24 Nisan 2008 Perşembe

Uyduruk Bir Tarihçe

Aşağıdaki öykü "Sarıyer-Taksim Minibüs Hattı (ya da) Uyduruk Bir Tarihçe" başlıklı öykü dizisinin ilk öyküsü.

Eşyaların, kokuların, yağmurlukların, ölü palamutun bile konuştuğu bir dünyayı yazmak çok hoşuma gitmişti. Hoşuma giden diğer şey de, hikayenin atlaya zıplaya, herşeyi birbirine dokundurarak yürüyüvermesi oldu.

Bu hikayelerden bir kısmı Wesvese adlı pek sevdiğim bir dergide yayınlandı. Ne yazık ki yayın tarihini kaydetmemişim.

1982
Aygül’le Ahmet’in Hikayesi


21 Ekim 1982 günü saat 19:35’de Sarıyer-Taksim minibüsüne balıkçı Ahmet bindi. Sabah Boğaz’dan tuttuğu palamutların kokusu sarı yağmurluğuna sinmişti.

Yağmurlukla aynı torbaya tıkılan balık kokusu bir-iki laf açayım dedi önce ama baktı ki yağmurluğun suratı beş karış, sustu o da. Belli ki yıllardır üzerine sinen bin bir çeşit kokunun uçuculuğuna yüz vermiyordu komşusu.

Kokunun canı sıkıldı. Ahmet’in sigara paketini ararken torbayı karıştırmasını fırsat bilip kaçtı, şoför koltuğunun arkasına sığındı.

Maslak’ta minibüse binen oto tamircisi Veysel kokuyu aldı, koltuğunun altına sıkıştırdığı ekmeğin yanında eve götürdü. Karısı, çocukları, sofra başında çorba içerlerken küçük oğlan Umut, burnunu kırıştırdı.

“Balık koktu birden, değil mi anne?”

Anne sesini çıkarmadan yemeğini yedi. Düşündü.

“Yarın pazara bir bakayım. Ucuzlamıştır belki palamutlar”

Kokusu Umut’un burnunu kırıştıran palamut, Bebek’te Işık’ın evinde pişti. Işık yalnız yaşayan bir iç mimar. Yemeğe çağırdığı sevgilisi Burak gelmeyince palamut da çöpe gitti.

Işık bir büyük rakıyı tek başına içip Burak’a telefon etti. Büyük kavga koptu telefonda. Burak “Bitti bu iş, peşimi bırak” dedi. Telefon yüzüne şrakk diye kapanınca da gelmiş geçmiş bütün sevgililerine küfretti. Karısı sesini duyup yanına geldi. Burak “Yok bir şey canım” dedi karısına. “İşyerinden bir arkadaş. İşleri berbat etmişler de yine”

Karısı “Ha, öyle mi?” dedi sadece. Televizyonun karşısına geçip Dallas’ı seyretti.
Bebek’te Işık bundan böyle Burak’ın yüzünü bile görmeyeceğine dair ettiği yeminlere bir tane daha ekleyip, ağlaya ağlaya uyuyakaldı.

Çöp tenekesindeki palamut başına gelenleri düşündü. Hangi bir derdine yanacağını bilemiyordu. Onu tutan ağa mı söylenseydi, satan balıkçıya mı? Ya mis gibi kızarttıktan sonra, yemeyip çöpe atan şu şımarık kıza ne demeli? Şimdi işin yoksa pis sokak kedileriyle uğraş dur. O bu hallere düşecek balık mıydı? “Zaten” dedi kendi kendine “Bu işten hayır gelmeyeceği kokumun da beni terk edip gitmesinden belliydi.”

İçini çekti, “Neyse, yapacak bir şey yok artık. Umarım şöyle ağzının tadını bilen bir kediye rastlarım. Fakat düşünmeden duramıyorum, acaba bu hale düşmemde en suçlu olan hangisi?”

Palamut o balık aklıyla bile düşüne düşüne asıl suçluyu bulduğunda, balıkçı Ahmet Taksim’de bir birahanede kafa çekiyordu. Birasının içinden kendisine kızgın kızgın bakan palamutu görünce “Bu gecelik yeter” dedi. “Fazla içtim anlaşılan.”

Sallana sallana kalktı, birkaç masa devirdi. “Kusura bakmayın” dedi ağzı dolanarak. Yüzüne karşı “Estağfurullah” çekti masadakiler. Ama arkasından başka şey söylediler.
“Bu Ahmet’in sonunu iyi görmüyorum” dedi pos bıyıklı olan. “Gencecik karısı var ama bu saatlere kadar meyhanelerde dolanıyor”
“Aaah! Ah!” çekti içlerinden en genci. “Benim öyle karım olacaktı ki…”
“Hadi lan sümüklü Ferhat!” dedi hafif topluca olanı, Veysel. “Sen önce aç karnını doyur. Aygül’ün süsüne püsüne paran yeter mi senin?”
“Neb’çim konuşuyosun lan sen?” dedi Ferhat. Küfrederek ayağa fırladı.

Masadaki bira bardakları uçmaya hazırlandı.
“Benim ikinci düşüşüm olacak” dedi kenarı çatlak olan. “Senin kaçıncı?”
“Ağzından yel alsın abi” dedi öbürü. “Ben daha yeni çıktım fabrikadan”

Neyse ki masadakiler Ferhat’ı yerine oturtup, bira bardaklarını da sağlama aldı. Fabrikadan yeni çıkan bardak o gecelik yere düşmedi, iki gün sonra dikkatsiz bir garsonun tepsiye çarpacak dirseğini bekledi. Tuz buz oldu bir anda. Kenarı çatlak bira bardağının içi cız etti o zaman. “Yazık. Daha yeni çıkmıştı fabrikadan”

Ferhat’a bira söyledi arkadaşları. Küsleri öpüştürdüler, zorla bira bardaklarını kaldırtıp tokuşturttular.

Deri yelekli, tilki bakışlı Nihat sigarasından derin bir nefes çekip “Siz Aygül’le uğraşıp duracağınıza” dedi, “Ahmet’e acıyın. O da sizin bir arkadaşınız.”

“Ne acıyacağım o kıçı bokluya?” dedi Ferhat. “Ben asıl Aygül’e acırım. Parasına tamah edip de evlendi o herifle.”
“Ne o aslanım?” dedi diğerleri. “Aygül’e sen de mi yanıktın yoksa? Ne o Aygül Aygül sabahtan beri?”

“Hadi lan” dedi Ferhat. “Aklınız uçkurunuzda sizin. Oğlum, Aygül de mahallemizin bir kızı değil mi? Herkes bilirdi Ömer’e sevdalı olduğunu. Babası zorla vermedi mi bu Ahmet itine kızı?”
“Zorla morla. O da evlendi ya. Ona göre davransın” dedi Nihat.
“Vay Nihat!” dedi Veysel. “Senin dilinin altında bir şey var. Nasıl davranıyormuş ki Aygül? Bir yamuğunu mu gördün yoksa?”
“Anlatırım ama ağzım kuru” dedi Nihat.

Bira ısmarlanınca da anlattı. Demesine göre Aygül’le Ömer gizli gizli buluşuyormuş. Komşular kaç kere Ömer’i evden çıkarken görmüşler. Buna da bakkal söylemiş. Ahmet’in gece yarılarına kadar dertli dertli içmesi bundan. Meğer biliyormuş da olanları, korkusundan sesini çıkaramıyormuş. Bir de elaleme rezil olması var elbet.

“Daha ne rezil olacak be” dedi pos bıyıklı olan. “Bakkala kadar düşmüş dedikodusu baksana. Yarın öbür gün teneke çalarlar kapısında.”
“Ben bilmem” dedi Nihat. “Ahmet kimse duymaz sanıyor herhalde”

Böyle söyleyip ağzına bir fıstık attı. “Allah senin gibi dedikoducunun cezasını versin” dedi fıstık boğazından geçerken. Sonra Allah’ın vereceği cezayı beklemeden, kendisini bir sıktı, midesine taş gibi oturdu Nihat’ın. Nihat o gece mide ağrısından uyuyamadı.

“Oh olsun” dedi Ferhat. “Hiç de acımam. Kendi düşen ağlamaz. Onu gencecik kızı alırken düşünecekti.”

Veysel bu söze mim koydu. Zaten az önce kendisine küfrettiği için Ferhat’a hınçlıydı. Daha fazla oturmadı.

“Bana müsaade” dedi. “Evde yengeniz bekler.”
“Aman” dedi Nihat “Sakın söylediklerim Ahmet’in kulağına gitmesin. Elini kana bular, yazıktır.”
“Karı mıyız lan biz ağzımızda bakla ıslanmayacak?” dedi Veysel, kalktı. Ama gitti Sarıyer-Taksim dolmuş durağında Ahmet’i beklemeye başladı.

Ahmet birahaneden çıkınca saatine baktı. “Hala yatmamıştır bu kız” dedi. “Biraz daha vakit geçirsem şuralarda”

Aygül aklına gelince derin bir of çekti. Yüzüne bakamıyordu karısının. Gerdek gecesinde o iş olmamıştı. Sonra da olmamıştı ya. Soranlara hık mık ediyordu ama içi de içini yiyordu. Bunca yılın Ahmet’i küçücük kızın karşısında dut yemiş bülbüle dönüyordu. Oysa gittiği kerhanelerde kadınlar yolunu gözlerdi onun. “Amanın kocamız gelmiş” derlerdi. “Bugün hangimizi sevindireceksin?” derlerdi. Hatta içlerinden biri, şu Sarı Suzan işi aşık olmaya kadar vardırmıştı da “Kurtar beni bu hayattan, kölen olurum köpeğin olurum” diye diye peşinde dolanmıştı uzunca bir süre. Elinden zor kurtarmıştı canını Ahmet. Gelgelelim güzeller güzeli karısının karşısında erkekliği sökmüyordu işte. “Batsın böyle kader” dedi, o hınçla bir tekme salladı yanından geçen köpeğe.

Canı yanan köpek bir “Hav hav” etti, her yandan “Hav hav”lar gelmeye başladı. Bir anda çevresi beş-on itle doluverdi Ahmet’in. Daha “Vay ne oluyoruz?” diyemeden her biri bir yandan saldırdı, paçasını gömleğini kaptılar, canını zor kurtardı ellerinden. Söve saya kaçarken elindeki naylon torbayı da düşürdü. Köpekler hırlaya hırlaya torbayı çekiştirdi.

Palamutun canım kokusuna yüz vermeyen sarı yağmurluk itin köpeğin eline düştü böylece. Bir dişi köpek aldı onu, diğerlerinden kaçırıp çöplükte bekleşen yavrularına götürdü. Yavrular orasını burasını dişlediler. Sonra da içine girip bir güzel uyudular.

Palamut kokusunun yağmurluğun başına gelenlerden haberi yoktu. O Umut’un rüyasına tavada nar gibi kızarmış balıkları düşürerek görevini yapmış, Sanayi Mahallesi’ndeki gecekondudan Bebek sırtlarına doğru yola koyulmuştu. Işık’ın evinin yanından geçerken eski sahibini gördü. Yanına gideyim de bir selam vereyim dedi ilkin. Baktı ki, palamut yeni kokular edinmiş kendine, çöp tenekesinde kırmızı soğanlarla pörsümüş domateslere dert yanıyor. “Aman şimdi bunun nazını da hiç çekemem” diye ses etmedi. Uçtu, Rumeli Hisarı’nın kuytularında balık kızartıp, şarap içen berduşların yanına kondu. Diğer balık kokularına karışıp oynak bir türküyle havaya yayıldı.

Palamut kokusunun göbek attığı sıralarda Veysel, paltosuna sarınmış inatla Ahmet’i bekliyordu. İyice üşümüştü. Dayanamayıp da gidecekken tam, bir baktı Ahmet söve saya geliyor.

“Bu ne hal Ahmet Abi?”
“Sorma be kardeş. Yanılıp da köpeğin birine tekme atacak oldum, sürüsü geldi peşime. Hav hav da hav hav. Az kaldı parçalayacaktı itoğlu itler.”
“Aman abi geçmiş olsun. Buranın itleri bizim mahalleninkilerden beter, desene.”
“Bizim mahallede böyle it sürüsü gezmez ki. Nereden çıkardın şimdi?”
“Öyle deme abi. Bizim mahallede itin sürüsüne bereket. Hele de iki ayaklıları.”
“Hayırdır Veysel, ne geveliyorsun ağzında? De bakalım diyeceğini.”
“Derim demesine de abi, şu minibüse binelim hele. Dondum seni beklerken.”

Her şeyin başladığı minibüs, o kış başlangıcı Ekim gecesinde gençliğinin en fiyakalı zamanındaydı. Kaportası yalım yalım yanıyor, cantları parıl parıl parlıyordu. Dursun karısının bileziklerini bozmuş, köyden de iki tarla satıp, öyle çekmişti onu altına. Kurban kesmişlerdi şerefine. Dursun minibüsü çocuklarıyla bir tutup onun kaportasına da kurban kanı sürmüştü. Karısı nazar boncuğu takmıştı aynasına. Kazasız belasız yollara düşsün diye dualar etmiş, okuyup üflemişti.
O da alnını kara çıkarmadı Dursun’un. Yokuşlarda bana mısın demedi. Dursun gaza bir bastıysa o iki uçtu. “Hehey be!” dedi Dursun “Aslanım benim! Helal sana bu yollar.” Arkasına “Tek rakibim THY” yazdırdı. Muavinine her gün yıkattı. Akşamları sevip okşayıp öyle girdi evine.

Minibüs efendiydi, hiç şımarmadı. Bir Sarıyer, bir Taksim. Yağ gibi kaydı gitti yollarda.
Ahmet’le Veysel arkadaki dörtlü koltuğun en dibine yerleştiklerinde, işte böyle şanla şerefle geçmiş birinci yılını yeni dolduruyordu minibüs. Gide gele bu hattaki insanları tanımıştı.
Öykülerini biliyordu. Onun için birkaç saat önce Taksim’e bıraktığı Ahmet’i yanında bu kez Veysel’le görünce şaşırdı. Ahmet Veysel gibilerine yüz verecek adam değildi ki.

Minibüs Veysel’i sevmezdi. Adam ne zaman binse bir yolunu bulur, yanındakine ödetirdi ücretini. Oysa Ahmet öyle mi? Şoför “Abi senden de mi para alacağız yav?” dedikçe olmazlanır, ille de parasını öder, inerken de “Hayırlı işler”ini eksik etmezdi.

Cömert adamdı Ahmet, kalender adamdı. Kırk yaşlarına gelmişti ama gencecik kızlara yer verir, arada garibanların parasını da öderdi. Bazı bazı vitesin dibine bir torba bırakırdı Dursun’a göstermeden. Torbadan taze taze balıklar çıkardı. “Yine yapmış yapacağını” derdi Dursun muavine. “Al bunları yengene götür, temizlesin. Bir de ufak kap bakkaldan ha!”

Ahmet beş altı ay önce Aygül’le evlenmişti. Bunun için daha da çok sevmişti onu minibüs. Bunca yolcu içinde Aygül bir taneydi çünkü. O ne güzellik, o ne kibarlık... Koltuğa oturduğunda ağırlığını hissetmezdi bile, kuş gibiydi kız.

Her bindiğinde hal hatır sorardı Dursun’a. Karısına selam söylerdi. Ağırdı, öyle Kavak’a denize girmeye gelen Pazar günü kızları gibi fingirdemez, camlardan arsız arsız bakıp ona buna işmar etmezdi. Başını önüne eğer, oturur dururdu gideceği yere kadar. Namusuna da düşkündü ha! Yanaşmaya kalkışanları bir haşlardı ki, o kadar olur. Adamcağız neye uğradığını şaşırır, rezil olur atardı da kendini arabadan, bir daha kimse onu bu yollarda göremezdi.

Ne kadar yüz vermese de kimselere, sevdalısı çoktu kızın. Bunlardan bir delikanlıyı çok iyi anımsıyordu minibüs. Ömer’di adı. Aygül’ü tavlayabilmek için yapmadığı kalmamıştı. Elinde güllerle durakta mı beklememişti, yanına oturup dil mi dökmemişti, yalvar yakar olup mahallenin kadınlarını araya mı sokmamıştı… Nafile, Aygül’ün gönlüne girememişti. Aradan birkaç ay geçtikten sonra, Aygül’ün Ahmet’e bakışlarını fark ettiğinde nedenini anladı minibüs. Aygül Ahmet’e sevdalıydı.

“Abi, nasıl söylesem bilmem ki, Aygül…” dedi Veysel. Minibüs kulak kesildi. Karbüratörüne emir verdi sesini çıkarmaması için, koltuklarının kendi aralarında oradan buradan laflamasına kızdı: “Susun! Susun!”

“Susmasana Veysel! Ne diyorsun? Ne olmuş Aygül’e? Delikanlı adama karısının adı söylenip de susulur mu lan?” dedi Ahmet. Beti benzi atmış, az önce yitirdiği yağmurluktan beter bir renk almıştı yüzü. Veysel’in yakasına yapıştı.

Veysel, yediği haltı fark etmiş, çoktan pişman olmuştu ama artık iş işten geçmişti. Anlattı. Böyleyken böyle. “En çok da Ferhat köpeğine bozuldum abi” dedi. “Oh olsun çekti durdu bütün gece”

Ahmet’in kolu kanadı kırıldı sanki. Koltukta kuş kadar kalıverdi koskoca adam. Minibüs ağırlığını hissetmez oldu, tıpkı Aygül gibi.

Aygül mü buluşuyormuş Ömer’le gizli gizli? Hani o Ömer’in ağlamasına, yalvarmasına acımayan, ona hiç ama hiç yüz vermeyen Aygül? Minibüs inanmadı bir an bile duyduklarına. “Yalancı” diye bağırdı Veysel’e. “Ahmet abi inanma buna. Valla da yalan billa da yalan. Benim Aygül’üm öyle şey yapmaz!” Ama Dursun direksiyona geçip de “bismillah” deyip gaza bastığından sesini duyuramadı.

Yol boyunca hiç konuşmadı Ahmet. Veysel de dut yemiş bülbüle döndü. Minibüs yol boyunca seslendi ikisine de. Birine “Çenen tıkansın inşallah” dedi, öbürüne “Abi yalan söylüyor, inanma bu herife”

Duymadılar onu. Sarıyer meydanında indiler. Son bir gayretle korna çaldı ama dönüp bakmadılar bile. Dursun takılan kornasını düzeltmek için kaputunu açınca ne yana gittiklerini göremedi minibüs.

Veysel yaptığından pişman, bir-iki “Abi yanlış anlama, Aygül abla yapmaz öyle de, konu komşunun çenesini kapat diye söyledim” falan dediyse de, Ahmet Veysel’in omzunu tıpışlamakla yetindi. “Sağol koçum, hadi sen git artık evine” dedi, başka bir şey demedi.

Veysel kuyruğunu kıstırıp evine gitti. İçeri girer girmez karısının süpürgesi de kafasına indi. Guatrlı, zayıf, iyice sinirli olan kadın, açtı ağzını yumdu gözünü. Ne itliğini bıraktı, ne şerefsizliğini. Her gece çocuklarının rızkını meyhanelerde yediği için beddualar etti. Yarın çocuklarını alıp babasının evine gideceğine ant içti. Veysel karısının huyunu bildiğinden sesini çıkarmadı. Soyunup yatağa devrildi. İki dakika sonra da horul horul uyudu.

Ahmet uzunca bir süre kapısının önünde oyalandı. Doluya koysa almıyor, boşa koysa olmuyordu. Kendi halinde bir müzmin bekar olarak uzunca bir süre yaşamış, hayatına evliliği sokmamak için çok inat etmişti. Yaşlı annesi de öldüğünden beri, neredeyse çocukken yitirdiği babasından kalma küçük balıkçı teknesi, akşamdan akşama beraber içtiği arkadaşları yetiyor, böyle yaşamayı seviyordu. Ama mahalleli bu efendi, iyi insanın neden evlenmediğini pek merak ediyor, evli bir kadını dost tuttuğundan, şorolo olduğuna kadar bir sürü dedikodu dolanıyordu ortada.

Mahallenin yaşlıları ona kız beğendirmek için çok uğraşmış, başaramamışlardı. En son Aygül’ün ona yanık olduğunu haber verdiklerinde daha fazla inat edememişti işte. Kendisinden epeyce küçük, çok güzel, çok namuslu bu kızı da beğenmeseydi, dedikoducuların diline sakız olacaktı iyice. Şöyle bir ağzını yokladı kızın, kendisinde gerçekten gönlü olduğunu anlayınca uzatmadı daha fazla, evlendi.

“Karın var mı derdin var dedim ama dinletemedim ki kimselere. Al işte, hadi çek bakalım cezanı Ahmet efendi” dedi kendine, namusunu temizlemek niyetiyle “bismillah” çekip daldı kapıdan içeri.

Aygül kocasını beklerken uyukladığı koltuktan korkuyla fırladı. Ahmet’i ayakta sallanırken görünce hemen ayağa fırladı, koluna girdi.

“Canım, sana bir kahve pişireyim hemen” dedi. Kocasının itirazlarına aldırmadan koltuğa oturttu zorla, ceketini, çoraplarını çıkarttı, gömleğinin düğmelerini açtı. Koşa koşa mutfağa gidip hazırda beklettiği cezvenin altını yaktı.

Ahmet oturduğu koltukta Aygül’ü nasıl keseceğini düşünmeye çalışıyor ama bir türlü başaramıyordu bunu. Kendisine hiç zararı dokunmamış, tersine Ahmet kocalık görevini yerine getiremediği halde bunu dert etmemiş, el alemin karıları gibi içkisine, gezmesine karışmamış, melek gibi karısının neresine aklında kocaman olarak tasarladığı bıçağı saplayacağını kestiremiyordu.

İlk anda kanı beynine çıkmış, eve gidip bir an önce öldürmeye niyetlenmiş olsa da, Aygül’ü görünce fikrini değiştirmişti. Karısının yüzündeki sevgi öyle büyüktü ki, Ömer’le bir ilişkisi olduğuna inanamazdı. Hem Veysel’in sözüne bakılmayacağını herkes bilirdi, dedikoducunun önde gideniydi adam. Ama diğer yandan böyle bir hikayenin onun kafasından çıkmayacağını da biliyordu. Demek ki mahalledekiler evde ters giden bir şeyler olduğunu fark etmişlerdi. Demek ki evlilik de Ahmet’i ellerinden kurtaramamıştı. Ama bunun için Aygül’e dil uzatmak nereden akıllarına gelmişti?

Hiçbir şeyden haberi olmayan Aygül mis gibi kokan sade kahveyi uzatırken gülümsedi kocasına. Yüzünde güller açtı, gözlerinden ışık ışık bir sevgi fışkırdı. Ahmet’in içi cız etti.

“Boşver kahveyi be Aygül” dedi. “Çok uykum var, hemen yatacağım. Çok horlarım şimdi, sen odaya git. Ben salona kıvrılıveririm”

Aygül bir-iki itiraz etti ama kadınlık gururunu ayaklar altına alıp “İlle de yat benimle” diyemediğinden üçlü koltuğa yastık yorgan getirdi. İyi geceler dileyip gitti.

Ahmet perdeleri açtı, yıldızlara baktı. Sigarasından son bir nefes çekip sokağa fırlattı. “Allah hepinizin belasını versin” dedi mahalleliye. Tavana astığı bir ipe boynunu geçirdi. Sokağa değil yıldızlara bakarak, gözlerinde onların ışıkları yanıp sönerken can verdi.

Minibüs aynı yıldızlara dert yanıyordu. Aklında Aygül’le Ahmet vardı. Evlerini de bilmiyordu ki. Bilse marşa basan birini falan beklemez, gider sabaha kadar klakson çalardı kapılarında. Ne yapacağını bilemeden, öylece bırakıldığı yerde mahallenin seslerini dinledi.

Minibüs yıldızlara bakıp of çekerken, Ahmet yıldızlara bakıp can çekişirken, uyku şehirde geziyordu.

Bira bardakları gün boyunca taşıdıkları alkolden iyice sarhoş olmuş, sızmışlardı. Sarhoşların her biri evine gitmiş, uyumuştu. Sarı yağmurluk da uyumuştu köpek yavrularıyla.

Işık rüyasında bir çocuk gördü. Bal sarısı katılmış yeşil, parlak gözleri, boğazında bir peçete, ağzında iştahla, gözleri kocaman açılmış, Işık’ı dinliyordu.

Palamut çıtır çıtır kızartılıp aynı çocuğun sofrasına konduğunu gördü giderek ölüme iyice benzeyen uykusunda. “Ah” dedi “Kediler! Ahmet ah! Alacağın olsun senin!”

Umut, rüyasında genç bir kadınla, güzel bir sofrada balık yiyordu. Kadın ona şunları söyledi:
“Sen bir gün Umut, büyüyeceksin. Daha ne palamutlar yiyeceksin. Ama büyüyüp de güzel bir adam olduğun zaman unutma sana söyledikleri mi e mi? Kokusu burnunda kalan şu palamutun hatırına, iyi bir insan ol. Sevgilini bekletme telefonlarda, ona iyi davran. Anımsa Işık ablanın söylediklerini”

Sabah ilk ışıklarını İstanbul’un üzerine yayarken önce Işık uyandı. Zaten gece kalkıp kalkıp oturmuş, uyku tutmamıştı. Kapıcının getirip kapıya bıraktığı ekmekle gazeteyi aldı. Kahvaltı edecek hali yoktu, bir kahve yaptı kendine, sigarasını tellendirip gazeteye baktı. Hazırlanıp evden çıkarken okuduğu gazeteyi kapının önüne, bir gece önceden biriken çöpleri de üzerine koydu.

Palamut ölüm uykusundan birkaç dakika önce Ahmet’in vesikalık fotoğrafıyla gözgöze geldi böylece. “Sen ha!” dedi. “Ölürken de mi senin yüzünü göreceğim ben? Ne şanssız kulunmuşum hey Rabbim!”

Okumayı bilmiyordu. Bilseydi bir-iki sütunluk haberde Ahmet’in intihar ettiğini okur, belki de sevinerek giderdi ölüme. Ama böyle olmadı. Gittiği yerde de Ahmet’le karşılaşınca büsbütün zıvanadan çıktı. Oradakiler, hayat denilen hikayenin yazılıp bittiğini, şimdi başka bir alemde olduğunu uzunca bir süre anlatamadılar şaşkın palamuta.

Hikayeyi yaşamaya devam edenler ise, Ahmet’in arkasından epeyce gürültü kopardı. Gece tuvalete kalktığında kocasının ipte sallanan cesedini bulan Aygül birkaç ay kendine gelemedi. Kendine geldiğinde de mahallelinin ona vurduğu katil damgasından kurtulamadı. Uzun zamandır kendisini isteyen Ömer’e, ailesinin de baskısıyla evet demek zorunda kaldı. Evlenip başka bir yere taşındılar. İki çocukları oldu, büyüğüne Ömer’in suratını asmasına bakmadan Ahmet adını verdi. Ölene dek aşkını unutmadı. Minibüs Ahmet’in kendini astığını Dursun’la muavinin konuşmasından duydu. Öyle bir “Of!” çekti ki motoru birbirine girdi. İlk kez o gün tekledi.

2004- Wesvese

8 yorum:

dory dedi ki...

Ne kadar güzel bir hikaye bu, bir solukta okudum.

Arzu Çur dedi ki...

Dory,sevdiğine çok sevindim. Geldiğine de öyle.

Yine gel:)

şule dedi ki...

gerçekten çok güzel...palamutun, bardakların falan konuşması çok eğlenceli gelmiş, lay lay lom okurken sonu fena çarptı yalnız...

Arzu Çur dedi ki...

Şule, canım

Sonu öyle bitince ben de şaşırdım, üzüldüm. Ama Ahmet seçti o sonu, öykü oraya gitti. Yapılacak bişey yoktu, yazık:(

ece dedi ki...

Bir solukta okudum, sonuna gelince gözlerim doldu be Arzucum, yapaydın bir güzellik şu insancıklara bari hikayelerde mutlu olsalardı.

Arzu Çur dedi ki...

Ececim, ne yapayım? Ahmet de o kadar "erk"ek olmasaydı ya. Ne takıyor ki kafasına böyle şeyleri? Takmasın, mutlu olsunlar, evet.

serpil dedi ki...

Okuduğum en güzel öykülerden biri.Teşekkürler : )

Arzu Çur dedi ki...

Ben teşekkür ederim Serpil, teveccüh göstermişsiniz.

Hoşgeldiniz:)