Ahmet’e bakışlarını fark ettiğinde nedenini anladı minibüs. Aygül Ahmet’e sevdalıydı.

“Abi, nasıl söylesem bilmem ki, Aygül…” dedi Veysel. Minibüs kulak kesildi. Karbüratörüne emir verdi sesini çıkarmaması için, koltuklarının kendi aralarında oradan buradan laflamasına kızdı: “Susun! Susun!”

“Susmasana Veysel! Ne diyorsun? Ne olmuş Aygül’e? Delikanlı adama karısının adı söylenip de susulur mu lan?” dedi Ahmet. Beti benzi atmış, az önce yitirdiği yağmurluktan beter bir renk almıştı yüzü. Veysel’in yakasına yapıştı.

Veysel, yediği haltı fark etmiş, çoktan pişman olmuştu ama artık iş işten geçmişti. Anlattı. Böyleyken böyle. “En çok da Ferhat köpeğine bozuldum abi” dedi. “Oh olsun çekti durdu bütün gece”

Ahmet’in kolu kanadı kırıldı sanki. Koltukta kuş kadar kalıverdi koskoca adam. Minibüs ağırlığını hissetmez oldu, tıpkı Aygül gibi.

Aygül mü buluşuyormuş Ömer’le gizli gizli? Hani o Ömer’in ağlamasına, yalvarmasına acımayan, ona hiç ama hiç yüz vermeyen Aygül? Minibüs inanmadı bir an bile duyduklarına. “Yalancı” diye bağırdı Veysel’e. “Ahmet abi inanma buna. Valla da yalan billa da yalan. Benim Aygül’üm öyle şey yapmaz!” Ama Dursun direksiyona geçip de “bismillah” deyip gaza bastığından sesini duyuramadı.

Yol boyunca hiç konuşmadı Ahmet. Veysel de dut yemiş bülbüle döndü. Minibüs yol boyunca seslendi ikisine de. Birine “Çenen tıkansın inşallah” dedi, öbürüne “Abi yalan söylüyor, inanma bu herife”

Duymadılar onu. Sarıyer meydanında indiler. Son bir gayretle korna çaldı ama dönüp bakmadılar bile. Dursun takılan kornasını düzeltmek için kaputunu açınca ne yana gittiklerini göremedi minibüs.

Veysel yaptığından pişman, bir-iki “Abi yanlış anlama, Aygül abla yapmaz öyle de, konu komşunun çenesini kapat diye söyledim” falan dediyse de, Ahmet Veysel’in omzunu tıpışlamakla yetindi. “Sağol koçum, hadi sen git artık evine” dedi, başka bir şey demedi.

Veysel kuyruğunu kıstırıp evine gitti. İçeri girer girmez karısının süpürgesi de kafasına indi. Guatrlı, zayıf, iyice sinirli olan kadın, açtı ağzını yumdu gözünü. Ne itliğini bıraktı, ne şerefsizliğini. Her gece çocuklarının rızkını meyhanelerde yediği için beddualar etti. Yarın çocuklarını alıp babasının evine gideceğine ant içti. Veysel karısının huyunu bildiğinden sesini çıkarmadı. Soyunup yatağa devrildi. İki dakika sonra da horul horul uyudu.

Ahmet uzunca bir süre kapısının önünde oyalandı. Doluya koysa almıyor, boşa koysa olmuyordu. Kendi halinde bir müzmin bekar olarak uzunca bir süre yaşamış, hayatına evliliği sokmamak için çok inat etmişti. Yaşlı annesi de öldüğünden beri, neredeyse çocukken yitirdiği babasından kalma küçük balıkçı teknesi, akşamdan akşama beraber içtiği arkadaşları yetiyor, böyle yaşamayı seviyordu. Ama mahalleli bu efendi, iyi insanın neden evlenmediğini pek merak ediyor, evli bir kadını dost tuttuğundan, şorolo olduğuna kadar bir sürü dedikodu dolanıyordu ortada.

Mahallenin yaşlıları ona kız beğendirmek için çok uğraşmış, başaramamışlardı. En son Aygül’ün ona yanık olduğunu haber verdiklerinde daha fazla inat edememişti işte. Kendisinden epeyce küçük, çok güzel, çok namuslu bu kızı da beğenmeseydi, dedikoducuların diline sakız olacaktı iyice. Şöyle bir ağzını yokladı kızın, kendisinde gerçekten gönlü olduğunu anlayınca uzatmadı daha fazla, evlendi.

“Karın var mı derdin var dedim ama dinletemedim ki kimselere. Al işte, hadi çek bakalım cezanı Ahmet efendi” dedi kendine, namusunu temizlemek niyetiyle “bismillah” çekip daldı kapıdan içeri.

Aygül kocasını beklerken uyukladığı koltuktan korkuyla fırladı. Ahmet’i ayakta sallanırken görünce hemen ayağa fırladı, koluna girdi.

“Canım, sana bir kahve pişireyim hemen” dedi. Kocasının itirazlarına aldırmadan koltuğa oturttu zorla, ceketini, çoraplarını çıkarttı, gömleğinin düğmelerini açtı. Koşa koşa mutfağa gidip hazırda beklettiği cezvenin altını yaktı.

Ahmet oturduğu koltukta Aygül’ü nasıl keseceğini düşünmeye çalışıyor ama bir türlü başaramıyordu bunu. Kendisine hiç zararı dokunmamış, tersine Ahmet kocalık görevini yerine getiremediği halde bunu dert etmemiş, el alemin karıları gibi içkisine, gezmesine karışmamış, melek gibi karısının neresine aklında kocaman olarak tasarladığı bıçağı saplayacağını kestiremiyordu.

İlk anda kanı beynine çıkmış, eve gidip bir an önce öldürmeye niyetlenmiş olsa da, Aygül’ü görünce fikrini değiştirmişti. Karısının yüzündeki sevgi öyle büyüktü ki, Ömer’le bir ilişkisi olduğuna inanamazdı. Hem Veysel’in sözüne bakılmayacağını herkes bilirdi, dedikoducunun önde gideniydi adam. Ama diğer yandan böyle bir hikayenin onun kafasından çıkmayacağını da biliyordu. Demek ki mahalledekiler evde ters giden bir şeyler olduğunu fark etmişlerdi. Demek ki evlilik de Ahmet’i ellerinden kurtaramamıştı. Ama bunun için Aygül’e dil uzatmak nereden akıllarına gelmişti?

Hiçbir şeyden haberi olmayan Aygül mis gibi kokan sade kahveyi uzatırken gülümsedi kocasına. Yüzünde güller açtı, gözlerinden ışık ışık bir sevgi fışkırdı. Ahmet’in içi cız etti.

“Boşver kahveyi be Aygül” dedi. “Çok uykum var, hemen yatacağım. Çok horlarım şimdi, sen odaya git. Ben salona kıvrılıveririm”

Aygül bir-iki itiraz etti ama kadınlık gururunu ayaklar altına alıp “İlle de yat benimle” diyemediğinden üçlü koltuğa yastık yorgan getirdi. İyi geceler dileyip gitti.

Ahmet perdeleri açtı, yıldızlara baktı. Sigarasından son bir nefes çekip sokağa fırlattı. “Allah hepinizin belasını versin” dedi mahalleliye. Tavana astığı bir ipe boynunu geçirdi. Sokağa değil yıldızlara bakarak, gözlerinde onların ışıkları yanıp sönerken can verdi.

Minibüs aynı yıldızlara dert yanıyordu. Aklında Aygül’le Ahmet vardı. Evlerini de bilmiyordu ki. Bilse marşa basan birini falan beklemez, gider sabaha kadar klakson çalardı kapılarında. Ne yapacağını bilemeden, öylece bırakıldığı yerde mahallenin seslerini dinledi.

Minibüs yıldızlara bakıp of çekerken, Ahmet yıldızlara bakıp can çekişirken, uyku şehirde geziyordu.

Bira bardakları gün boyunca taşıdıkları alkolden iyice sarhoş olmuş, sızmışlardı. Sarhoşların her biri evine gitmiş, uyumuştu. Sarı yağmurluk da uyumuştu köpek yavrularıyla.

Işık rüyasında bir çocuk gördü. Bal sarısı katılmış yeşil, parlak gözleri, boğazında bir peçete, ağzında iştahla, gözleri kocaman açılmış, Işık’ı dinliyordu.

Palamut çıtır çıtır kızartılıp aynı çocuğun sofrasına konduğunu gördü giderek ölüme iyice benzeyen uykusunda. “Ah” dedi “Kediler! Ahmet ah! Alacağın olsun senin!”

Umut, rüyasında genç bir kadınla, güzel bir sofrada balık yiyordu. Kadın ona şunları söyledi:
“Sen bir gün Umut, büyüyeceksin. Daha ne palamutlar yiyeceksin. Ama büyüyüp de güzel bir adam olduğun zaman unutma sana söyledikleri mi e mi? Kokusu burnunda kalan şu palamutun hatırına, iyi bir insan ol. Sevgilini bekletme telefonlarda, ona iyi davran. Anımsa Işık ablanın söylediklerini”

Sabah ilk ışıklarını İstanbul’un üzerine yayarken önce Işık uyandı. Zaten gece kalkıp kalkıp oturmuş, uyku tutmamıştı. Kapıcının getirip kapıya bıraktığı ekmekle gazeteyi aldı. Kahvaltı edecek hali yoktu, bir kahve yaptı kendine, sigarasını tellendirip gazeteye baktı. Hazırlanıp evden çıkarken okuduğu gazeteyi kapının önüne, bir gece önceden biriken çöpleri de üzerine koydu.

Palamut ölüm uykusundan birkaç dakika önce Ahmet’in vesikalık fotoğrafıyla gözgöze geldi böylece. “Sen ha!” dedi. “Ölürken de mi senin yüzünü göreceğim ben? Ne şanssız kulunmuşum hey Rabbim!”

Okumayı bilmiyordu. Bilseydi bir-iki sütunluk haberde Ahmet’in intihar ettiğini okur, belki de sevinerek giderdi ölüme. Ama böyle olmadı. Gittiği yerde de Ahmet’le karşılaşınca büsbütün zıvanadan çıktı. Oradakiler, hayat denilen hikayenin yazılıp bittiğini, şimdi başka bir alemde olduğunu uzunca bir süre anlatamadılar şaşkın palamuta.

Hikayeyi yaşamaya devam edenler ise, Ahmet’in arkasından epeyce gürültü kopardı. Gece tuvalete kalktığında kocasının ipte sallanan cesedini bulan Aygül birkaç ay kendine gelemedi. Kendine geldiğinde de mahallelinin ona vurduğu katil damgasından kurtulamadı. Uzun zamandır kendisini isteyen Ömer’e, ailesinin de baskısıyla evet demek zorunda kaldı. Evlenip başka bir yere taşındılar. İki çocukları oldu, büyüğüne Ömer’in suratını asmasına bakmadan Ahmet adını verdi. Ölene dek aşkını unutmadı. Minibüs Ahmet’in kendini astığını Dursun’la muavinin konuşmasından duydu. Öyle bir “Of!” çekti ki motoru birbirine girdi. İlk kez o gün tekledi.

2004- Wesvese

22 Nisan 2008 Salı

Seksek

Bilinç bildim bileli onarımda bir maske
Seksek kuyu ağzında oynanırdı bizim evde

Bir hayat iki ölüm sekip dururken taş çizgide
Ev haliyle dışarı uğrar bağırırdık hep birlikte:

Hadi kaybol taşım hadi düş taşım
Al bizi de yanına hadi uç taşım

Hepsi şehitti dedelerin ve hepsi bitli piyade
Annem tamamlanacak hayatını eklerken ablamın çeyizine
Babam borç taktı düğününde abime, hediye yerine

Bir yoksulluk bir ölüm gidip gelirken taş çizgide
Düş haliyle dışarı uğrar bağırırdık hep birlikte:

Hadi kay taşım hadi koş taşım
Al bizi de yanına hadi kaç taşım

Öğrendiğim şudur ki açlık kokan o evde
Hayat varsa ucunda bırakır kuyruğu kertenkele

mevsimsiz.net Haziran 2004

21 Nisan 2008 Pazartesi

Leyla’nın Rengi

Siyah çanta, dizme yastık ya da sur. Şehir. Şehla gözlü bir kızdı Leyla ve ağzı kırmızıdan ölüyordu.

Kentlerin kendilerine has boyaları vardır, sokaklarına adım atan her yeni çocuk nesliyle birbirine karışan. Çocuklar ona yeni renkler ekleyip, yeni bir şehir kurarlar. Öyle uyumludur ki bu düzende her şey, öyle uyumludur ki renkler bir öncekilere, olan bitenin farkına kimse varmaz. Bazen çocuklar bile.

Ama şehir bilir. Yeniden kurulmuş, benimsenmiştir.

Bir zamanlar bu şehrin rengi sadece Leyla’ydı. Yedinci yaşımızda, tam da çocukluk hakkımızı kullanıp, sokaklara kendi gökkuşağımızı çizeceğimiz gün girdi hayatımıza ve renkleri avucuna aldı.

Başka çocukların gitmeye korktuğu bir mahallede, özlemle baktığı bir evde yaşardı. Bizim mahalleye ulaştığında kıpkırmızı kesilerek canavarlaşan, her yağmurda taşarak evlerimizi sular altında bırakan çay, onun evinin yanından korkuluklarla denetlenmiş, seyredilmesi keyif veren, uysal bir ev hayvanı gibi, berrak bir su halinde akardı.

Leyla’nın sokağında, elektrik direklerindeki ampuller hiç patlamazdı. Patlasa da hemencecik değiştirirdi belediye görevlileri.

Hançerin sivri ucuyla sapı kadar uzaktık birbirimize, kırılmadıkça yan yana gelemezdik.

Bizim sokağımızdan Leyla hiç geçmezdi ama aynı okulda, aynı sınıfta karşılaştık onunla. Çünkü şehre sarı, Leyla’nın teyzesine saç, bizim sınıfımıza da öğretmen olup gelmişti.

Leyla’nın teyzesi kentin en pahalı kuaföründe sürmüştü saçlarına o savaş boyasını. Biz kara kafalıların yanında ışıltısıyla göz alan altın bukleleriyle, permalı bir Rapunzeldi o ve inanmış bir eğitici. Öğretmenlerin kendine has sinirliliğine, incecik, damarlı, çocukların kulaklarına epey bir sevdalı ellerini de ekleyip resmi kimliğini tamamladı. Şehrin en kaymak tabakasındandı, bu yüzden hakkı vardı her şeyi bilmeye ve bize de bir bir öğretmeye.

Öğrendik: Harfleri, heceleri, mevsimlerin dört, günlerin üç yüz altmış beş, dünyanın kaç bucak olduğunu... Leyla’nın sınıf birinciliğinin sınıf bilinciyle bir alakası olmadığını, haddimizi bilmemiz gerektiğini ve öyle hırslanıp da hayallerin peşine düşemeyeceğimizi.

Küstük bizi kanatlarımızdan eden sarıya, öğretmenimize verip çıkardık hayatımızdan, fakat işkence bitmedi. Rapunzel getirdi, sınıfın ortasına kartondan bir elma ağacı dikti. Üzerindeki her bir karton elmada sınıftaki her bir çocuğun resmi vardı. “Bunlar” dedi, “Kızaracak. Kızarabilmeleri için okumayı sökmeniz gerekiyor.”

Şehir, okumanın bir hediye değil zorunluluk oluşunun zehri gibi, evlerimizi bastığında rengi dönen o çay gibi, Leyla’nın kocaman ağzı gibi, boydan boya kırmızıydı artık. Benim okuma elmam ise bembeyaz. Anneme “Bu kız başına dert açacak” derken yedi yaşında bir kız çocuğunun içindeki şeytanı keşfetmiş engizisyon papazı kadar gururluydu Rapunzel. Canan. Sarı çıyan.
Akrepler sur içinde nasıl sokuyorsa çocukları topuğundan, Canan da öyle akıttı içimize sınıf birinciliği bilincini. Bu yüzden yetiştirdiği her çocuğun ayakları sınıf dendiğinde hazır ola, boynu birinciliği paşa çocuklarına bırakıp gönüllüce kenara geçti.

Her nota onun tizliğince söylenmeli, her harf tahtaya onun mükemmel daireleri, jilet gibi hırçın dikmeleriyle işlenmeliydi. Annesine mendilini yıkatıp ütületmeyen çocuk, arkadaşlarına teşhir edileceğini, eline cetvel yiyeceğini bilmeliydi. Silgisini kaybeden arkadaşından dilenmemeli, bir gün hayatta yalnız başına nasıl duracaksa, çöp kutusunun yanında tek ayak üstünde dikilmeyi şimdiden, işte böylece, öğrenmeliydi.

Saç kontrolü. Tırnak kontrolü. Bit kontrolü. “Bir dakikada kaç kelime okursun?” Bu da Canan kontrolü.

Kekemeler sınıftan atıldı. Okuma elmaları beyaz kalmaya devam eden başarısızlar arka sıralara yollandı. Orada unutuldular ve sadece hayat bilgisi dersinde kötü örneklere ihtiyaç duyulduğunda anımsanmalarına izin verildi.

Böylece hepimiz yedi yaşında öğrendik kimlerin değerli olduğunu:
1- Vali’nin oğlu
2- Paşa’nın kızı
3- Leyla

Biz Rapunzel’in saçında ışıltısını yitirmiş sarıya, nefret ettiğimiz kırmızıya ve karton elmalardaki yaralı yanımız gibi bağrımıza bastığımız beyaza yas tutarken, anneler adı şehrin en iyi öğretmenine çıkmış Canan’a çocuklarını da okutması için yalvarmaya koşarken, şehre yeşil, buğday silolarına attığımız tekmelerle geldi. Dökülen buğdayları bahçemize ektik. Çim tohumu olduklarını ümit ediyorduk. Leyla’nın mahallesindeki parklarda gördüğümüz, basmamızın yasak olduğu o yumuşak örtüyü bahçemizde yeşertip üzerinde yuvarlanmak istiyorduk.

Büyüyünce anımsayacağımız ilk bahar, o buğdayların yeşerip çimen olmasını bekleyerek geçti. Fakat başlarında nöbet tuttukça biz, bir parçacık yeşilliklerini hemencecik sarartıp öldü yeşermesini beklediklerimiz.

Yeşilimizi de bir düş olarak uğurlamıştık ki, Canan’ın istemeden karnelere eklediği bir-iki pekiyi, üç beş iyi ve bir sürü zayıfla çok sıcak bir yaz geldi. Leyla’nın eriyip tokyo terliklerimizi kapan asfaltla kaplanmış sokağında işimiz yoktu ve zaten bizi de kimse istemiyordu orada.

Mahallemizin tozunda körebe, saklambaç ve mendilim düştü oynadık. Çamurdan pastalar yapıp evcilik kurduk. Topumuzun biri cam kırdığı için kesilerek idam edildi, diğerini biz patlattık. Yaz üzüldüğümüzü görünce sokak çocuklarının eğlencesini sundu ellerimize: Eşek dikeni. Birbirimize attık onu, hediyeden anladığımız biraz da buydu. Yeşil, yumuşak eşek dikenleri saçımıza tutunup süs oldu, biz Canansız, okulsuz, tatilli bir sokağa.

Sonbahar geldiğinde eşek dikenlerini çıkarıp başımızdan, annemizin zorla bağladığı beyaz kurdeleye teslim ettik saçlarımızı, okula döndük. Canan’a ve Leyla’ya.

Biz sokakta oynadığımız oyunları anlattıkça ona, Leyla da evlerini anlattı sonbahar boyunca. Demesine göre o, yemeklerini kolalı beyaz bir masa örtüsünün üzerinde, çatal ve bıçak kullanarak yerdi. Bizim bulduğumuzda sevindiğimiz et, onun boğazından istese her gün geçer, meyveler kasalarla taşınırdı mutfağına. Konuşan, mama diyen, anne diyen, yatınca gözlerini kapatan bir masal bebeğine sahipti. Rengarenk kağıtlara türlü çeşit boyalarla resimler yapar, beğenmez, bizim olsa bucak bucak saklayacağımız o kağıtları yırtıp yırtıp atardı.

Piyano dediği bir şeyden bahsederdi sık sık. Annesinin ara sıra dokunmasına izin verdiği bir çeşit sazmış. Siyah ve çok büyük bir saz. O kadar büyükse nasıl kucağına alıp çaldığını sorduğumuzda deliler gibi gülmüştü. “Aptalsınız!”

Kış kasımpatıların solgun, portakal ve mandalinaların parlak turuncusuna binip geldi. Leyla kış boyu mandalina yedi, portakal yedi, mis kokular okul duvarlarına sindi. Kokuları herkese cömertçe dağıttı Leyla, ama meyveleri yalnızca kendisine iyi davrananlara verdi. Onun kalemlerini açan, ona ne kadar güzel olduğunu söyleyen, karaladığı okul sırasının, devirdiği çöp tenekesinin, kırdığı camın suçunu üstlenenlere.

İyi davranmanın ölçüsü bu olunca, turuncuyu da çıkardık gözlerimizden: O da mandalinalarla portakalların üzerinde, Leyla’nın tekelindeydi artık.

Renklerimizi bir bir kaybederken nasıl olur da şehrin bizden beklediği hediyeyi sunabilir, çehresine yeni bir renk ekleyebilirdik? Tüm renkler Leyla’nındı. Önce kırmızı, ağzı olup kaçmıştı elimizden, sonra sarı teyzesinin saçı. Yeşil onun parkıydı, siyah piyanosunda, turuncu mandalinasında. Dünyamız sekiz yılda renksizleşecekken tam, kar yetişti imdadımıza. Eşitlendik. Çünkü Canan istediği kadar karton elmalarında utancımız olmaya zorlasın onu, beyaz her rengi örtebilir ve çocuklar yiyemedikleri etin, meyvenin, ellerinden alınan renklerin hesabını kartopuyla sorabilir.

İlk önce, bir dilim turuncu için Leyla’nın ayakkabılarını silen oğlan yuvarladı elinde beyazı. Uçan bir portakal oldu kartopu, pat diye Leyla’nın ağzına kondu. Leyla güldü şaşkın şaşkın. Ağzına dolan karda bizden çaldığı kırmızıyı gördük.

Sonra Leyla’nın sümüklü diye alay ettiği o pısırık kız hayretle açılmış gözlerine nişan aldı, sapsarı bir çiçek gibi yere düşürdü beresini.

Bere düştüğü yerde nergis tarlasına dönüşürken bütün sınıf toplanmıştık oyun alanına. Canan’ın öğrettiğini gayet iyi bellemiştik: Harfleri, heceleri, mevsimlerin dört, günlerin üç yüz altmış beş, dünyanın kaç bucak olduğunu...

“İlkbahar” diye bağırdım ben. Yuvarladım heyecanımla ısınmış, sıcacık karı.
“Yaz” dedi sağımdaki arkadaş, elindekini atmaya hazırlandı.
“Sonbahar” dedi solumdaki, kaldırdı kolunu.
“Kııışşşşşş” dedik ve fırlattık kartoplarını.

Leyla’ya. Teyzesine. Sokağına. Mahallesine. Evine. Patlamayan ampullerine. Kucağa alınamayan sazına. Uyuyan, mama diyen, anne diyen bebeğine. Evinin önünden akan çaya. Kolalı beyaz masa örtüsüne. Rengarenk kağıtlarına. Çeşit çeşit kalemlerine. Kulağımızı çekmekten bıkmayan incecik, sinirli, damarlı ellere. Okuma ağacına. Kartondan elmalara. Temiz, ütülü mendillere. Saç, tırnak, kelime kontrollerine.

Canan Leyla’nın çığlıklarına yetiştiğinde, hareket etmeye çalışan bir kardan adam buldu. Çocukların yaptığı tüm kardan adamların en güzeliydi Leyla. Ağladıkça çaldığı renkler bembeyaz karın üzerine döküldü. Canan’ın saçındaki sarı aktı: Gördük, bizimkiler gibi kapkaraydı kafası.

Döndük arkamızı yürüdük. Bir sınıfa doldurulmuş kırk iki çocuk. Birimizin elinde eflatun vardı, pembemsi bir vişne çürüğü taşıyordu diğeri. Kimimiz ıpıslak ayakkabılarına saklamıştı yeşili, kimimiz siyahı ışıl ışıl saçlarına yapıştırmış.

Sınıfa girdik. Oturduk. Canan biraz geç geldi. Bir şey yokmuş gibi anlattı dersi. Kimseyi tahtaya kaldırmadı. Ne o gün, ne daha sonra.

Leyla’yı mahallesinde bir başka okula verdiler. Bir süre sonra Canan da gitti peşinden. Şehir bize kaldı.

Şehir bize kaldı, bunu şuradan anladım: O akşam eve gittiğimde çantamı açınca bir renk fırladı içinden. İsmini bilmediğim. Henüz bilmediğim. Ama kartopu savaşına katılan herkesin, hatta Leyla’nın bile artık sahip olduğunu bildiğim.

Şehrin gökyüzüne pembeyi böyle ekledik.

Kitap-lık-Nisan 2005

18 Nisan 2008 Cuma

İstanbul İstanbul İstaaanbuuuul!

Yukarıdaki başlık Bulutsuzluk Özlemi'nin "Kütürdet beni Rutubet" şarkısında söylendiği gibi okunsun lütfen.

Geçen haftayı bir Ankara havasıyla kapamıştık, bu haftayı İstanbul'la hitama erdirelim.

Herkese huzurlu, mutlu, eğlenceli bir haftasonu dilerim. Hoşça bakın zatınıza.

İstanbul 2

Evet. Annemiz biraz sinirli
Ama bunun için sihirli.

Evden sokaklara çıkarıyor
“Yoğurt al gelirken” diyor
Yanlış yapıyor.

Yoğurdun kaymağını parmaklayan çocuklarız biz
Ekmeği çıtırından tırtıklayan
Annemiz İstanbul yanlış tutuyor tutuyorsa elimizden

Bu yüzden İstanbul görmemiş her anne
Çocuğunu sokağa salmak için acele ediyor
Biraz yanlış ediyor
Çocuklara göre değil bu sokaklar yani bu çocuklara
Belki geçmiş zaman durumlarında geçerli mevzudur
Tırmalamalar çocuklarla kardeştir belki.
Kediler gibi.

Biz annemizin kıyısından geçen baharları yazlayan çocuklarız
Bu yüzden bir parça zaman gerekiyor büyümek için
Annemiz İstanbul biraz daha tutsun elimizden
Cici anneler gibi.

Varlık-Mart 2002

17 Nisan 2008 Perşembe

Kardeşlik Ruhu

"Rama ha? Süperdir. Hiçi Destanı'nı okudunuz mu peki?"

Bir akşamüstü, bir kahvede elinizde su gibi akıp giden, sizi bir dünyadan başka bir dünyaya sürükleyen bir kitapla otururken hiç tanımadığınız biri size yaklaşıp yukarıdaki cümleyi kurabilir. Ve siz bu hali garipsemezsiniz. Çünkü bariz bir şekilde bir FK ya da BK okuyucusudur karşınızdaki. O halde aynı cemaattensinizdir. (FK: Fantastik kurgu, BK: Bilimkurgu)

Hangi serileri okuduğunuzdan, hangi yazarları beğendiğinizden, en sevdiğiniz kahramanlardan (Benimki Tasslehoff Burrfoot'dur) söz edebilir, birbirinize tavsiyede bulunabilir ve sorarsınız: "Yazıyor musun sen de?"

Bu soruya aldığınız yanıt yüzde seksen "Evet" olacaktır. Çünkü bu türleri sevenler ne yapar eder, bir dünya da kendileri için yaratırlar. Yazma yetenekleri olsun, olmasın böyledir bu. Eğer yazıyorsa büyük ihtimalle bir internet sitesinde yer almaktadır ve büyük ihtimalle zaten o sizin, siz de onun öykülerine rastlamışınızdır bir yere. Bu değilse ortak tanıdıklar çıkar. E, dünya küçük. Bu okuyucu kitlesi daha da küçük.

Bu internet sitelerinden birinde, Kayıp Dünya'da uzunca süre yazdım ben de. Yazarlığımı geliştirmeme çok katkısı oldu. Forumlar, bazen tanımadığınız birinden alıverdiğiniz teklifsiz mailler -İyi de, o dünyada bu olmamış ki, şurası şöyle olmalı bence- sayesinde çok şey öğrendim. En başta seni kızdıracak kadar dümdüz bir eleştirinin aslında nasıl da en kıymetli eleştiri olduğunu.

Site kapandı zamanlar, benim de yazma serüvenime ara vermemle (bak, hala ara vermek diyorum ya, halime. Oysa iki yıldır yazdığım bir-iki masal haricinde tek satır bile yok) denk düştü bu kapanış.

Orada yayınlanan son öykümdür aşağıdaki.

Savaşçının Yolu

Elinde bir çıkın, dudağında ıslık, şen şakrak yürüyorsun. Uzaklardan gelmişsin, uzun da bir yol var önünde. Fakat ne mesafeler, ne de havanın giderek soğuması kaçırır keyfini; bu öyle belli ki.

Arada bir, küçük bir taş yuvarlanıyor ayaklarının dibine. Yolun yanında dimdik yükselen dağa bakıyorsun. Hafifçe çatılıyor kaşların ama kötü bir şeyi kovarcasına başını sallıyorsun. Daha da oynak bir tempoyla devam ediyorsun türküne.

Bu halinle nasıl da aptal görünüyorsun bilsen!
Nereye geldiğini bir bilsen!

Saçların uzamış. Toz toprak içinde giysilerin. Uzun zamandır su bulamadın değil mi? Bulamazdın. Bundan sonra da bulamayacaksın zaten. Çünkü ben öyle olmasını istedim. Susuzluğuna heveslenen pınarları, yanı başından akan dereleri sakladım gözünden. Sesini duydun akan suyun, heveslendin. Güldüm de güldüm sana. Sen gök gürlüyor sandın.

Şimdi gökyüzüne çeviriyorsun gözlerini umutla. Boşuna. O gördüklerin yağmur bulutları değil, kızgınlığımın gölgeleri. Elini kolunu sallayarak, öyle şen şakrak geçebilir misin sandın kapımdan?

Ayağının dibine yuvarlanan taşlar büyüdü, tedirgin oluyorsun. Ol.

Sığınabileceğin bir kovuk arıyorsun. Bul da sığın bakalım.
Güzel. İşte böyle, biraz kork başına geleceklerden.

Zavallı, küçük, şanssız kahraman, nereye gideceğini bildiğini sanıyorsun. Nereye gidemeyeceğini ben biliyorum aslında: Evine gidemeyeceksin. Buradan hiçbir yere gidemeyeceksin! Bu yol seni bana getiriyor, dümdüz. Seni bekliyorum, yolun sonundayım.

Demek onca maceradan, savaştan, kandan ve acıdan sonra ayaklarını uzatıp keyifle piponu tüttürecektin evinde, ha? Demek yaşlanacaktın, demek torunlarına kılıcını gösterecektin? Onca düşmanı nasıl da hakladığını, nasıl teker teker canlarını cehenneme gönderdiğini anlatacaktın.

Anlatamayacaksın, biliyor musun? Bilmiyorsun henüz ama...

Ahhh az kaldı, hadi birkaç adım daha atıver de, gel yanıma. Burada bekliyorum seni, ne zamandır bekliyorum. Hevesimle, kinimle, susamışlığımla... Bilsen nasıl büyük bir özlemle bekliyorum seni. Uçurumun tam kıyısında.

Hadi gel bana. Koşa koşa gel, hiç farkına varmadan gel, evine gittiğini sanarak, işte böyle ıslık çalarak, hoplaya zıplaya gel.

Niye durdun? Neden sustun? Ah şu benim hevesim! Çabuk davrandım, çabuk hissettirdim varlığımı sana. Oysa içinde yavaş yavaş büyüyecektim. Sen olacaktım. Benden kurtulmak için...

Demek bir terslik olduğunu fark ettin kahramanım, ha? Ne o, titriyorsun sanki? Yok canım, sen ki kan gölünün ortasında kahkahalarla gülmüştün ölüme, korkunun zerresi değmemişti bir an olsun yüreğine... Korkmuyorsun değil mi?

Ha ha ha! Korkuyorsun işte! Korkuyorsun benim canım kahramanım. Çok teşekkürler, işte tam da bu korkun sayesinde yaşıyorum çünkü. Gücüme güç katıyorsun. Kulakların bir ses arayıp durduğu için sesim oluyor benim, duyuyorsun artık beni. Biraz daha korkmayı başarırsan görebileceksin de.

Soluğun hızlanıyor, titriyor bacakların. Kulaklarını kapamaya çalışıyorsun, gözlerin yuvalarından fırlayacakmışçasına tedirgin. Kılıcına yapışıyor ellerin, bir düşman arıyorsun çevrende. Nasıl da zavallı göründüğünü bir bilsen bu halinle!

Ben o öldürdüğün ihtiyarım desem sana? Hani nasıl da kolaydı değil mi onunla dövüşmek? Boynu kılıcına yumuşacık gelmişti.

Ya o tazecik delikanlıyım desem? İlk kez bir insana karşı kullanıyordu silahını, karşısına senin çıkman ne talihsizlikti ama!

Boylu poslu olan, alnında kılıcının izini taşıdığınım desem, arkasından vurduğunum, gözlerini oyduğunum, okunun menziline ilk girenim, mızrağının karşısında en son kalanım... desem?

Dedim ki cehennemde canım çok sıkılır kahramanım olmazsa yanımda, hazır bu kadar da çoğalmışken -teker teker hakkından gelememiştik fakat ölüm asalet falan bırakmıyor biliyor musun insanda- toplandım yolunu bekledim işte. Özel bir yere pusu kurmam gerekmiyordu zaten. Çünkü her kahraman ne de olsa biraz insandır ve insanın eli kana bulandığında gittiği her yolda vicdan azabını taşır.

Aslında var olmadığımı, sen inanmazsan var olamayacağımı biliyorsun değil mi? Fakat yapamazsın bunu. Çünkü hayata dokunmak istercesine yeşil çimenlere yığılanları gördün. Gökyüzünün mavisini son kez görmek açık duruyordu gözleri. İşte yaşama aç giden o gözler getirip koydu buraya beni.

Ne gözleri unutabiliyorsun ne sesleri. Islık çalıp durman bundan. Bundan gözlerinin durup durup gökyüzüne dikilişi.

Hadi devam et yoluna. Bak, uçurumun tam kıyısındayım. Bir rüzgar esecek arkandan, ayağın bir anlığına sürçecek ve hayat ve o çığlıklar ve onca dehşet senin için de bitecek.

İstemez misin?

Hadi, karar ver. Ömür boyu korkudan titreye titreye oturup bekleyecek misin oraya gelmemi, yoksa gelecek misin benimle cehenneme?


Kayıp Dünya-2006

16 Nisan 2008 Çarşamba

En siyah harfin noktası

Elifli Sadi

Uyandı Sadi
Korku düşmüş yüreğini okşadı
Bu en siyah harfin noktasıdır dedi,
Elif, dedi.
Sustu.

Güle öykünürken kan tüküren
Garip bir madendi ağzı

Dedi:
Neye karışacağını bilir
Kanamak için yörünge daraltır
Galibardadır okum, kırmızıdan yapılmıştır

Dedi:
Son bir bakışım var ona hediye
Islanmış şöyle, işte böyle hüzünlü
Alayına isyan. Kalırsa Sadi.

Dedik:
Şimdi güller var hala ve yasemin kokuyor gecemiz
Opium zamanı gelmedi şükür
Çekilmedi aşk hala limana
Hala şarap içiyor, hala aşık olabiliyoruz, ne mutlu

Sadi uyudu.

Dedik:
Bahtın açık olsun ey Sadi
Rüyanın gemisi kıyıya yanaşmasın hiç
Uyu ve o karanlık harfe, o Elif’e git, git hadi

Kuzey Yıldızı- Haziran-Temmuz 2006

15 Nisan 2008 Salı

Sülalemin Bütün Bıyıksızları Adına!

Çiko'yu bilirsiniz. Hani Za-gor Te-nay'ın "küçük fıçı"sı, bodur, tombul, bıyıkları her daim janti, boğazına düşkün Meksikalı dostu. O bağırır böyle; bir şeye kızdığında, şaşırdığında: "Sülalemin bütün bıyıklıları adına!"
Bir gün canım uzun, güzel cümlelerden oluşan bir hikaye yazmak istedi. Kalemimi serbest bırakıp peşine takılmak yerine, bu kez kalem benim peşime takılsın diye düşündüm. Asıl merakım şuydu, bir gün kalem yürümek istemezse eğer, ben onu yürütebilecek miyim? "Edebiyat" yapabilecek miyim?
"Bir Cezvecik Süt İçin" başlangıçta böyle bir merakın ürünüydü. Fakat sonra gerçekten de yaşanmış bir olayın trajedisi yine kalemi peşinden sürükledi götürdü. İstediğimi yapamadım ama bir kitap projesi şekillendi sayesinde. Sülalemdeki kadınların öykülerini yazacaktım.
"Sülalemin Bütün Bıyıksızları Adına" alt başlığında birkaç öykü yazdım. Proje hala yerinde sayıyor. İnsan tanıdıklarını kolay kolay öyküleştiremiyor çünkü. Hep "ya tam anlatamazsam" korkusu var. Hep "Ya haksızlık edersem, ya kırılırsa?"
Cemile Soyuöz’ün güzel hatırasına.
Bunları yazdığımı görse “Gözlerini bozacağına kalk da bir işin ucundan tut” derdi.
Nur içinde yatsın o.
Bir Cezvecik Süt İçin
Hacı ninem zeytin çekirdeklerini ağzında iyice sıyırırdı. Yine de temizlenmiş, etlerinden kurtulmuş, neredeyse cilalanmış denecek kadar çıplak zeytin çekirdeği, ninemin buruşuk dudaklarının arasından kurtulduktan sonra çöp tenekesine giden yolu sağlama almış sayılmazdı. Önce titrek eller tarafından iyice yoklanır, sonra ileri derecede hipermetrop gözlerle muayeneden geçirilirdi. Üzerinde canı besleyecek küçücük bir parça bile kalmadığına ikna olunduğunda ise her zeytin çekirdeğinin hakkı olan, rahatlatıcı çürümeyi bekleyeceği ya da kim bilir belki de bir yolunu bulup kurtulacağı, yeniden bir zeytin fidanı olarak toprakta boy vereceği çöp tenekesine değil, annem ve teyzelerimin kumaşının ne zaman alındığını, ne zaman dikildiğini anımsamadıkları, hacı ninemin, yaşı torun çocuklarının kısacık ömürlerindeki zaman kavrayışının zaten dışında olan pazen entarisinin cebine giderdi.
Biz çocuklar hacı ninemin kurallarla dolu sofrasında zeytin çekirdeğinin başına gelenleri ağırbaşlılıkla izler, ona öykünerek iyice sıyırdığımız zeytin çekirdeklerini son kontrol için ninemizin önüne koyardık. Her çekirdek titiz bir dikkatlilikle incelenir, bazen “Şunu doğru dürüst ye” diyerek sahibine iade edilir, bazen de bir “Aferin” nidasıyla pazen entarinin cebine konurdu. Hacı ninemin aferini çok önemliydi. Buna mahzar olan çocuk büyük bir çalımla dolanırdı o gün ortalıkta. Uslu, terbiyeli bir çocuktu aferini alan. Onaylanmış terbiyesiyle diğerlerinin yapamadığı şeylere, örneğin hacı ninemin kucağına yatıp ondan masal anlatmasını istemeye, “Nine, hadi saçını aç” diye tutturarak şımarıklık yapmaya hakkı vardı.
Bütün bu ince örgülü kuralların, hesaplamaların ortasında yer alan zeytin çekirdekleri, kahvaltıdan sonra bir gazete kağıdının üzerine serilerek kurumaları için güneşle arkadaşlık etmeye bırakılırdı. Sonra bir gün, hacı ninem siyah ince mantosunu giyer, yemenisinin üstüne yine siyah ince bir başörtü bağlar, zeytin çekirdeklerini bir torbaya koyar, sokağa çıkardı. Böylece çekirdeklerin ağaçta başlayan yolculukları bizim ağzımıza da değdikten sonra, Bursa’da hiç görmediğimiz ama aklımızda kutsal bir yer olarak tasarladığımız bir dükkanda devam ederdi. Bu dükkanda çekirdekler torna tezgahından geçer, sabrı ve çilekeşliği öğrenerek tespih tanelerine dönüşür, geriye kalan yaşamlarını ibadetle geçirirlerdi.
Hacı ninemin evi bir garip depoydu. Sadece zeytin çekirdekleri değil eski gazeteler, sigara paketlerinden çıkan baraklar da biriktirilir, nikah şekerleri, kırık tabaklar, çatlak fincanlar, eski kumaşlar, ip parçaları, kurbanlıklardan kalan postlar, kim bilir kaç torun büyütmüş lazımlıklar, beşikler, bebek giysileri… binlerce eşya küçücük evde kendilerine özgü garip bir düzende, kullanılacakları günü beklerdi.
Bu evde eşyalar ömürlerinin sonuna kadar aynı şekilde kullanılmayacaklarını çabuk öğrenirdi. Bir nikah şekerinin tülü cici bicilerinden sıyrılıp o aralar hacı ninemin gözüne girmeyi başarmış bir torun çocuğuna verilecek plastik bebeğe etek olduğunda anlardı başına geleni. Bir havlu da ömrü boyunca banyo çivisinde asılı kalıp sadece ellerle yüzlere hizmet vereceğini bekleyemezdi elbette. Hacı ninemle kaderi birleşen havlu, eskidiğinde mutfak bezi olacağını bilirdi. Hacı ninem kopmuş saplarını iplikle sararak bağladığı gözlüklerini takar, havluyu küçük parçalara keser, titrek ellerine bir tığ alıp etrafını bin bir zahmetle oyalar, çaptan düşmüş havluya kaçınılmaz sona alışması için biraz moral verirdi. Oyalanmış eski havlu, mutfak bezi olarak da kullanılamaz hale gelince biraz daha küçültülerek yeniden dikilir ve bulaşık bezi olurdu. Hayatına bir havlu olarak başlayan hacı ninemin bulaşık bezlerinin dili olsa, evin tüm tarihini anlatır, girdisini çıktısını ifşa ederlerdi bunca farklı yaşamışlıklarıyla. O kadar uzun ömürlüydü bu evde her şey. Şaşmaz kural, ömrünün son dakikasına dek işe yarar ve çalışkan olmaktı. Hacı ninem gibi.
Bursa’nın bütün sokaklarında izi vardı bu küçücük, buruş buruş, yaşlı kadının. Mutlaka “geçmiş olsun”, “başınız sağ olsun” ya da “Allah’ın emri peygamberin kavliyle” diye başlayacağı bir konuşma yapması gerekirdi. Duasını almak, elini öpmek isteyen hastalar, kendisine iş bulmasını isteyen gençler, koca arayan genç kızlar yolunu gözlerdi. O da seksen yaşına aldırmadan tin tin sokaklarda gezer dururdu.
Yeni yazıyı bilmezdi ama rakamları iyi bilirdi. Hesap yapmada değme tüccar eline su dökemezdi. Koca koca adamlar biraz para biriktirmişlerse gelip akıl danışır o da onlara paralarını çar çur etmeyip biriktirdikleri, hele de ev almak gibi akıllıca bir iş yapmaya niyetlendikleri için güzelce bir aferin çekip, bildiği satılık evleri, dükkanları söylerdi.
Annemin anneannesiydi. Seksen yıllık ömrünce çalışmış, biriktirmiş ve saklamıştı. Onun için en büyük günah savurganlıktı. Zeytin çekirdeklerini sıyırarak, patatesin cücüğünü bile ziyan etmeyerek yaşamış, Kur’an okuyarak, ölü yıkayarak, dikiş dikerek, yolda bulduğu gazete kağıtlarından kesekağıdı yaparak kuruşa kuruş katıp para biriktirmişti. Biriktirdikleriyle altı ev almıştı. Bununla övünürdü.
Biriktirmede abartıya kaçıp işi toplayıcılığa da dönüştürdüğü olurdu. “Nankör bu insanlar nankör, bu nimet atılır mı yere” nidalarıyla eve getirdiği ezik patlıcanları, pazarcıların kenara bıraktığı pörsümüş biberleri, kamyonlardan düşmüş patatesleri, soğanları anneanneme verirdi. Kızı kendisine getirilen bu nimetlerden hoşlanmadığı gibi epeyce bir söylenirdi. Bizi elaleme rezil ettiğinden başlar, bu yaştaki bir kadının yerlerden soğan patates toplamaması gerektiğinden, bir gören olduysa onu aç bıraktığımızı sanacaklarından, artık iyice abartmaya başladığından, israf etmeyelim falan tamam da sokaktan toplanan şeyleri de yiyemeyeceğimizden dem vururdu. Anneannem söylenirken, hacı ninem titrek ellerine geçirdiği bir bıçakla yolda bulunmuş patatesi tüm dünyada yapılabilecek en ince kabuk soyma işleminden geçirirken başka telden söylenirdi: “Cenab-ı rabb’ül alemin bu nimetleri sokaklara dökelim diye mi veriyor kullarına? Nimet bu nimet! Küçücük tohumdan patates yaratan rabbim bu halimize ne kadar merhametli ki yiyelim diye verdiklerini sokağa dökmemize göz yumuyor. Ama bak Beyce, sana söylüyorum, göreceksin bu böyle uzun sürmez. Taş yağacak başımıza. İşte buraya yazıyorum -duvara tükürüğüyle ıslanmış bir parmak izi- bu dünya çok fenaya gidiyor” Elli yaşındaki anneannemle yetmiş yaşındaki hacı ninem bu karşılıklı monologun sonunu başından bilirlerdi: Lamı cimi yok hacı ninemin dediği olacak, patates yola atılmış olmanın ezikliğinden ve kabuklarından kurtulup bir kurumla tencereye oturacak, akşama da sofrayı süsleyecekti. Yine de anneannem yanıt alabileceği tek iğnelemeyi kullanmadan edemezdi: “Anne gelmişsin seksen yaşına, Allah’a şükür altı tane evin var, aç açıkta da değilsin, hiç olmazsa sokaktan toplama huyundan vaz geç” Hacı ninemin yanıtı hep aynıydı: “Ben o altı evi böyle böyle yapıp biriktirdim de aldım!”
Aslında anneannem de bilirdi hacı ninemi kimsenin ayıplamayacağını. Bütün bu söylenmeleri hacı ninemi ayıpladığından değil, haline üzüldüğündendi. Başkalarında ayıp karşılayacağımız, cimrilik diye nitelendirebileceğimiz bütün bu biriktirme işinde bir başka biriktirme vardı, bir saklayış. Anneannem bilmez miydi ki, hacı ninemin hayatından ev dediği depoyu kazısanız, sonra biriktirdiği kuruşlarla aldığı evleri, banka hesaplarını çıkarsanız, ondört yaşında evlendiği hacı dedemi, birisi ölmüş iki kızla iki erkek çocuğu, altı torun ve sayısız torun çocuğunu kenara koysanız, geriye on yaşındaki bir kız çocuğunun bir kış gecesinde komşusundan isteyemediği bir cezvecik süt acısının kalacağını? Bilirdi. Hacı ninem öyküsünü anlatsın da rahatlasın diye de söylenirdi zaten. Mutfaktaki patates savaşları her zaman o bir cezvecik sütün öyküsüyle sonuçlanırdı bu yüzden. Hacı ninem ağlar da anlatırdı:
- Annem öylece yatar, aklı bir gelir bir giderdi. Anneannem köylere çıkıp harmandan kalan başakları toplar, un eder, ekmek yapar yedirirdi bize. Sonra o da öldü. Babam Çanakkale’den dönmemiş, annem menenjit, anneannem ölmüş. Ben on yaşımdayım, iki kardeşim küçücük. Bakacak kimsemiz yok. “Abla açız” diye ağlardı kardeşlerim, dayanamazdım. Kucağımda gezdirir, avuturdum.
Annem kuş gibi, yattığı yerde küçüldükçe küçüldü. Bir gün gözlerini açtı: “İyi misin anne?” dedim, “İyiyim kızım, çok acıktım” dedi. “Hadi komşudan bir cezvecik süt isteyiver” Geceydi, yağmur yağıyordu. Sıçan gibiydim, sıskaydım. Kolumun altına cezveyi sıkıştırıp komşunun kapısında dikildim. Çalamadım kapıyı bir türlü, utandım. Bekleyip bekleyip eve döndüm. “Ne oldu kızım, isteyemedin mi?” dedi annem. “Utandım” dedim ona. “Olsun kızım, zararı yok, yarın istersin” dedi. “Hadi yanıma yat” Yattım yanına. Sabah kalktığımda annem üşümüştü. Sarıldım, sarıldım, ısıtamadım. Sarstım, sarstım, kaldıramadım. Aç acına öldü annem, ona bir fincan süt bulup da içiremedim.
Yaa Beyce, sen anne acısı tatmadın kızım. Siz yokluk acısı da çekmediniz. Ben çektim. Hadi şimdi şu patatesten akşama bir yemek yap sen. Ben de annemin ruhuna Kur’an okuyayım.
Hacı ninemin evi bir garip depoydu. Kırık fincan tabaklarının yanında Çanakkale’de şehit düşmüş gencecik bir baba, nikah şekerlerinin arasında aç ölmüş hasta bir anne, yumak yapılmış sicimlerin içinde torunlarına bakmak için ip eğiren bir anneanne, hepsinin kenarına oyalanmış hacı ninem dururdu.


Wesvese- Mayıs 2003

14 Nisan 2008 Pazartesi

Masumiyet korunmasızdır

Masumlar korunmayı bilmez. Biz bilirdik, bize sorsaydın söylerdik. Sormadın.

Ölümün daha da kapatacak bizi evlerimize belki. Belki kadınlar daha çok korkutulacak babaları, abileri, kocaları hatta oğulları tarafından: "Dünya kötü. Güvenme kimselere. Kır dizini, otur evinde" Ve biz kocaman, büyülü bir orman olan bu dünyada bir ağacın kovuğunda yıldızlara hasret ömür çürüteceğiz.

Ama ben Pippa... Ben, insan kardeşlerine güvendiğin için teşekkür ederim sana. Korunmasız geçtiğin onca yol için.

Bu teşekkürle git ülkemden. Gözünde kalan son görüntüyle değil; seni öldüren katilin kadın açlığıyla, yoksullukla, çaresizlikle cendereye sokulmuş, geri dönüşsüz şekilde kirlenmiş ruhu, kötüleştirilmiş bakışlarıyla değil.

Bu şiir hiç yayınlanmadı. Senin için ayrılmış demek ki yıllardır kenara. Senin olsun Pippa Bacca.

Yaz Ey Şehir!

I.
Yaz ey şehir
Eraş negatif ve pozitif kanımıza bulanmış toprağına
Şimdi gidiyoruz biz
İki serçe, üç güvercin, birkaç kedi köpek
Kuşlasın kardeşlerimiz bizi sokaklarına

Denklerimiz yüreğimizle bir
Nasıl gelmiştik kilitli kapına
Cahil cesaretin koçbaşıyla
Kapını zorladığımızı yaz, unutma

Yaldızlı, yıldızlı, ormanlı, ballı göğünde
İki kadın üç erkek birkaç kedi köpektik en fazla
Ama bir o kadar da terazi, yay, balık ve akrep
Kızıl pırıltılar saçan gümüş kanatlı
Sil bizi şimdi düş burçlarından
Gidiyoruz biz. Sen kal ey canı hepimizden tatlı

Dersen ki:
Bunlar vardığında huzuruma
İki sürgün, üç yitik, birkaç kedi köpekti
İkisini ben yedim, üçü kendini yedi
Gerisi çöplüğe gitti

Deriz ki biz de sana:
Atmaaaaaaaa!
Sonuncuların yeri makbuldür tarihimizde
Anıları martılarla kanatlanıp denize gitti
İkinin biri demlenmiş çay kokusuna
Diğeri bir kanatlı ata bindi
Üçün üçü de sana girdi

İyisi mi sen terk edilişinin küplerine binip
Karartma göğünü de yaz ey şehir
Kardeşliğimizi yaz

Bizden sana, senden bize akıp giderken yaz
Kanı karıncalanan şiirleri
Nasıl gömdüysek bağrına
Sen de bize şiirlen şimdi
Baharlı dallarınla bizi yaz

Dönersek bir gün eskimiş tren yollarından
Hüzün çiçekleri taşımayız yoksa alkollü garına
Bindiğimiz otobüs terminaline yanaşmaz, bilesin
Sana kavuşmak sevincimiz olmaz bir daha

Şarap şişemizi son kez kaldırıyoruz bulutlarına
Sevgili üvey anamız, ey kanlı şehir
Yazılsın gazetelerine hikayemiz
Afişle aile resmimizi duraklarına

II.
Yaz ey şehir
Sana son bir diyeceğimiz var
Tarihi tahrifimiz olan bu duvar
Biz çocuklarına mezar olmuştur
Kırık bir aynadır şimdi senin zamanın
Gülyüzlü suretinden kanımız damlar

Yaz ey şehir
Bir daha düşersek senin yoluna
Bir daha gelir de durursak kapında
Geniş caddelerinden, yosma bulvarlarından değil
Seni çevreleyen ince patikalardan yürüyeceğiz

Yaz ey şehir
Bir daha görürsen bizi sokaklarında
Yine yankılanırsa parke taşlarında ayak seslerimiz
Bil ki senin için değil, sana karşı yürüyeceğiz

Yaz ey şehir
Bir daha kapına gelirken
Alçak insanlarının üstünden
Yüksek damlarının üstünden
Bulutlarının bile daha üstünden

Gökyüzünden yürüyeceğiz!

24 Eylül 2002

11 Nisan 2008 Cuma

Hafta biterken

Yarın Cumartesi. En sevdiğim gün. Bu haftayı kendime ufaktan giydirdiğim bir şiirle kapamak isterim. Hiçbir yerde yayınlanmadı kendisi, bir size özel yani bu içdökmesi.

Ve güzel bi hafta sonu için Pinhani'den "Haftanın Sonu"nu dinleyin: http://www.pinhani.com/


Özdeliştiri

Ne hevesiymiş, ne umuduymuş yok öyle bir şey
Kahrolasıca bir kaderdi benim için büyümek
Yaşımı da çıkarmak istemedim üstümden, giysilerimi de
Giydim de giydim, içine sığamadıklarım patlayana dek

Sesimi demlendirdim de saldım sokağa
Neymiş efendim, çatlak çıkarsa utanırmış kendinden
Çıkarsa çıksın yahu, dinleyen sızlansın, sana ne?
Çatlaklarından aydınlanmıyor mu şu âlem?

Soluk bile almadım, aldıysam da vermedim
Bileğime güç veren akciğerimdir dedim, kanattım.
Sıktığım yumruğu da hiç kaldırmadım, niye?
Belli ki boyum uzamasın diye.

Şimdi bakıyorum da biriktirdiğim kendime
Zeminim, harcım benim boyun eğmeden karılmış
Ayan beyan ortada her şey durduğum yerde:
Meğer her savaş boyam onca zaman
Bin kere bin boyun eğme kusarmış

Ah ömrüm, heder kere kedersin
Arzu koymuşlar o güzel adını ama
Sen en fazla devrime niyetlenmiş bir Ankara edersin

30 Nisan 2004

10 Nisan 2008 Perşembe

Kedidir Kediii

Eh, aşağıdakinin de bir aşk öyküsü olmadığını kim söyleyebilir yani?

Hiç kimse!

Efendim, Elektra'nın blogunu takip edenler, bizim bi dönemki -ve her zamanki- kedi maceramızı biliyorlardır. İşte o kedilerin başlangıcı aşağıdaki hikayeye dayanır. Buyurun, buradan da yakın.

Gülten’in Kedisi

Bu, karşılıksız bir aşkın hikayesidir. Gülten’in sokakta bir yavru kedi bulmasıyla başlar, merhametten doğan her marazi aşk gibi, kedinin zavallılıktan kurtulup bir despota dönüşmesiyle son bulur.

Zayıf bir miyavlama sesi, bir anlık bakış, hasta görünümlü şaşkın bir yavru, onu ezmemeyi kıl payı başaran bir araba… Gülten arabadan kaçan kediciği görmemiş gibi davranamadı. Yufka yürekliliğine kızsa da, evde başına gelecekleri bilse de, aldı yavruyu odasına götürdü.

Kedi odaya girdiğinde aniden değişim geçirdi. O zavallı hali aktı gitti üzerinden. Güvenli adımlarla ilerleyip yatağın en yumuşak yerine kuruldu. Gözlerini kurtarıcısına dikip tüylerini temizlerken sanki odanın sahibi oydu. “Ne işin var burada?” dercesine bakıyordu Gülten’e ama Gülten bu bakışlarda inanılmaz bir zarafet buldu. Güzelim yatak örtüsünün çamurlu patiler tarafından berbat edildiğini bile umursamadan “Ay” dedi “Bir prensessin sen.”

Merhametle başlayan aşkın ikinci adımı budur işte. Sevdiğinizde olağanüstü nitelikler bulmaya başlarsınız. Onda zerresi olmayan güzellikleri kendi kafanızda kurgular ve ne yazık ki zamanla siz de inanırsınız uydurduklarınıza.

Aklı başında her insan bu kedinin Prenses falan değil düpedüz bir komplocu olduğunu, sadece dikkat çekebilmek amacıyla araba tekerlerinin altında dolandığını, hasta taklidi yaparak bir eve kapağı atmaya çalıştığını o anda anlardı ama merhametle baştan çıkmış Gülten’de bu akıllar ne gezer? Kedisinin adını Prenses koydu.

Bu unvanla başı taçlanan kedi, arsız arsız miyavlamaya başladı. Sesi hasta bir yavrudan beklenmeyecek kadar hırçındı, hele hele bir prensesten asla! Gülten hemen süt ısıtmaya koşturdu. Bekliyordu ki, açlıktan ölmek üzere olan sıskacık hayvan iştahla süte girişecek. Oysa kedi beğenmedi sütü, bir iki yaladı, bıraktı kenara. Yine miyavlamaya başladı, hem de daha yüksek sesle.

Gülten korktu. Bir yeri kırık mırık olmasındı sakın? “Kucağıma alayım da bir bakayım şuna” dedi, demesiyle de tırmığı yedi eline. Hastalığına verdi bu terbiyesizliği, kızmadı. Ütüyle havlu ısıtıp karnını sarmaya çalıştı. Kedi havluyu da tırmalayıp fırlattı, bağırmaya devam etti.

Bunca gürültüye ev halkının müdahalesi gecikmedi elbet. Ablası koşturup geldi, evde bir kedi istemediğini söyledi, yeğeni ise tam tersini düşünüyordu. Onlar evde kedi olur mu olmaz mı tartışır, Prenses bas bas bağırırken, zavallı Gülten ne yapacağını iyice şaşırdı.

Kedinin bir süreliğine de olsa evde kalabilmesi öncelikle susmasına bağlıydı, bunun için de karnının doyurulması gerekiyordu. Gülten hanımefendiye yemek beğendirebilmek için mutfakla odası arasında koşturdu durdu. O koştururken ablası da tepesine dikilmiş kedinin ne zaman gideceğini soruyor, eniştesinin bu işten hiç hoşlanmayacağını, kedi tüyünün sağlığa zararlı olduğunu anlatıyordu.

Neyse ki abla haklı olsa da merhametsiz değildi, üstelik gürültü ve koşuşturmadan başına ağrılar girmişti. Böylece kedinin çığlıklarını dindirebilmek, sesini kesebilmek için şöyle dedi: “Git de kedi maması al şuna. Susar belki.”

Sütü, peyniri, ekmeği beğenmeyen Prenses soylu bedenine layık mamayı bulunca sustu gerçekten. Karnı doyunca, yatağın ortasında peylediği yere yerleşip maiyetine “Ha şöyle, haddinizi bilin bakalım” bakışları fırlatarak temizliğine kaldığı yerden devam etti.

Gülten’in ablası söylendi: “Ne prensesi, ev göçüren bu. Kedi maması isterim diye tutturan sokak kedisi de görmemiştim hiç.”

Aşkın üçüncü adımında sevgilinizin muhteşem niteliklerini göremeyen körlere kızmaya başlarsınız. Aslında sizin de kızdığınız huysuzluklarına bile bahaneler bulur, bu bahanelere önce kendiniz inanır, sonra çevrenizdekileri inandırmaya çalışırsınız. Bu yüzden “Hasta o” dedi Gülten. “İyileşince böyle davranmaz.”
“Tamam ama iyileşince gidecek, o zamana dek de odandan dışarı adım atmayacak, anlaştık mı?”
“Anlaştık” dedi Gülten gözleri kedisinde. İstenmezlik lekesini de yüklenen zavallıya duyduğu sevgi daha da büyüdü.

“Zavallı” hiç de zavallı görünmüyordu oysa. Ama aşk olanı değil görmek istediğini görür. Bu yüzden daha geldiğinin ertesi günü gayet sağlıklı olduğu, sevilmekten asla hoşlanmadığı, istekleri yerine getirilmediğinde fena halde bağırdığı kesinlik kazansa da Gülten hastalığı nedeniyle böyle davrandığına inanmaya devam etti.

Aşkın dördüncü adımında bağlanma denen tehlikeli sınıra ayak basarsınız. Siz daha ne olduğunu bile anlayamadan sevgiliniz yaşamınızın odak noktası haline gelir. Zamanınızı taleplerine göre ayarlar, hayatınızı isteklerine göre düzenlersiniz. Gülten’e de böyle oldu. İşten gelir gelmez odasına kapanmaya başladı. Onu yalnız bıraktığı için saatlerce özür diliyor, ödülünü tırmıklarla alıyordu. Yine de giderek bağlanıyordu kedisine. Sabah işe gidiyor kedisi, akşam işten dönüyor kedisi... İşteyken bile telefon edip “Prenses”ine ilişkin rapor istiyordu ablasından.

Abla bu baş belasındaki şeytan tüyünü merak ediyordu. Ona kalsa nemrutun tekiydi hayvan, Gülten de dahil olmak üzere kimsenin onu sevip okşamasına izin vermiyor, kötü kötü bakıyor, yanına yaklaşana tıslıyor, en fenası da sürekli miyavlıyordu. Ne hediyeler, ne kutu kutu kedi mamaları kediyi yumuşattı, kedi bağırmaya, tırmalamaya devam etti.

Ablaya göre durum ortadaydı. Prenses evin kendine uygun olmadığına karar vermiş, ait olduğu yere, sokağa dönmek istiyordu. Gülten bu düşünceye burun kıvırdı. Prenses ona büyük bir aşkla bağlıydı bir kere, kesinlikle ondan ayrılmak istemezdi.

İşte bu an marazi aşkın doruk noktasıdır. “Bana ihtiyacı var”dan “Beni delice seviyor”a geçtiğiniz noktada saplantınızdan kurtulmanız olanaksızlaşır. Hani kedi dile gelip “Seni sevmiyorum, bırak yakamı” deseydi bile inandıramazdınız Gülten’i sevilmediğine.

“Gün boyu seni de bir odaya tıksalar, sen de bas bas bağırırsın” dedi ablasına. Ablası kara kara düşündü başına gelenleri. “Hani iyileştiğinde gidecekti bu kedi?” diyemedi. Gülten’in gözleri “Aşkla karardık biz. Sıkıysa ayırın bakalım sevdiğimizden” dercesine bakıyordu çünkü. Sonunda abla da pes etti, baş belasının evin diğer bölümlerine geçmesine izin vermek zorunda kaldı.

Derken Mart geldi çattı, Prenses yüreğinin götürdüğü yere gitmeye karar verdi. Yüreği onu götüre götüre pencere kenarına götürdü, Prenses dördüncü kattan uçtu, hem de iki kez. İlkinde bir mahalle ötede, ikincisinde hemen düştüğü yerde bulunarak eve getirildi.

Gülten ondan kurtulmak için intiharı bile göze alan kedisinin başında aşkın göz yaşlarını döktü uzun uzun. Hani terk etmezdi Prenses onu? Hani seviyordu Gülten’i? Ablasının “Ben sana demedim mi?”lerini duymamaya çalışarak kırık kalbini onardı ve “Canım, insan değil ya, sonuçta kedi bu” dedi. “Mart geçince düzelir.”

Prenses ikinci kaçma teşebbüsü de hafif topallayan bir bacakla sonlanınca birkaç gün sessiz kaldı, başına gelenleri düşündü. Sokaklarda aşk aramanın ona uygun olmadığına, sevgisini evdekilerden birine yöneltmeye karar verdi.

Şimdi bekliyorsunuz ki Prenses onu deliler gibi seven, uğrunda işten bile ayrılarak gecesini gündüzünü ona ayırmaya başlayan Gülten’i seçsin, değil mi? Hayır, hiç de böyle olmadı. Kedi gitti, evde kendisinden en az hoşlanan kişiye aşık oldu: Enişteye. Enişte “Pist!” dedikçe inadına paçalarına süründü, ona ait koltuktan aşağı inmedi. Enişteye sinir geldi, “Ben de köpek alacağım madem” diye tutturdu.

Zavallı karşılıksız aşkı Gülten’in böyle sürüp gitti işte. Şimdilerde Prenses evin tek hakimi olmanın güveniyle salonun ortasındaki tahtından izliyor maiyetini. Eve gelen gidene kötü kötü bakıyor. Canı yemek isteyince Gülten’e gidiyor. Karnı doyunca enişte hariç kimseye yüz vermiyor. Gülten kedisine artık “Cadı” ismini uygun görüyorsa da, onun için tatile çıkmıyor, evde oturuyor. Hala Prensesinin dünyanın en güzel kedisi olduğunu düşünüyor.

“Bu karşılıksız bir aşkın öyküsüdür” demiştim yazının başında. Hani bir ucunda merhamet bulunan, hani en belalısı. İnsanlar arasında da gerçekleşebilirdi pekala, bilirsiniz. Yine de siz siz olun Cadı/Prensesin öyküsünden kendinize bir hisse çıkarmaya kalkmayın. Hiçbir çılgın aşık bir okşamanın karşılığını tırmıkla almaya, evden kaçtığınızda peşinizden koşmaya, başkasına aşık olmaya karar verdiğinizde bile sizi sevmeye devam edecek denli çılgın değildir. Her şeye rağmen sevilebilmek bir tek Prenses’e özgü bir ayrıcalık, her şeye rağmen sevebilmek ise Gülten’e bağışlanmış bir yetenektir çünkü.

Ah, bir kedi olmak varmış şu dünyada ve Gülten’e rastlamak.

Picus- Haziran 2005

9 Nisan 2008 Çarşamba

An sürer bütün kader değiştirmeler

Otobiyografi mi demiştik? Eh, bunda var işte. Yazılış tarihi atılmış nadir şiirlerden.

Şiir Olmayı Hak Eden Aşksın Sen

Seni ilk gördüğümde
Solgun bir gül gibiydin masada
Kollarını yana açmış dünyayı kucaklıyordun
Ah! Aslında kendine kapanıyordun
Doğrusu, şiir olmayı oturuşunla bile hak ediyordun

Senin yanıtların
Senden başka herkesin soruları vardı bardaklarda
Bunca karmaşanın ortasına bir de ben geldim
Kıvırcıktım, delirmiştim.
Elimde karanfilim, cebimde eskimiş kartpostal aşklar
Fala baktık doğum günlerinden

Her şey değişti bir fincanlık yolda:
Şimdi şiir olmayı hak eden bir aşksın sen

An sürer bütün kader değiştirmeler
Bir mil kayıverir, bir tren ray değiştirir, bir zincir çıkar yerinden
Hayat cilveli bir sevgilidir

Seni armağan veren hayat elbet kıskanç değildir:
Şiir olmayı hak eden aşksın sen.

Geçmiş buruklukları silerek
Gideceğini bilerek
Sorular üretmeden
Kara çıkarmadan hayatın yüzünü
Armağanı kabul etmek gerek

Her yolun bittiği yerde noktadan açılan iki nokta, arandıkça bulunmayan bulununca bilinen, gizli anahtar açık mektup, kullanılmamış kurşun kalem yeni suluboya kutusu, son soru ilk yanıt, usuldan davul vuruşu gitarın bam teli, sekseğin ilk adımı satrancın son hamlesi, kalbin gizemi ve şiir olmayı hak eden aşktın sen

Nasıl kolundan çekip götürdüysem onca yıl geriye seni
Çerçeveye nasıl yerleştirdiysem resmini
Kalbimin kanadında uçurduğum gibi yollara
Yüreğime öyle işledim ismini

On yıl ilerledik üç arpa boyu yolda:
Şimdi şiir olmayı hak eden bir aşksın sen.

Çok eski kuralları var hayatlarımızın
Kırgından artakalan yarım yamalak yanıtlarımız
Sokaklarda öpüşürken bize soru sormamaları gibiydi bütün yaşadıklarımız
Gözlüklü bir çocuktun sen başında güvercinler uçuşuyordu
Biri kalktı avucuma kondu

Gözünden öptüğüm gibi yola saldım ben seni:
Çünkü şiir olmayı hak eden bir aşktın sen.

Ama Ankara’nın sokaklarında iki ses kaldı bu öyküden
Kulağa değil kalbe söylenmiştir. Öyle bilinir:
- Seni seviyorum
- Seni seviyorum

Bunun için, bunun için, bir de bunun için:
Şiir olmayı hak eden bir aşksın sen.

Mayıs-1998

Öteki-siz 2003

8 Nisan 2008 Salı

Bir aşk hikayesi

Akşam gazetesinin kitap eki için bir öykü istemişlerdi benden. "Tamam," dedim. "Bir aşk hikayesi olsun ama". Ona da tamam.

Öykülerime şöyle bir baktım ve fark ettim. O güne dek aşkı konu eden bir öyküyü hiç yazmamışım, iyi mi?

Oturdum yazdım. Dedim ki, "Madem bir aşk hikayesi yazacağım, bari bir ilk aşk olsun bu. Hatta aşıklar çocuk olsun henüz. Vurayım romantizmin dibine."

Ortaya şu aşağıdaki şey çıktı işte. Romantizmin dibine değilse de naifliğin dibine vurdum sanırım. Ve bu arada merak eden olursa diye söylüyorum: Kesinlikle otobiyografik bir yeri bulunmamaktadır bu hikayenin.

Not: Tamam mı annecim? Valla da billa da gitmedim okul çıkışı arsaya marsaya:)

Pır Pır

Tik tik tiki tiki tak atıyor kalbim onu her gördüğümde. Hafif çarpık, uzun bacakları var. Hızlı yürümüyor ama hep bir rüzgâr dolanıyor çevresinde. Gizli bir adımı var kendine sakladığı, biraz içeri doğru basıyor sanki ayaklarını. Her an kaçıp gidecek, nesli tükenecek, beni kendinden mahrum, dünyayı da öksüz bırakacak bir çitaya benziyor. Sarı pırıltılar gözlerinde, oysa teni nasıl da esmer.

Onu görünce günaydın diyorum. Bir refleks halinde kaçıveriyor bu sözcük dudaklarımdan. Hadi sabah günaydın diyorum da, akşam neden günaydın? Bilmiyorum. Ama ne yapayım onu görünce aydınlanıyor dünya, yalan mı?

Elimde değil yanındayken keyiflenmemek. İyi bir gün diliyorum. İyi şeyler. Sıcak poğaçamı paylaşmak için sabahları başımı saksağan gibi çevirip onu arıyorum. İyi bir haber duyunca yanına koşturuyorum. Komik bir fıkra öğrendiğimde önce ona anlatmak istiyorum. Başka kimseye değil.

Bunu hak edecek nesi olduğunu öğrenebilmek için neler yapmazdım. Sorsam söylemez. Gülümser sadece. “Yok, canım” filan der. Bir de elini omzuma atar teşekkür kabilinden, “Bir çay ısmarlayayım mı?” der, sonra da bir filmden bahseder.

Hiç anlatmıyor kendini. O kadar açtım içimi, “Bıcır bıcır ne güzel konuşuyorsun öyle,” dedi, güldü. Bekledim o da bıcırdasın benimle ama ne gezer? “Acıktın mı?” dedi. “Gel köfte ekmek yiyelim” Gidip yedik. En iyi köftecinin nerede olduğundan, havanın soğuduğundan, sevdiğimiz müzik gruplarından bahsettik. “Kardeşin var mı?” bile diyemeden akşam oldu yine.

Ablam sırıttı dert yanınca. “Aşık olmuşsun ” dedi. “Hayır, olmadım” dedim. “Bilmez miyim, kelebekler uçuşurmuş insanın midesinde aşık olunca. Benim kelebeğim filan yok” Kah kah güldü, kafamı okşayıp “Yok ya? Nereden duydun bunu?” dedi. Dalga geçti. O yüzden, “Kelebeğim yok ama kalbim tik tik tiki tiki tak atıyor” demedim. Küstüm, odama girip midemi yokladım. Kelebek bulamadım.

Aşk mucize gibi bir şeydir, öyle değil mi? İki kişi birbirini görünce yıldırım çarpmışa döner. Onlardan başka kimse yokmuş gibi olur dünya üzerinde. Sonra zaman yavaşlar, durur hatta. Ağır çekimde hareket ederler. Hep böyle söylüyor kitaplar, filmler böyle şeyler gösteriyor. Reklamlarda kızla oğlan çarpışınca, kızın kitapları düşüyor. Oğlan kitapları alıp da başını kaldırınca, gözleri birleşiyor, tutulup kalıyorlar öyle.

Bizim tanışmamız çarpışmayla olmadı ki. Yan sınıfta okuyor, ne zaman tanıştığımızı da anımsamıyorum. O anımsıyor mudur acaba?

“Biz ne zaman tanıştık seninle?” dedim. Hatırlamadı. “Kelebeğin var mı?” dedim garip garip baktı yüzüme. “Midemi mi soruyorsun yoksa?” dedi, yüreğim ağzıma geliverdi. Ah benim kelebeksiz midem. Hemen lafı çevirip “ “Ders başlayacak, kalkalım” dedim.

Akşam yatınca düşündüm. Onun kelebeği var, benim yok. Onun hanesine bir, benimkine sıfır. Ama ben hayatımdaki herkesi anlatıyorum ona. Annemin güzel börek yaptığını, babamın erken öldüğünü, ablamla kavgalarımızı, tatilde yaptıklarımı, babaannemle dedemin nasıl evlendiklerini bile anlattım. O hiç anlatmadı bunları. Öyleyse şimdi de bana bir, ona sıfır. Aşk her sırrı paylaşmak değil mi? Madem onunla ilgili bir şey bilmiyorum hala, o zaman da o bana aşık değil.
Değil bu, aşk değil. Aşık olanların arasında sır kalmaz, her dertlerini birbirlerine anlatırlar. Ayrıca kelebek midir ne halttır, ikisinin de midesinde olur, olursa. Bizim belirtilerimiz birbirini tutmuyor. Fakat bir iş var bu işte. Onu görünce de düşünüyorum, görmeyince de.

Karın yağdığı ilk gün büyüteçlerimizi alıp kar tanelerini izlememizi, resimlerini çizmemizi istedi öğretmen. Öğleden sonra da izin verdi. Fakat kar lapa lapa yağmıyordu, sulu, cıvık bir şeydi. Üstelik rüzgar da vardı. Aniden yüzümü kızartıp “Boş ver bunu, hadi bize gidelim” dedim. “Annem sıcacık çorba yapmıştır. Sonra belki oturup film izleriz, odamı görürsün. İstersen yani.”
“Yok, yok” dedi telaşla, “Çok işim var benim” Hoşça kal bile demeden neredeyse koşar adım kaçıp gitti yanımdan. Kendime öyle kızdım ki, gözümden akan iki damla yaş geldi, büyütecimin üzerine damlayıp belki de o çirkin karın olup olacak tek kristalini tuz buz etti.

Bu aşk mı? Hissettiğim? Aşksa eğer olmaz olsun, her şeyi bozuyor. Bir arkadaşlığı, güzelim kar kristalini, insanın kalbini.

Tam bir hafta görüşmedik, kaçtık birbirimizden. Bir hafta sonraysa reklamlardaki gibi oldu, merdivenlerde kafa kafaya toslaştık. Gözümde yıldızlar uçuştu, dünya bir anlığına durdu. İnsanları ağır çekim gördüm, elimi başıma götürdüm ve bayıldım.

Revirde kanayan başıma pansuman yapılırken o da yanımdaydı. Başında koca bir pamuk, sargı bezi. Ağladı ağlayacak. “Çok acıyor mu?” dedi. “Yo, hissetmiyorum bir şey” dedim. Yalan. Hemşire röntgen çekilmesi gerektiğinden söz ederken ben az önce yaşadıklarımızı düşündüm. Aşk can acıtan bir şeyse eğer, epey canım acıyor. Sanırım onun da.
Kafamızda hasar mı var, aşk mı bu bilmiyorum ama her şey eskisi gibi oldu sonra. Yine poğaçalar, yine fıkralar, yine uzun konuşmalar...

Bir kere, tam etrafta kimseler yokken, ikimiz yalnızken - ki, bilesiniz onun olduğu yerde pek nadir bir durumdur bu - yapıştım yakasına, “Söyleyeceksin,” dedim sırrını. “Hiç anlamam” Upuzun parmaklarla bezeli güzelim avuçlarını açtı, “Peki” dedi. “Yakaladın beni madem, gidelim.”

Nasıl koşturdum peşinden, bilseniz. Paltomu, kitaplarımı, her şeyi bıraktım kantinde. Dışarı çıkıp buz gibi soğuğu yiyince bir güzel hapşırdım. Güzel kaşlarını çatıp “A!” dedi. “Nerde palton? Hadi git al.”

Şimdi paltonun sırası mı? Sonunda seni çözeceğim, o gümüş sırrını öğreneceğim, içimden bir ateş fışkırıyor sevinçten. Tüm bunları diyemedim. Uslu uslu gidip aldım her şeyi. “Önünü sıkıca ilikle,” dedi. İlikledim. Baktı, atkısını çıkarıp yüzümü iyice sarmaladı. Öcü gibi oldum. Derin derin kokladım atkıyı, içim onunla doldu. Mutlu ve komik bir öcü taklidi yapıp kollarımı iki yana salladım. O da beresini indirdi iyice, şehrin sokaklarından güzelliği kendilerine saklı iki karga yavrusu olarak geçtik.

Yürüdükçe şehrin rengi bize uydu, değişti. Güzel evleri, parkları, caddeleri, trafik işaretlerini, yaya kaldırımlarını, sokakta gezdirilen bakımlı köpekleri, servis minibüslerine tıkıştırılmış okullu çocukları, simitçileri, marketleri geride bıraktık. Bir çöplüğe geldik. Sırrını gösterdi orada bana. Bir mor menekşe. Bildiğiniz Afrika menekşesi, hani evde annelerin yetiştirdiğinden. “Bu muydu sırrın? Onca heveslendirdin bir de?” diyebilirdim, demedim. Onunla birlikte menekşeye eğildim, hazine bulacakmış gibi. Buldum da zaten. Alelade toprak bir saksı parçasında, kenarına yaldızlı ojeyle işlenmiş bir yarım a harfi kalmış, kırılmış bir saksı parçasında, o güne dek gördüğüm en büyük, en parlak menekşe gülümsüyordu. Kışa, etrafındaki çöplüğe, leşçil martılara, üzerinden geçmeye hazır çöp kamyonlarına inat. Demek evde çiçek açamamış, atmışlar onu. O da çöplükte çiçeklenmiş. Hem de nasıl.

Akşam eve gidince annemin üzerine titrediği menekşelere baktım. Kalorifer kenarında, nazlı nazlı tomurcuklanıyorlardı. Ertesi sabah birini çalıp çöplüğe götürdüm. Okula geç kaldım ama değdi. Kantinde çevresi hayranlarıyla sarılmış otururken buldum onu, uzaktan el salladı bana, ben de el salladım. Onun sırrı varsa, benim de vardı şimdi.

Bir başka gün “Sıra sende” dedi bana. “Senin bir sırrın var mı?”
Ah olmaz mı? Vardı elbet .Aylardır kafamda taşıdığım şu soru işareti: Aşk mı bu? Ama bunu ona söyleyemezdim ki. Yine de “Var,” dedim. “Hadi gidelim.”

Bizim mahalleye götürdüm onu. Çocukken kitaplarımı aldığım kırtasiyeci amcanın yanık şeker kokulu dükkanına girdik. Yıllar önce kitap satmak gibi kıymetli bir amaçla açmıştı amca burayı ama zamanla raflardaki kitapların yerini önce defter kalem, sonra makara makara iplikler, önlükler, en sonunda da çiviler, kerpetenler almıştı. Yine de tabelasında süslü harflerle “Kitapçı” yazıyordu.

Onu en arkadaki rafa sürükledim. Dükkanda kalan son kitabı gösterdim. Beş yıldır orada duruyordu. Naylon poşetinin içinde bile sararmıştı kapağı. Beş yıl önce son komşusunu almış, ertesi hafta biriktirdiğim harçlıklarımla gidip onu da alacakken tam, vazgeçmiştim. Dükkan tabelasını sahici kılan tek şey oydu çünkü.

“Burası yeryüzünde bir tane kitabı bulunan tek kitapçı” dedim ona öyküyü anlatıp.
Sırrımı çok sevdi. Böylece ziyaret edecek iki yerimiz oldu. Menekşeli bir çöplük ile tek kitaplı bir kitapçı dükkanı.

Başka sırlar da edindik sonradan. Bunları beraber olabilmek için de uydurduk belki, emin değilim. Yine de biz inandığımız sürece gerçekler.

Hala soruyorum: Aşk mı bu? On beşimdeyim ben, o da öyle. Yaşımızın toplamı bile az gelir sorumu yanıtlamaya belki. Fakat aşkın bir sır olduğunu okudum geçenlerde, bizim de öyle çok sırrımız var ki.

7 Nisan 2008 Pazartesi

Aşka yüzük takmamak lazım

Aynen de böyle yapmıştık. Taktık yüzüğü bir gün, bi baktık kavga etmeye başlamışız. Dedik "Bu yüzük aşka yaramadı." Götürdük attık yüzükleri bir geceyarısı Beşiktaş iskelesinden.

Aslında "Evlilik aşkı öldürüyor güzelim" şarkısıyla da yetinebilirdik ama ben bi de şiir yazıverdim işte.

Nişanlı Midye

Ben mi?
Ben değil
Bir balıkçı çıkardı bu şiiri şimdi
Aşka hasret kabuğunu aralık tutan
Deli bir midyenin
Sülfürik asit etinden

Çünkü biz sevgilimle
İki nişan halkası atmıştık o midyeye
Beşiktaş iskelesinden
İki denizanası ömrü geçti geçmedi üzerinden
Bizim midye çatlayıverdi hasedinden

Beşiktaş iskelesinde balık satan adam
Bu aşkı da koyuver ekmeğin arasına
Bembeyaz soğanların yanısıra
Karın tokluğu olup gitsin insanların,
Bir de İstanbul’un boğazına

Şan olsun, şerefe olsun
İki bulut gelsin omzunda dursun
Üç martı uçsun tuzuna konsun
Beş öpücük güller kondursun buz yanaklarına
Bu da sevdiğimle ikimizden

Adam Sanat- Aralık 2001

4 Nisan 2008 Cuma

Umut

Sen gittiğin zaman
Nereye baksam sakin ve koyulaşan inadını gördüm
Damarlarımı yatak yapan kendine

Sen gittiğin zaman
Şehrin kenarından akan zayıf nehir
Bir nilüferi taşıyıp getirdi yarımca kanatlarında

Sen şimdi git.
Geri geleceksin nasılsa.
Gözlerin hiç olmadığı kadar parlak olacak
Ayrılığın iyileştirici sevinci dolmuş içine.

Gözlerinden başka kokun da gelecek seninle
Yanında muska gibi taşıdığın duyarlı sesin
Koynunda benden kalan zamanla
Bir mushaf gibi dokunulmamış geleceksin bana.

Sen şimdi git.
Geri geleceksin, yanıma.
Sözlerin geri gelecek
Çokbilmiş ellerinle beraber
Geri gelecek bahar akşamı
Gökyüzüne çizdiği solgun parıltılarla.

Sen gittiğin zaman
Bu şehir beni de attı koynundan
kenar semtlere, son duraklara almadı.

Sen gittiğin zaman
Bu şehir beni dipnota saydı,
Bana bir beklemek kaldı.

Varlık- Mart 2000

3 Nisan 2008 Perşembe

Kaçmanın sonu yokmuş, ben bunu gördüm

Anımsıyosunuzdur siz de, Mine G. Kırıkkanat üç yıl önce bir yazısıyla kocaman bir tartışma başlatmıştı. Yazı beyaz donluların sahilleri işgalinden bahsediyordu. Aslında hikaye kentlerin giderek taşralılarla dolmasınının kentliler üzerinde yarattığı fikir ve vicdan kırılmasıyla ilgiliydi bence.

Aşağıdaki yazı o tartışma sırasında yazıldı. Yazının sonunda "Nereye kadar kaçabileceksiniz?" diye sormuşum ya... Kaçmanın sınırı yokmuş, gördüm, görmeye devam ediyorum.

Sokaklar Kimin?

1990 falan olmalı. Bir kış günüydü. Ankara'dan İstanbul’a gitmiş, İstiklal Caddesi'nde mendil satan, dilenen, tiner çeken çocukları görmüş, dehşete düşmüştüm. En çok da insanların onları kanıksamış olmasıydı kanımı buz eden. O soğukta koca koca insanlar paltolarının içinde bile donarken çocuklar çıplak ayaklarıyla merhamet talep ediyordu. Paltolara, bacaklara asılarak, çekiştirerek. Bazen görüyorlardı; merhamet beş on lira şeklinde geliyordu avuçlarına.

Ankara'da yoktu böyle bir şey o zamanlar. Öyle sanıyordum. Salaktım. Gar’da sabahın yedisinde onları gördüm; beş çocuk. Üçünün ayağı çıplaktı, birininse
-en fazla beş yaşındaydı o biri dediğim- üzerinde sadece bir kazak vardı. Altı tamamen çıplak. Ellerinde birer tost, belli ki biri acıyıp vermiş, buna seviniyorlardı. Dudakları mosmordu ama gülüyorlardı. Ben Ankara’daydım. "Eh, hadi bakalım" dedim kendime, "yap bir şeyler hadi." Yaptım. Acıdım ve bakışlarımı onlardan kaçırıp hızlı hızlı yürüdüm evime, orada beni bekleyen oğluma.

Yıl 2005. Sokakta yasayan çocukların sayısı o günden bugüne çığ gibi çoğaldı. Kanıksandılar, hatta kızgınlıklarımızı da içinde toplayan anlamıyla bir toplumsal bir dert haline geldiler. Öyle ki, ben bunları yazarken o günlerdeki şaşkınlığımı, üzüntümü anımsamaya çalışıyorum.

Kapısı bekçili, etrafı çevrili, güvenlik kameralı, korunaklı sitelerin ilk yapıldığı zamanlardaki şaşkınlığımı ve kızgınlığımı da keza, şimdilerde anımsamaya çalışıyorum ancak.

Şimdi; yukarıdaki iki örnekteki ortak noktalar "unutmak" ve "alışmak"tır: Biz şu on-on beş yılda iyice artan gelir dağılımı bozukluğuna alıştık. Zenginlerin giderek kendilerini daha da çok kendi içlerine kapamasına, Türkiye’de ayrı bir ülkede yasarmışçasına adacıklar yaratarak kendi "klas"larındakilerle, onların takıldığı mekânlarda arkadaşlık etmelerine alıştık. Özel okullara, özel klüplere, sitelerine, özel mülklere, özel partilerine.... hepsine alıştık... Aynı zamanda yoksulluğa da alıştık.

Zenginler yoksulluğu gördüğü yerde alışkanlıkla gözünü kaçırıyor ve adımlarını hızlandırıyor. Ama yoksulluk da hızlandırıyor adımlarını, hep peşinde, hep talep ediyor. Bu da onun hakkıdır. Siz ondan kaçtıkça o peşinizden koşacak. Siz farklı olmak istedikçe o size benzemeye çalışacak. Yapılan her süper lüks site karşılığında bin çocuk daha sokağa düşecek.

Sonra o çocuklar büyüyecek. Sonra denize girecekler, beyaz donlarıyla. Sonra bulabildiklerine sevindikleri etleri mangalda bir güzel pişirip yiyecekler. Sonra
yüzsüz yüzsüz gecekondu dikecekler o süper lüks sitelerinizin yamaçlarına. Sonra siz oradan da kaçacaksınız. Ama gittiğiniz yere de gelecekler.

Sonra nereye kaçacaksınız? Ne zamana kadar kaçabileceksiniz?


Açık Radyo web sitesi- 14.09.2005