6 Ekim 2009 Salı

Taze şiir

Sonaltından bu baharda yapılacak işlere dair:

Kalbimi çıkardım ve bir zümrüt koydum yerine
Aklımın olduğu yerlerden bulut geçiyor
Mavi türkü, yalnız türkü

Kardeşim benim, az sevgilim
Zeytin yaprağı, rüya bıçağı, kurşun ve kalem
Sana bir kılıç sunuyorum aramıza koyman için

Siyah ve beyaz. Biraz kırmızıyla örselenmiş
Bayrağı gamsız bir gemi olsam gerek
Ki, sana bir şarkı sunuyorum. Ört üstümüzü

Sonaltından bir bahar, dalları iğdeyle kanayan
Krizantem, manolya, nane, sardunya, bağ talanı
Sana kokular sunuyorum bu bahar
Beraber biriktirdiğimiz kokuyu ben aldım gidiyorum çünkü

Notudur: Neredeyse üç yıldır yazdığım ilk şiir. Tutuk biraz ama olsun, biliyorum açılacak yeniden şiir gözüm.

28 Ağustos 2009 Cuma

Sonsuzluk Yalnız Aşkta

Biri demiştir ki:
“Dağa çıkan herkes ermiş olur,
doğasında var dağın erdirmek
ama yine insanlaşırsın dağdan inersen,
düzde işler nasıl dersen bir çobana”

Gerçek bilgisi aşktır yaşamın
Dağımsın benim ve çobanım
insana ereceğim yanında

Bir başkası
gözünü gönlüne çevirmiş,
fısıldamıştır usulca:
“Leyla’dan geçen yol
Mevla’ya götürüyorsa seni
adı aşk olur bunun gerisi heva ve civa”

Gizli incisi kalptir yaşamın
Mevlasın bana ve Leyla
sonsuzluğa eriyeceğim koynunda

“Genlerimiz” der,
derimizden derine inenler
“Genlerimizin seçimleridir bağlayan bizi hayata
ve yumurtaların seçimidir tavuklar,
tavuk yani yumurtadan çıkar”

Tek gerçek hayali, var olmak yaşamın
Kovuğum ben, sen folluğumda altın yumurta
sarıl bana, sarılarımız da sarılsın dünyaya.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Osagai Sözlüğü'nden

Yazarın notu: Aşağıdaki sözlük maddeleri, Yıldız Gözcüsü Osagai Nagoteri Samsa'nın Tehirreya'nın çocuk hükümdarı Pikke Ban'Na'nın yurt özlemini gidermek amacıyla hadigidelimle yaptığı uçuşlar sırasında kaydedilmiştir.

Tlimp-trenna: Kazimagiller familyasından bir çeşit çekirdek ağacı ve onun meyvelerine verilen isim. Havada yetişmesi ve beğenmediği yerden sürüler halinde göç etmesi başlıca özelliğidir. Meyvelerinin hazımsızlığa iyi geldiği bilinir. Ayrıca çekirdeklerini yiyen insanlara zamanı durdurma yeteneği verir. Hazımsızlık ve zamanın ilişkisini bu ağaç sayesinde kuran Kadimnu ünlü görmezlik ilkesini ortaya atmıştır. Bu ağaca ilişkin Ntade’nin göçebe halkları arasında anlatılan bir de öykü vardır. Buna göre, Çoban Mo ile sevgilisi Haira iki yıl boyunca bu ağacın çekirdeklerinden yemiş, ilk görüşte aşkın anısını belleklerine kazımak için. Meyveleri yakalamak pek kolay olmasa da Trissika’lı[1] çocuklar, çekirdekler kanatlanana dek ağacın altında zıplar. Uçan çekirdeklerinin dışı pembe, içi siyah olup, kanatlar saydamdır. Adez şehrinin bu çekirdek ve genç kız saçlarından yapılmış ışıltılı dokumaları pek meşhurdur.

Kazimagiller: Kökeni ulu dağlara ait olan ve oradan bütün Trissika’ya yayılan göçebe bitki ailesi. Üç üyesi vardır: Kazima, tlimp-trenna ve hayra.[2]

Kadimnu: Trissika’lı fizikçi ve kâşif. Elli yıl boyunca tlimp-trenna üzerinde yaptığı incelemeler sonucunda “Görmezlik İlkesi”ni ortaya atmıştır.

Görmezlik ilkesi: Ünlü olmasının nedeni en uzun zamanla en büyük hazımsızlığın ilişkisini kurarak en az işe yarar kuram oluşudur. Bu işe yaramazlık ilkesi Glendator’ların temel düsturu olmuş ve bunun şiar edilerek uygulandığı bir devrimle Glendator İşeyaramaz Devleti kurulmuştur.

Ntade: Trissika’da Kuzeybatı sıradağları ile Deniyalan çölü arasındadır. Göçebe halkları barındıran bu bölge hala tam olarak keşfedilmemiştir.
Ntade’de pek çok topluluk yaşar. Birbirleriyle karşılaştıklarında hepsi birden Ntade’yi terk etme eğilimi gösterirler. Bunun sebebi öykü anlatarak yaşam yaratma yeteneğine sahip oluşlarıdır. Yeteneklerinin diğer halklar tarafından bilinmesi ve sık sık bu yönde talepler gelmesi nedeniyle yaşadıkları yeri ellerinden geldiğince gizli tutarlar. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Aksi takdirde yeteneklerinden ötürü hem şanslı hem de şanssız olan bu insanlar, başka hiçbir işle uğraşamayıp kendilerine gelen ve hayatlarını değiştirmek isteyen ziyaretçilerden başka hiçbir şeyle uğraşamaz olurlardı. Çocuk isteyen kadınlar, zengin olmak isteyen köylüler, köylü olmak isteyen bey oğulları, kendilerini de alacak kadar büyük ve yeni bir gezegen isteyen yaratılmamış ruhlar Ntade’li halkların peşine düşer. Ntadeli’ler ise ancak Tlimp-trenna hasadının kötü gittiği yıllarda bu yeteneklerinden yararlanmak için şehirlere gidip iş arar.

Adez: Trissika’nın en önemli şehirlerinden olan Adez, üç tarafı denizler, beş tarafı hayaller, sekiz yönü duvarlarla çevrili bir yarımada üzerinde kuruludur. Trissika tarihinin en şaşırtıcı uygarlığına başkentlik etmiş olup üzerinden Kimler gelmiş, Kimler geçmiştir. Kim uygarlığının yükseliş döneminde yarımadada, bugün hala sürdürdüğü üne kavuşmasında büyük rol oynayan domita üretilmeye başlanmıştır. Bu ışıltılı kumaş Adez’in en önemli geçim kaynağıdır. Adez domitasının dışındaki başlıca geçim kaynakları, tarım, balıkçılık, dar ölçekli madenciliktir.
Adez domitası: Trissika’nın Adez şehrinde üretilen kumaş. Adez ekonomisi büyük ölçüde bu kumaş üzerine kuruludur. Tlimp-trenna çekirdekleri kanatlandıkları sırada toplanarak genç kızların saçı ile birlikte dokunur. Dokuma işleminden sonra ışıksız bir ortamda bir-iki ay bekletilen domita ışığa çıkarıldığında ona ününü kazandıran ışıltısına kavuşur. Günün farklı zamanlarında yedi rengi ayrı ayrı yansıtması bu kumaşın her yerde aranır olmasını sağlamıştır. Adez’i kumaş yapımında olmazsa olmaz bir unsur olan saçları nedeniyle genç kızlar yönetir.

Kimler: Trissika’dan gelmiş ve geçmişlerdir. Bu durum herhangi bir uygarlığa gelip yerleşen ve daha sonra oradan gitmeyerek başa bela olan kavimlere örnek olması amacıyla söylenen “Kimler geldi kimler geçti” deyimine kaynak oluşturur. Buna karşılık göçmen kavimler de yeni yerlere gidebilmek için isimlerini değiştirerek isimlerinden deyim türetme yoluna gitmişlerdir. Bunlardan en ilginci “İşteyine”lerdir. Göçmen İşteyine’ler gittikleri her yeni ülkeye girerken “İşteyine geldik” der.

Buyyüm balığı: Havada uçar, yeşildir, yenir. Haşlanarak preslendiği takdirde sargı bezi olarak ameliyatlarda işe yarayabilir. Ancak bu şekilde kullanmaktan vazgeçip eğitmeyi denerseniz, güzel konuşma yeteneğine sahip bu balıkları hastaeğlendirici olarak da kullanabilirsiniz. Son dönemlerde evlerde beslenmesi moda olan buyyüm balığı için özel yapılmış akva-kafesler eğitim sürecinde büyük kolaylık sağlamaktadır. Bir akva-kafeste bulunması gerekenler çok basit iki gereçten ibarettir.
a) Merdiven: Balığın neyi yapmaması gerektiğini anlamasına yardımcı olacak işlevsizliğe sahiptir. b) Kum: Buyyüm balığı tuvaletini havada yaptığı için kuma denk getirmesini öğrenmesinin bir yararı elbette yoktur. Kum sadece sizin kendinizi sorumluluk sahibi bir eğitici olarak görmeniz için gereklidir.

Glendator İşeyaramaz Devleti: Geçmişte uzun bir diktatörlük ve derebeylik rejimi ile yönetilmiş olan Labemnsat[3] en çok çalışanın en çok işe yarar bulunduğu ve toplumsal zenginlikten çalışma ölçüsünde pay alındığı bir toplumdu. Bir gün bir akıllı çıkıp çalışmanın insan ömrünü tüketmekten ibaret bir kandırmaca olduğunu söylediğinde halkı ona deli gözüyle baktı. (Siz de bakmak isterseniz bkz. Shoryou)

Shoryou: Glendator komutan. D.Ö (Devletten Önce) 70 yılında, bir asilzadenin oğlu olmasına karşın köle isyanını başlattı. 69’da birliklerine o zamanki başkent Hamenu’yu ele geçirmek için sürünme emri verdi. Kendisi de bulunduğu yere yatarak zafer gününü beklemeye başladı.[4]
Labemnsatlılar tamhisa sürüleriyle yüzyıllardır yakın ilişkide bulunuyorlardı. Ekonomileri de büyük ölçüde bu hayvanlara bağlıydı. Shoryou’nun doğumundan itibaren tüm yaşamında bu yakın ilişkinin izleri görülmektedir. Shoryou 11 aylık olduğu halde doğmaya hiç de niyetlenmemiştir. Annesinin durumdan iyice rahatsız olmaya başlaması üzerine ameliyatla alınan Shoryou, doğum anında tüm gücünü kullanarak anne karnından çıkmamaya çalışmıştı. Bebeği dışarı aldıklarında 11 kilo olduğunu, saçlarının ve dişlerinin çıkmaya başladığını hayretle gördüler. Süt içmek için hiçbir harekette bulunmaması üzerine serumla beslenen bebek hızla büyümeye devam etti. Hayatı boyunca hiç hareket etmediğinden ağırlığı 20 yaşındayken 255 kiloya ulaşmıştı. Babasının bir tamhisa tarafından çiğnenerek öldürülmesi üzerine geleneklere uygun olarak saçları üç şerit halinde kazınıp bey asası eline verildiğinde de kımıldamamaya devam ediyordu. Ancak ona artık yerinden doğrulması ve bölgenin yönetimini üstlenmesi söylendiğinde hayatının en büyük kararını almak zorunda kaldı. Yönetmek, yönetilmek, hareket gerektirecek herhangi bir iş yapmak istemiyordu. İlk kez ayaklarının üstünde doğrularak etrafına toplanmış kölelere şöyle dedi: “İşi bırakın! Kaybedeceğiniz yalnızca ücretiniz, buna bağlı olarak uçan evleriniz, her istediğinizi yapmaya hazır eşleriniz, yılda iki kez çıktığınız tatiller, çocuklarınızın geleceği ve banka hesaplarınız olacaktır. Bunun karşılığında sonsuza dek hareket etmeme hakkına kavuşacaksınız” Bunları söyler söylemez yere yığıldı ve ancak yirmi yıl sonra devlet başkanlığı sarayına gitmesi gerekirken ayağa kalktı. Neyse ki saray yattığı yerin hemen dibinde inşa edilmişti. O sıralarda tahmini ağırlığının 650 kilo civarında olduğu söylenmektedir.

[1] “Trissika” sözcüğünün tam olarak nereyi işaret ettiğini anlayamadım. “Trissika nerede?” diye sorduğumda bana “Trissika’da” dediler. “Burası da Trissika mı, siz Trissika’lı mısınız?” diye sorduğumda ise, tıpkı gezegenin adını sorduğumda olduğu gibi anlamaz bakışlarla karşılaştım. Bu sorunun yanıtını da, Adez’de öğrenebileceğimi umuyorum.
[2] Biz’lerin, kazimagillerin diğer iki üyesi olan kazima ve hayra hakkında anlattıkları en az tlimp-trennalarınki kadar ilginçti. Ancak herkes farklı bir öykü anlattığı için bu bilgileri raporuma şimdilik eklemiyorum. Bu iki bitki türü hakkında bana verilen bilgileri Adez’de pekiştirerek ikinci raporuma ekleyeceğim.
[3] Anlayabildiğim kadarıyla Labemnsat’a ait bilgiler Glendator’lar tarafından tahrifata uğramış. Bizler’in Labemnsat hakkında bilgisi isminden ibaret.
[4] Devrimin başlangıç tarihi konusunda tarihçiler tartışma içindedirler. Skurrat’ın başını çektiği tarih okulu devrimin başlangıcını devletin kurulmasıyla ele alır, Tridan okulu ise bu başlangıcı Shoryou’nun doğumuna kadar uzatmaktadır. Buna dayanak olarak doğumdaki olağanüstülüğü göstermektedirler.

11 Ağustos 2009 Salı

Çokluğun Yasaları

1.
içine azıcık su konmuş bardak
kulağa götürüldüğünde
deniz sesi yansılar

az olan her şeyde çoğalmaya özlem var

2.
türdeşlerini sevmenin bir yolunu bul
bak yosunlara
toplanmıyorlar mı bilmeden

aynı taşın etrafında

3.
az ol öz ol diyene inanma
yokluğu biliyormuş madem
neden geri dönmüş söylemek için sana?

azlığıyla övünenin çoğalmaya açlığını unutma

4.
ateş ateşle beslenir
su çoğalır daha çok suyla
kan grubunu çoğalt sen de

beslenir insan kardeş kanıyla

5.
sağ cenahı savaşlı filmlerin
sol karesi sevişmek olur
ölüme karşı durur hayat

çoğalmanın yasası budur

7 Temmuz 2009 Salı

Merhaba

Ben senin ardına düşmenin yolunu buldum
dedim ki:
“Her otel odasını arkasında evi gibi bırakan kadın
evini de otel gibi kullanır”
İşte ben de seni bulmanın yolunu
-böyle düşünerek- mücevher kakmalı bir zindana
yerleştirip akıl çantama koydum.

Soğuktu. Kış kokuyordu. Bu kokunun ozon olduğunu kimse söylememişti bana.
Ben hala bir mucizenin keyfini çıkarıyordum.
Yapraklı dallar çoktan gitmişti kuş cennetine,
ayılar inlerine çekilmiş ayıp olmasın hesabı çizgi film bir uykuyu zorluyordu.
Ben yola çıktığımda böyleydi anlatmaya çalıştıkların.

Seni bırakmıştım ve sana dönecek kocaman bir elips vardı arkamda.
Beni sana bağlayan etene
ayrılıktı.
Ben tam da bunu buldum.Yola koyuldum.

19 Haziran 2009 Cuma

Sarıyer-Taksim Minibüsü Ya da Uyduruk Bir Tarihçe'den

1987

Bıyıklarını kemiriyordu İsmail sinirden. Ödenmemiş borçlardan illallah demişti, deli oluyordu düşündükçe.
“Ne radyasyonu ağabeycim ya?” dedi Dursun’a. “Yok öyle bir şey. Bu söylentileri çıkarıp da halimize sebep olanın Allah belasını versin. Millet korkusundan balık yiyemiyor.”
Gırtlağını gösterdi.
“Nah buramıza kadar borca battık. Üç yüze sattım palamudun çiftini, alan olmadı. Çalıştırdığım adamın parasını ödeyemedim. Balıklar elimde kokuştu, denize döktüm nimeti.”
Çernobil faciası olarak bilinen olayın üstünden bir yıl geçmişti. Olay önceleri çok ciddiye alınmamış, hatta bir bakan elinde ince belli bardaklarla gazetelere çarşaf çarşaf poz vermiş, “Bakın ben de içiyorum. Radyasyon olsa içer miyim?” demek zorunda kalmıştı.
Aynı gazeteler daha sonra ince belli bardaklardaki tavşan kanı çayların ithal olduğu dedikodularına da yer verecekti. O günden on beş yıl sonra ülke birer birer en güzel çocuklarını kurban verecekti o buluta. “Sevdalık iyi şeydir, ben daha yeni başladım” diyen Kazım ölecekti gökyüzüne baka baka. “Savaşa tüm benliğimle karşı çıkıyorum,” diyen Nazan ölecekti.
O günlerde bunu kimse bilemezdi ama yine de herkes korkuyordu. Kanser olacaklardı. En geç yirmi yıl sonra ülke sakat, hastalıklı insanlarla dolacaktı. İthal mallara saldırıyordu herkes kapış kapış.
“İthal palamut getirtseydin”dedi Dursun İsmail’e.
“Gözü batasıcalar, tat tuz yok ki onlarda da. Ne yapayım, etikete ithal yazıp bizimkileri koydum tezgaha”
“Ne yaptın İsmail? Bak Samsun’da ne çok sakat doğum olmuş. Kadıncıklar bebelerini aldırıyormuş korkudan.”
“Yok be ağabeycim, tevatür onlar. Ta Rusya’da patlayan atom nereden gelip bizim balıkları vuracak?”
Pek aklı yatmamıştı ama borç ne demek bilirdi Dursun. İsmail’in hali hal değildi, yazıktı. Bir şey demedi adamcağıza, sigarasını içti, sustu.
“Ben burada ineyim ağabey” dedi İsmail biraz sonra. “Bir iş var, olursa kurtuluruz bu parasızlıktan. Dua et e mi?”
“Hadi bakalım,” dedi Dursun. “Söylemedin ama ne olduğunu, hayırlı çıkar inşallah”
“Hayırlı iş, hayırlı” dedi İsmail. Minibüsten indi.
O inerken ufak tefek bir kadın el etti az geriden.
“Dur, dur!”
“Tamirhaneye gidiyorum bacım”
“Otobüs durağına bıraksan da yeter amca,” dedi kadın. “İşe geç kaldım.”
“Bir kız bana emmi dedi neyleyim” diye geçirdi içinden Dursun.
Kadınaysa “Geç, buyur” dedi.
Düşündü Dursun.
“Nereden çıktı sabah sabah bu amca lafı canım? İsmail de bana abi dedi durdu. Saçımız ağardı İsmail efendi saçımız, yaşımız senden genç şükür”
Aynaya baktı, yüzünde öyle fazlaca da kırışık yoktu hani.
Minibüs kıs kıs güldü Dursun’a. Minibüsün güldüğünden habersiz Dursun da güldü.
“İyice İstanbullu olduk be! Erkek adamın yaşı dert etmesi olacak şey mi? Yakışıyor mu sana hey gidi Dursun?”
“Burada ineyim mi amca?” dedi kadın. Durdu minibüs. Kadın borcunu sordu, “İstemez,” dedi Dursun. Teşekkür etti yolcusu, indi aşağı.
Kediler bir hoştu, köpekler ayrı. Bahar dalları pembe beyaz tomurcuklanmıştı ve minibüs tamircinin yağını suyunu kontrol ederken kurcalayacağı yerlerini, Dursun gerçekten amca denecek denli yaşlanıp yaşlanmadığını düşünüyordu.
Akşama kadar bunu düşündü. Saçlarını, bıyıklarını boyatan arkadaşlarıyla dalga geçerdi ya, yine de…
Acaba o da mı boyatsaydı? Yok canım, daha nelerdi artık. Herkesin diline düşerdi valla. İyisi mi o da babası gibi teselli ederdi kendini: “Beyazlayan saç dökülmez”
Dursun’un babası mezarından bir selam çaktı oğluna “Takma lan kafana,” dedi. “Saçların beyazlasın tek, gönlüne kar yağmasın da.”
Bahar rüzgarı selamı taşıyıp getirdi, Dursun’un aklına babasını düşürdü. Rahmetlinin son günlerinde bile “Bakma kız saçımın ağardığına, gönlüm genç benim” diye diye annesinin peşinde dolandığını anımsadı Dursun, güldü. Cilveli kız saçı gibi içini şenlendiren rüzgara verdi bağrını, koklaya koklaya ciğerlerini sevindirdi.
Tamer tamirhanenin sahibiydi, ellerindeki yağı üstüpüye silerek geldi. “Hayırdır?”dedi “Gevrek simit gibi ne gülüyorsun?”
Minibüs nefret ediyordu bu adamdan. Bir de Dursun’la yavşak yavşak konuşuyordu herif, iyice illet oluyordu.
“Zevzek, sana mı düştü Dursun’un derdi?” dedi. “Hem işini doğru dürüst yapma, hem de açığını kapamak için muhabbete soyun.”
Aynayı süsleyen boncuklu kuş cikir cikir güldü.
“Hadi, hadi nesi varmış adamın? Güzelce elden geçirdi seni işte, kız gibi oldun, homurdanıyorsun bir de. Doktora götürülen çocuklar yapmaz yaptığını.”
“Doğru konuş, atarım seni ite köpeğe. Kız da sana benzer, çocuk da.”
“Hayda! Lafın gelişi söyledim yahu, amma da terssin bugün.”
“Benim gibi zırt pırt kıçını başını kurcalasalar sen de ters olursun. Bir değil iki değil, ne bu canım? Hadi Tamer tamirci, işi bu diyelim. Ya Dursun’a ne oluyor? Her Allah’ın günü de motor açtırılmaz ki? Tıkır tıkır gidiyoruz işte.”
“Hiç kusura bakma ama bu kadar titizlenmese Dursun, zor giderdin öyle.”
“Tabii tuzun kuru senin, konuş bakalım. Asılmışsın en şahane yere, manzara seyrede seyrede geziyorsun sayemde. Tek bildiğin cik cik ötmek.”
Boncuktan kuş minibüsün sinirinin tepesinde olduğunu bir tamam anladığından en iyisi cevap vermemek buna dedi, sustu. Dursun’la yarenlik eden Tamer’i seyretti bir süre, daldı gitti.
“Tek bildiğim ötmekmiş, hem de cikir cikir, ha? Oysa ne çok dert, acı gördüm,” diyordu içinden. “Hapishane kuşuyum ben. Kötü adam olduğundan değil borç belasına içeri düşen biri yaptı beni. Ya o borcu neden yapmıştı, onu biliyor musun minibüs efendi?”
Boş verdi kuş tıpkı onu yapan adam gibi. “Boş vermezsen aklını kaçırmak işten değil bu dar-ı dünyada” derdi zavallıcık. Ne kızının tedavisi için başını belaya soktuğunu takıyordu kafasına, ne de içeri düşer düşmez karısının kızı da bırakıp baba evine dönmesini. Adam gün günden eriyen kızını, bir başkasıyla imam nikahı yapıp yaşayan karısını, “Bu kıza ben de bakamıyorum a oğlum” diye başının etini yiyen yoksul anasını düşüne düşüne çözemediğinden boncuğa vurmuştu kendini. Minibüse baksan kuş bilmezmiş hiç derdi. Laf işte. Nereden bilecekti minibüs, kuşun yaratılma sebebiydi hüzün.
Evet, bildiği tek şarkı vardı kuşun cik cik onu söylerdi. Ne yapsın melodisi neşeliyse? Adam da kuşu örerken boncuk boncuk, bunu söylerdi: “Hey gidi gidi koca dünya dert küpü müsün? Söyle fani dünya söyle gam yükü müsün?”
“Gam yükü de olsa güzel, dert küpü de” dedi minibüs. Sezmişti kuşun aklından geçenleri. “Kusuruma bakma, buradayken sinirli oluyorum biraz.”
Dursun Tamer’le el sıkıştı, bindi minibüse. Sanki huysuzluğunu anlarmış gibi okşadı direksiyonunu emektarının. “Bugün çalışmak yok koçum” dedi. “Yengeni, çocukları alıp Emirgan’a gidiyoruz.”
Minibüs kabusu olan tamirhaneden kurtuluş sevinciyle bir ok oldu fırladı hemen. Yolcular yerine Dursun’un karısını, çocuklarını taşıyacağı için de sevinmişti. Kuş bitmeyen şarkısına başladı. Dursun da eşlik etti ona.
İsmail o saatlerde sıska, çenebaz bir adamın yazıhanesindeydi. Tayfa yazılmaya gelmişti. Uzun yola çıkacaktı, ailesinden uzak kalacaktı ama avansla borcunun bir kısmını kapamayı da başaracaktı inşallah. Tekneyi kriz sırasında satmıştı zaten. İstanbul’da kırk yaşından sonra onun bunun maskarası olacağına, bilinmedik bir yere gider, başını eğecekse dosttan düşmandan uzak o yerde eğerdi. Fakat iş istemeye geldiği adamın çenesi sinirlerini gerdikçe germişti, bıyıklarını kemiriyordu. İşe alınacağından emin olsa çekerdi adamın saçma sapan muhabbetini de, o laf da açılmak bilmiyordu bir türlü. İsmail konuya girmeye çalıştıkça adam çeviriyor, İsmail’i buraya yollayan ortak tanıdıklarıyla çocukken oynadığı çelik çomaktan giriyor, İstanbul’un yaşanacak hali kalmadığından çıkıyordu.
Dayanamadı İsmail, “Hemşerim, acil işim var benim,” dedi sonunda. “Şu bizim iş meselesi...”
Adam ayağa kalkıp elini uzattı, “Dur yahu, nereye? Bir çay daha söyleseydim,” dedi yarım ağız.
Anladı İsmail neticeyi, iş falan yoktu ona burada.
“Eyvallah” dedi, “Başka zaman inşallah.”
Omuzlarını düşürdü, çıktı yazıhaneden. Onu buraya gönderen arkadaşını bulup iyice bir kalaylamak için hışımla Karaköy’e gitti.
Dursun’un sabah sabah sinirini bozan ikinci kişi, hani şu işe yetişmek için Dursun’a el eden kadın da İsmail kadar sinirliydi tam o anda.
Bir yastığı daha hanımın keyfini yerine getirmek için yeniden kabartırken “Nereden çattım bu belaya?”diyordu.
Komşularına özenmiş, üç kuruş para kazanmak için gündelikçiliğe başlamıştı Hayriye. Zavallının şansına ilk müşterisi tüm İstanbul’u dolaşsan daha huysuzunu bulamayacağın bir ihtiyardı.
“İhtiyar mihtiyar ama benden dinç be. Herkesi öldürür mezara koyar da, yine de buna bir şey olmaz.”
Yaşlı kadın mutfaktan seslendi. Hayriye pof pof ettiği yastığı koltuğa fırlattı. Yastık neredeyse patlayacaktı “Canın çıksın inşallah, ellerin kopsun” dedi Hayriye’ye. Sanki yastığa yanıt verirmiş gibi dakkasında bir “Aman!” nidası yükseldi mutfaktan.
İhtiyar kadın bastonu falan fırlatmış, tezgahın tepesine çıkmış dolap üstlerini kontrol ediyordu mutfakta. “Aman teyzecim, düşeceksin maazallah. Ne işin var senin orada?” dedi Hayriye kadına. Bir yandan da bacağına yapışmış düşmesin diye tutuyordu.
“Ya, bakmayayım da kazıkla beni değil mi? Hepiniz aynısınız, hepiniz. Ben sana demedim mi dolapların üstünü de sil diye, ha?”
“E, sildim ya teyzeciğim”
“Silmişmiş. Hadi oradan. Bir karış yağ var burada”
Hayriye lahavle çekip “Tamam teyzeciğim” dedi. “Sen şuradan güzel güzel bir in de ben yine sileyim oraları.”
“Hayır efendim, inmeyeceğim. Gözümün önünde sileceksin. Ver bakayım şu bastonu sen bana”
Böylece akşama kadar Hayriye ovdu parlattı, kadın yeniden yeniden yaptırdı bastonuyla göstererek. Mutfak tezgahından indiklerinde hava kararmıştı.
“Ben artık gideyim” dedi Hayriyecik
“Olmaz” dedi kadın. “Daha hiçbir şey yapmadın. Camları silmedin, kapıları ovmadın. Ütü tepeleme duruyor.”
“Ama teyzeciğim dolaplar çok uğraştırdı, gördün işte. Hem saat geç oldu. Çocukları komşudan almam gerek. Bizim bey de kızar, geç kalırsam bir daha hiç göndermez sonra beni. Ben şimdi gideyim, onları da haftaya geldiğimde yaparım artık.”
Kadın bastonunu sallaya sallaya üstüne yürüdü Hayriye’nin. “Vay uyanık köylü vay! Çok kurnazsın demek? Hayır efendim, bütün işler bitmeden hiçbir yere gidemezsin, gidersen de beş kuruş vermem bilesin.”
Tepesi attı Hayriye’nin.
“A, üstüme iyilik sağlık. Bütün gün eşek gibi çalıştım be kadın. İnsafın kurusun.”
“Ne? Bir de üstüme yürümek ha? Hemen şimdi açıyorum telefonu, çağırıyorum polisi. Hırsızlığa girdiğini, beni öldürmeye kalktığını bir bir anlatacağım.”
Hayriye’nin ağzı bir karış açık kaldı, boğazı düğümlendi. Kadın telefona seğirtirken yapıştı koluna. “Aman etme,” demesine kalmadan, kadın o incecik sesiyle öyle bir çınlattı ki ortalığı az daha bayılıp düşecekti korkusundan.
“Yetişin komşulaaar, boğuyorlaaar, öldürüyorlaaar”
Hayriye evden nasıl fırladığını bilemedi. Hala arkasından bağırıyordu kadın. “Hırsızlar! Katilleeer!”
Hayriye bacakları titreye titreye koştururken merdivenden kaydı, düştü. Oturduğu yerde ağlamayla karışık bir sövgü tutturdu: “Size de, evinize de, dolaplarınıza da, merdiveninize de…”
Bütün günün hıncını almak istercesine merdivene bir tekme attı, topallaya topallaya kaçarken de apartmanın kapısını güm diye çekti, yer gök inledi.
Merdivenle kapı bağırdılar arkasından: “Ayağın kırılsın, beter ol, bir daha da gelme buralara.” Şişli’nin Şişli olduğu zamanlarda milyoner Rıza Selahattin Bey’in zevkiyle kurulmuşlardı buraya. O zamanlar böyle köylüler değil bunca gürültü çıkarmak, korka korka açarlardı kapıyı, bin bir saygıyla çıkarlardı merdivenlerden.
“Çok değişti dünya” dedi kapı. “Ne olacak halimiz bilmem.”
“Haklısın,” dedi merdiven. “Giden gelenin yenir yutulur hali kalmadı.”
İç çekerek eskilerin hayaline daldılar yine. Parfüm kokulu kürk mantolu güzel kadınlar, şapkaları frakları eldivenleriyle şık, çapkın erkekler, partiler, toplantılar, kat aralarındaki heyecanlı flörtler. Nasıl da geride kalmıştı tüm bunlar.
Hayriye korkudan, kızgınlıktan bitap koştu epeyce. Kadının arkasına polisleri takacağını düşünüyordu. Nefes nefese otobüs durağına ulaştı, bir köşeye çöküp ağlamaya başladı. Bedeni sızlıyordu yorgunluktan.
“Neden ama neden?” dedi. “Bütün gün çalıştım, ne dediyse yaptım. Üç kuruş için böyle çirkeflik yapılır mı?”
Korkusu geçip de kızgınlığı ağır basınca “Polise asıl ben gideyim,” diye düşündü. “Anlatırım. Canımı çıkardı, paramı vermedi, bir de beni tehdit etti derim.”
Ama nasıl ispatlayacaktı olanları? Kadın şuyum kayboldu, buyum kayboldu derse ya? Kızgınlığı çığ gibi büyürken başka bir şey geldi aklına. Döndü geri.
“Kusura bakmayın hanımefendi” dedi kapıyı kuşkuyla aralayan kadına. “Yorgundum da ondan öyle davrandım az önce. Haklısınız, iş bitmeden gitmek olmaz. Hava karardı, artık camları silemem ama bari kapıları bitireyim. Para mara da istemez, yarın gelir camları da silerim. O zaman verirsiniz.”
Kadın gözlerinde zafer kıvılcımlarıyla açtı kapıyı. “Ha şöyle, adam olun biraz” dedi yana çekilirken. “Madem geldin, kapılardan önce halıyı sil bakalım.”
“Hiç merak etmeyin, pırıl pırıl yaparım” dedi Hayriye.
Gitti bir kovaya su doldurdu, bolca çamaşır suyu ekledi, geldi. Ah ne yazık, ortadaki camlı sehpaya çarpınca sabah tertemiz sildiği koltuklara döküvermesin mi hepsini? Al kadife koltuklar önce pembeye, sonra çirkin bir kahveye dönerken “Amanın!” dedi, “Gördün mü bak bir gıdım çamaşır suyunun ettiğini?”
İhtiyar kadına söz bırakmadan telaşla silmeye başladı koltukları. “Siz hiç merak etmeyin,” diyordu. “Şimdi çıkarırım bir şeycik kalmaz.”
Yaşlı kadının ağzı bir karış açık kaldı. Neden sonra kendini toparlayıp tısladı: “Bırak, bırak diyorum sana. İyice beter ettin. Aptal!”
Boynunu büktü Hayriye: “İstemeden oldu vallahi.”
Kadın boğulur gibi çöktü bir sandalyeye. Kızgınlıktan bastonunu da düşürdü yere.
“Gitti canım koltuklar. Ah kafam ah, zorla sürüye giden köpekten hayır mı gelirmiş?” Süklüm püklüm bakınan Hayriye’ye “Su” dedi, “Çabuk bir bardak su getir bana. Fena oldum.”
Koşa koşa mutfağa gitti Hayriye, hanımefendi mutfaktan gelen büyük şangırtıya koştuğunda bir de baktı, porselen takımın çorba kasesi yerlerde. Neredeyse yüz yıllık bir takım. Parçasını bulmanın mümkünü yok.
“Ay nasıl oldu anlamadım hanımefendi” diyordu Hayriye, “Size bir şey olacak diye korkudan elim ayağıma dolaştı iyice.”
Kristal bardağa doldurduğu suyu kadına götürdü, fakat bardak da kadının elini bulamadan yere düştü. Kadıncağız onun da kaç yıllık olduğunu düşünemeden yığıldı olduğu yere.
“Git,” dedi fısıltıyla Hayriye’ye. “Çabuk defol git buradan.”
“Olmaz, daha kapıları sileceğim.”
“İstemez. Allah belanı versin senin de yapacağın işin de.”
“Ama param ne olacak?”
Hayriye merdivenlerden inerken kuş gibi hafifti bu kez, kapıyı çekerken de öyle. Gündeliğini cüzdanına, cüzdanını da çantasına yerleştirdi. Hayriye ille de kapıları silmekte diretince, kadın kırıp döktüklerinin hesabını bile sormamıştı. “Ellerine sağlık, aman git” diye diye göndermişti evinden.
“Dinsizin hakkından imansız gelir,” dedi Hayriye. Gülerek otobüs durağına gitti. O da İsmail gibi bir an önce onu buraya gönderen arkadaşını bulmak istiyordu. Bakalım anlattığında ne diyecekti kadın
“Kızarsa kızsın valla” dedi. “Asıl ben ona kızarım. Bilip bilmediği eve ne gönderiyormuş beni?”
Çocuklarını düşündü. Ne zamandır hanburger diye bir şey tutturmuşlardı. Taksim’de açılmış domals mı ne garip de bir adı varmış. Bu parayla oraya götürecekti çocukları.
“Semra Özal’ı yılın annesi seçmişler. Bugün çektiklerimi görseler beni seçerlerdi.”
Durakta sakat bir piyango satıcısı “Çekilişi yarın, son fırsat!” diye bağırıyordu. Bir bilet aldı, “Ah şu piyango bana bir çıksa” diye düşlere daldı.
Hayriye’ye piyango çoktan vurmuştu da haberi yoktu garibimin. Birkaç sonra gün kapısına dayanan polislerle karakola, oradan da nezarete gitti. Gerçek katil bulunana dek mahkemede de söylediğini tekrar etti durdu hapishanede: “Ben çıktığımda mutfakta oturuyordu valla.”

12 Haziran 2009 Cuma

Kül




Ağzından uçuyor zaman
Taşra kokulu ölüm

Ben sana ne diyorum
Ne etsem ne işlesem:

K ü l

Annemin resmi taze
Ezan sesli haç uğultusu
Bardaktan boşalt ki kardır babamın elleri
Hiroşima:

K ü l

Tavşan kostümlü tavşan ruhum
Yonca yemiş isim tükürmüş
Bu yorgan fısıltısı
Yüreğim toprak:

K ü l

Sakin orman bunlar daha
Böğürtlenli koridor

Dünyadan bükük fesleğen
Gelmişsiniz: Hoş

K ü l

8 Haziran 2009 Pazartesi

1 Haziran 2009 Pazartesi

Sporşöriçe olma denemesi

Merhaba herkes

Blogu ne zamandır ihmal ettiğimin farkındayım. Her gün yapılan güncellemeden iki günde bire, ordan haftada bire ordan da kafamıza göre bire döndük. Hal ve şerait bunu gerektirdi diyeceğim ama yer misiniz bilemiyorum. Yine de bir süre böyle gitsin bakalım, bi zamana Allah kerim.

Beş-altı yıl kadar önceydi, Ayşegül'ü yazdığım günler... Ayşegül'ü bölüm bölüm yazıp da elektronik ortamda yayınlamama vesile olan Erhan, arkadaşlarıyla bir mizah dergisi çıkarmaya niyetlendi. "Sen de bir şeyler yaz, komik oluyor" dedi. İyi bir şey der gibi dediği için sesimi çıkarmadım. Yazdım. Yolladım. Ses seda çıkmadı Erhan'dan. Sonra bi baktım dergi çıkmış, benim yazı çıkmamış.

"Bloga ne eklesem? diye bakınırken dosyaklara, işte de bu çiziktirmeyi buldum. Hakikaten yayınlanır şey değilmiş. "Bakın görün nasıl mizah yazısı yazılmaz" örneği olarak yayınlıyorum kendisini. İçinde güncelliğini ışık hızında kaybetmiş bi takım yerler de var zaten. Tadından yenmez yani. İyi dudak bükmeler, sevgiler, sevgiler:)


Spordan Nefret Ederim- Sporşöriçe

Merhaba benim canım okuyucularım. Bu sayfalarda siz sporseverlerle can-ı gönülden hep beraber olmaktan duyduğum gururla hislerim dolup taşıyor. İçimden Türkiyeeeeeeeeeeee Türkiyeeeeeeeeeee diye bağırmak geliyor. Kendimi tutamayıp fısıldıyorum hatta kendi kendime: Evet Türkiye, evet! Gün senin günün, eğlen coş. Yıllardır hayalini kurduğun spor yazarına kavuştun. O ki desfantif oynamıyor, o ki pentatlon zıplayabiliyor, o ki bisiklet nedir, semer neresindedir biliyor, o ki sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısıyla yetinmiyor tırnak temizliğini de şart koşuyor, işte o, yani ben sizlerleyim sevgideğer okuyucularım. Kendimi tutamayıp ağlarken “Gözün aydın Türkiye!” diyorum size kısaca. Gözünüz aydın: Ben geldim!

Mili sporumuz olan futbolun ağırlıklı olduğu bu dergide ben canımı dişime takarak ve kültürel ve milli bir faaliyet göstererek sizlere başka spor dallarını anlatacağım. Daldan dala kuş misali konarak, sek sek basarak, tek tek gezerek bütün haftamı sırf siz biraz olsun cehaletinizden kurtulun diye canımı dişime taktığım pistlerde, dağ tepelerinde geçirecek, kah kartallarla kah yarış arabalarının sürücüleriyle boğuşarak görevimi ifa edeceğim.

Benim canımdan aziz pırlanta kırat okuyucularım, emin olun elimden gelen hiçbir fedakârlıktan kaçınmayacağım sizin için. Gerekirse İspanya’ya gideceğim. Hatta gerekmese de gideceğim. Nasıl olsa paralar patrondan değil mi? Gerekli gereksiz demeden, gözümü kırpmadan boğalara kırmızı bez sallayacağım. Şampiyonların diyetlerini öğrenip sizlere ifşa etmek için çöp kutularını talan etmekten çekinmeyeceğim. Seyislerin ecza dolaplarında ne var, atlar hangi marka yulaf yiyor, peki ya Sabatini ne âlemde, Okoşka’nın ninesi güzel mi gibi cevapsız sorularınız artık cevapsız kalmayacak. Sizin için ince ince inceleyecek, irdem irdem irdeleyecek, araştırmacı gazeteciliğin dik alasını yapacağım. Yapmazsam bana da.. bana da .. kız Erhan, neydi benim buradaki adım? Hah sıpaçeriçeymiş, işte bana da ondan demesinler, o kadar yani.

Erhan be, bu biraz garip değil mi? Sıpa mıpa.. sanki böyle değildi, hı? Eminsin yani? Sıpaçeriçe? Allah Allah? E, peki madem öyle olsun. Neyse güzel okuyucularım, ben zaten unvanda, şanda, şöhrette değilim. Siz iki gıdım bilgi sahibi olun, bir “Allah razı olsun şu sıpaçeriçeden” deyin yeter bana.

İlk haftamız olduğundan lafı kısa kesmek için kısacık bir spordan, disk atmadan söz etmek istiyorum sizlere güzeller güzeli okuyucularım. Bu sporu bizzat yerinde görüp öğrenebilmek için Yunanistan’a gittim. Hepimizin bildiği gibi ilk hollümpiyatlar Yunanistan’ın kıyı komşusu olan Atena adlı bir yerde başlamış. Türkiye’de de bir şubesi var Atena’nın ama onlar inkâr ediyor olüpiyatla ilgilerini. İnat ettim ağızlarından kapmak için ama spor ruhunun zerresi yok bunlarda. Konuyla ilgili olarak görüşlerine başvurmaya kalktığımda “Alsak alsak bedavaya ne alsak” diye üstüme yürüdüler. Ödüm patladı. Ama merak etmeyin araştırmacı gazeteciliğime halel getirmeden kurtuldum ellerinden. Zaten ben en baştan anlamıştım bunlardan diskçi olmayacağını. Bir kere içlerinde kırmızı saçlı biri var. Sorarım size kırmızı saçlı Yunanlı olur mu? Bir de dikkat ettim bunlar cartlak yeşil tayt giyiyor. Disk atmak zorlanmaya gelmez maazallah o kadar bin kişinin içinde caart diye yırtılıverirse tayt hollimpilav ruhuna da zarar gelir değil mi? Olmaz öyle yani. Disk falan atılmaz yeşil taytla. Beyaz giyseler belki kılıç oynayabilirler. Onu da ilerleyen günlerde anlatacağım, sabredin biraz. Pepe diye bi kılıç var mesela, ben gördüm de söylüyorum, şahane bi şey. Böyle bi topuzu var üstünde “Maşallah” yazıyo. Pembe şerit filan geçirmişler kenarlarına, fisto atmışlar, harika olmuş. Yalnız, bu kılıç sporcularına (sekrimci) yapılan tezahürat neden “Oldu da bitti maşallah” şeklinde henüz onu çözemedim. Bu konuyu da çözer çözmez size kılıç (ekeskrim) sporunu anlatacağım, hiç şüpheniz olmasın şekerpare okuyucularım benim.

Neyse disk atmaktan söz ediyorduk değil mi? Ne diyorsun Erhan? Yerimiz mi kalmamış? İyi iyi kısa keserim.

Amaan iki dakika sizlerle baş başa kaldık diye kıskanıyorlar canımın içi okuyucularım. Hemen diski anlatayım size ben. Efendim, disk, disk şeklinde bir disktir. Bunu alırsınız, havaya atarsınız, sonra ebe olan arkadaşınız tutar. Sonra da o size atar. Bu kadar basit ve hoş bir spordur disk atmak. Bakın hemen burada, dergide atıyorum diski. Tut Erhan diski.

Erhan! Erhan iyi misin? Ay neden kafan kanıyo ama senin? Ay siz de ne bakıyosunuz öyle aval aval? Götürün bu adamı, bana yeni bi editör bulun. Ha, evet, bi sumo güreşçisi olsun bu seferki. Bunun gibi iki dakkada kafası gözü dağılmasın. Araştırmacı uygulamacı gazetecilik yapacağız değil mi ama?

Ya balım okuyucularım şimdi aklıma geldi. Bu disk tutulmuyo muydu acaba? Eee o zaman kaçan diskleri kim topluyo ki? Hay allah. E, araştırayım da size yazayım haftaya bu problemi ben en iyisi. Tüh ya, gitti gül gibi editör. Ben onu da araştırayım da yazayım bari haftaya size. Görüşmek üzere canım okuyucularım.


Sporşöriçeniz Arzu

21 Mayıs 2009 Perşembe

O’nun İçin Güzelleme

Hırçın perçemlerinden güneş taşar
Ve ben beklerim, bir zerresine değiversin elim
Kanım ateş olur, tutuşur yakar beni
Kanımı döndürür yine sana veririm


Dağlarında ağır bir keder gizli
Etekleri dalgalı, oynak
Derisi pul pul
Rüzgârı asi

Kuytularında ateşler yanar
Görüneni uslu âşıklara ev
Derisi tuzlu
Kavgası meltem

Sırtını güneşe vermiş gerinen bir kedi doyumlu
Yıldızı deniz, denizi zakkum,
Acısı gelip geçen günlerimiz
Kalp vuruşları ağır akan nehirlere uyumlu



Kaç gölge var bilemezsin eski günlerden
Gölgesini de üstünde taşır ışığın
Bir lokma bir hırka sevdalara alışkın
Kıyıda oturup söz açar zengin gemilerden
(Seninle sevişmek Karadeniz sevdiğim)

12 Mayıs 2009 Salı

Savaşçının Yolu

Elinde bir çıkın, dudağında ıslık, şen şakrak yürüyorsun. Uzaklardan gelmişsin, uzun da bir yol var önünde. Fakat ne mesafeler, ne de havanın giderek soğuması kaçırır keyfini; bu öyle belli ki.
Arada bir küçük bir taş yuvarlanıyor ayaklarının dibine. Yolun yanında dimdik yükselen dağa bakıyorsun. Hafifçe çatılıyor kaşların ama kötü bir şeyi kovarcasına başını sallıyorsun. Daha da oynak bir tempoyla devam ediyorsun türküne.
Bu halinle nasıl da aptal görünüyorsun bilsen!
Nereye geldiğini bir bilsen!
Saçların uzamış. Toz toprak içinde giysilerin. Uzun zamandır su bulamadın değil mi? Bulamazdın. Bundan sonra da bulamayacaksın zaten. Çünkü ben öyle olmasını istedim. Susuzluğuna heveslenen pınarları, yanı başından akan dereleri sakladım gözünden. Sesini duydun akan suyun, heveslendin. Güldüm de güldüm sana. Sen gök gürlüyor sandın.
Şimdi gökyüzüne çeviriyorsun gözlerini umutla. Boşuna. O gördüklerin yağmur bulutları değil, kızgınlığımın gölgeleri. Elini kolunu sallayarak, öyle şen şakrak geçebilir misin sandın kapımdan?
Ayağının dibine yuvarlanan taşlar büyüdü, tedirgin oluyorsun. Ol.
Sığınabileceğin bir kovuk arıyorsun. Bul da sığın bakalım.
Güzel. İşte böyle, biraz kork başına geleceklerden.
Zavallı, küçük, şanssız kahraman! Nereye gideceğini bildiğini sanıyorsun, nereye gidemeyeceğini ben biliyorum aslında: Evine gidemeyeceksin. Buradan hiçbir yere gidemeyeceksin! Bu yol seni bana getiriyor, dümdüz. Seni bekliyorum, yolun sonundayım.
Demek onca maceradan, savaştan, kandan ve acıdan sonra keyifle evine dönecektin, ha? Demek yaşlanacaktın, demek torunlarına kılıcını gösterecektin? Onca düşmanı nasıl da hakladığını, nasıl teker teker canlarını cehenneme gönderdiğini anlatacaktın.
Anlatamayacaksın, biliyor musun? Bilmiyorsun henüz ama... Ahhh az kaldı, hadi birkaç adım daha atıver de, gel yanıma. Burada bekliyorum seni, ne zamandır bekliyorum. Hevesimle, kinimle, susamışlığımla... Bilsen nasıl büyük bir özlemle bekliyorum seni. Uçurumun tam kıyısında.
Hadi gel bana. Koşa koşa gel, hiç farkına varmadan gel, evine gittiğini sanarak, işte böyle ıslık çalarak, hoplaya zıplaya gel.
Niye durdun? Neden sustun?
Ah şu benim hevesim! Çabuk davrandım, çabuk hissettirdim varlığımı sana. Oysa içinde yavaş yavaş büyüyecektim. Sen olacaktım. Benden kurtulmak için...
Demek bir terslik olduğunu fark ettin kahramanım, ha? Ne o, titriyorsun sanki? Yok canım, sen ki kan gölünün ortasında kahkahalarla gülmüştün ölüme, korkunun zerresi değmemişti bir an olsun yüreğine... Korkmuyorsun değil mi?
Ha ha ha! Korkuyorsun işte! Korkuyorsun benim canım kahramanım. Çok teşekkürler, işte tam da bu korkun sayesinde yaşıyorum çünkü. Gücüme güç katıyorsun. Kulakların bir ses arayıp durduğu için sesim oluyor benim, duyuyorsun. Biraz daha korkmayı başarırsan görebileceksin de.
Soluğun hızlanıyor, titriyor bacakların. Kulaklarını kapamaya çalışıyorsun, gözlerin yuvalarından fırlayacakmışçasına tedirgin. Kılıcına yapışıyor ellerin, bir düşman arıyorsun çevrende. Nasıl da zavallı göründüğünü bir bilsen bu halinle!
Ben o öldürdüğün ihtiyarım desem sana? Hani nasıl da kolaydı değil mi benimle dövüşmek? Boynum kılıcına yumuşacık gelmişti.
Ya o tazecik delikanlıyım desem? İlk kez bir insana karşı kullanıyordum silahımı, karşıma senin çıkman ne talihsizlikti ama!
Boylu poslu olan, alnında kılıcının izini taşıdığınım desem, arkasından vurduğunum, gözlerini oyduğunum, okunun menziline ilk girenim, mızrağının karşısında en son kalanım... desem?
Dedim ki cehennemde canım çok sıkılır kahramanım olmazsa yanımda, hazır bu kadar da çoğalmışken -teker teker hakkından gelememiştik fakat ölüm asalet falan bırakmıyor biliyor musun insanda- toplandım yolunu bekledim işte. Özel bir yere pusu kurmam gerekmiyordu zaten. Çünkü her kahraman ne de olsa biraz insandır ve insanın eli kana bulandığında gittiği her yolda vicdan azabını da yanında taşır.
Aslında var olmadığımı, sen inanmazsan var olamayacağımı biliyorsun değil mi? Fakat yapamazsın bunu. Çünkü hayata dokunmak istercesine yeşil çimenlere yığılanları gördün. Gökyüzünün mavisini son kez görmek isteğiyle açık kalmıştı gözleri. İşte yaşama aç giden o gözler getirip koydu buraya beni.
Ne gözleri unutabiliyorsun ne sesleri. Islık çalıp durman bundan. Bundan gözlerinin durup durup gökyüzüne dikilişi.
Hadi devam et yoluna. Bak, uçurumun tam kıyısındayım. Bir rüzgar esecek arkandan, ayağın bir anlığına sürçecek ve hayat ve o çığlıklar ve onca dehşet senin için de bitecek.
İstemez misin?
Hadi, karar ver. Ömür boyu korkudan titreye titreye oturup bekleyecek misin oraya gelmemi, yoksa gelecek misin benimle cehenneme?

5 Mayıs 2009 Salı

Pencere

Sen şimdi beni bırak.
Git.
Pencereden bakacağım ben.

Çakıl taşları ıslanmak için sabırsızlanıyor
Topal kedi sekerek geçecek önümden

Sağda toplanmış bekliyorlar sola geçmek için
İnsanların işi gücü var, yetişecekler
Pencereden bakacağım ben
Beni bekliyor yağmur yeri ıslatmak için

Kapıda duruyorsun, giremiyorum içeri
Haksızlık bu, gözlerim bir tek seni görüyor
Oysa dünya dönmeyi bekliyor
Çepeçevre uydular etrafında dönmeyi
Ay da bekliyor güneş de yıldızlar da.

Evren gözlerimi,
Ben senin gitmeni bekliyorum.

Görmediğim zaman ben
Bakmadığımda pencereden
Duruyor hayat nasıl bilmezsin bunu?

Zavallı bir sokak bu
Gözlerim olmasa bitecek gösterisi
Sen beni bırak şimdi.
Git.
Pencereden bakacağım ben.

27 Nisan 2009 Pazartesi

Dizi dizi inciyiz

Günaydın herkese, güzel de bir hafta olsun dilerim.

"Bloga hangi yazıyı eklesem?" diye dolanırken klasörlerde "Sultan Makamı" diye bir dosya buldum. Çok severek izlediğim bu dizideki kadın karakterlere ilişkin bir içerik çözümlemesi yapmaya niyetlenmiş ama sonra kimbilir hangi öykünün, şiirin peşinde dolanırken yarım bırakmışım işi. Yine de bu haliyle beğendim yazıyı, ekleyeyim dedim.

Hem Sultan Makamı öyle sağlam bir çalışmaydı ki bence, dizilerin başına gelen o moda furyasından ayrı bir yerde de yad edilsin arada.

Sevgiler herkese,

Arzu

Sultan Makamlı Kadınlar


“Hayatın kulpu nerede Asiye? Neresinden tutacağız hayatı?”
Sultan’ın Asiye’ye söylediğidir


Birkaç aydan beri önce Perşembe, sonra da Salı gecelerini bir diziye ayırıyoruz evde.
İnceden başlayıp “Sultan” haykırışıyla içimizi bir tuhaf eden müziğini dinlemeye, her biri daha önce başka dizilerde denenip ön kabul görmüş tiplemelerden bağımsız, yaşayan birer karakter olan rolleri izlemeye doyamıyoruz. Sabahın köründe işe gidecek olmamıza rağmen uykumuzdan feragat edip Sultan Makamı’nı izliyoruz. Çünkü Sultan ile Asiye’nin sevdası öyle sahici ki, biz de seyrederken sevgilimizin elini tutmadan duramıyoruz.

Ne zamandır akşamı ve yorgunluğu kolayca geçirmeye yarayan “ye yemeği-izle televizyonu- yat uyu” düzenine yenik düşer olmuştuk sevgilimle. Önceleri utanarak, birbirimize çaktırmadan izlediğimiz Deli Yürek’le başlayan televizyon karşısı birlikteliğimiz Asmalı Konak’la alenileşmiş, hafta içi günleri dizilere göre adlandırmaya dek uzatmıştık işi. Sonra bir de baktık ki, bir zamanlar eleştirdiğimiz, dalga geçtiğimiz televizyon bağımlısı hayatlara benzemiş hayatımız. Durumu kabullenmek şanımıza, vazgeçmek ruh halimize uymazken, ne halt edeceğimizi de pek bilemezken sağ olsun imdadımıza Sultan Makamı yetişti. Şimdi ilk defa “utanmadan” bir diziyi “birlikte” seyrediyoruz.

Dizinin benzerlerinden ne denli farklı olduğunu anlamak için iki başrol oyuncusunun birbirlerine nasıl baktığını görmek bile yeterli. Bu iki güzel insan birbirlerine diğer televizyon dizilerinde görmeye alıştığımız sevgililer gibi bakmıyor. Ne sahip olma hırsı var bakışlarında, ne yırtıcılık. Ne karizma yarıştırıyorlar birbirleriyle ne de dize getirmeye çalışıyorlar sevdiklerini. Bu sahici bakışları yakalamaya çalışan oyuncuları çok gördük dizilerde ama hiçbiri bu denli başarılı olmadı, birbirlerinin ruhuna bakıyor Sultan ile Asiye. Öylesine “iyi” bir bakış ki bu, biz de yanımızdaki sevgiliye bakmadan edemiyoruz. Ve tam o anda, hiç şaşmadan hep aynı mucize gerçekleşiyor, sevgiliyi de bakışını diziden bize çevirmiş buluyoruz. Aynı bakışı yakalayınca sevdiğimiz gözlerde, seyrettiğimizin sadece televizyon değil oradan geçen hayat olduğuna bir kez daha inanıyoruz. Ev ısınıyor, hayat ısınıyor, sevgimiz demleniyor.

Biz, ekrandan bize akseden hayatların içinde yalnızca Sultan Makamı’ndan yansıyanı sahici buluyoruz. Diğer dizilerdeki bize ait olmayan yaşamlara bir nevi röntgencilik hissiyatıyla bakarken, bu diziye katılıyoruz. Neden?

Bu soruya dizinin özenli, sinemaya selam göndermekten geri durmayan çekiminden, senaryonun, müziğin güzelliğinden başlayarak yanıt verilebilir. Fakat ben özel bir durumdan, dizinin kadın karakterlerinden bahsetmek istiyorum. Sevgilime bile söylemeden kendime sakladığım bir hissiyat var çünkü içimde: Bence bu dizinin sultan makamında oturanlar, kadınlar.

Bu “bence”nin peşinden gitmenin eğlenceli ve öğretici olacağını düşünüyorum. Benim açımdan dizinin kadın karakterlerine göz atmak, bu karakterlerin temsil ettiği değerlerden hangilerinin benim de hayatımda yer tuttuğunu ortaya koymak anlamında kişisel olsa da, yapılacak çözümlemenin diziye benzer bir hissiyatla yaklaşan başka kadınların da yaşamlarında neyi onayladıklarına dair birkaç ipucu verebileceğini ümit ediyorum.
Öncelikle dizinin geçtiği mekâna kısaca değinelim. Çünkü kadın karakterleri anlamada onları ortaya çıkaran mekân ve yaşam standartları önemli bir birleşme noktası. Dizinin mekânı İstanbul’un kenar semtlerinden biri, Balat. Yoksul insanların yaşadığı, çok güzel İstanbul manzaralarına sahip bir semt. İşte bu yüzden yoksullara bırakılması mümkün değil. Öykümüz de bu mecradan hareketle eskiden bayıla bayıla izlediğimiz, şimdilerde modası geçmiş bir temaya sahip: Yoksul ve iyi insanlar, zengin ve kötü insanlara karşı yaşadıkları mekânı ve hayatlarını korurlar. Onurlarını da parayla satmazlar.

Bu genel tema çerçevesinde bir kadınlar portre galerisidir seyrettiğimiz. Zenginlik ve kötülüğün dizide cisimleşmiş hali de aşağıda değineceğimiz gibi bir kadındır, yoksulluğun ve iyiliğin simgesi de. Bir müteahhidin kızı semti boşaltarak büyük bir alışveriş kompleksi kurmaya çalışır, mahalleli de buna karşı durur. Arka planda ise aşkı, hayata tutunma çabalarını, yoksulluğu, çaresizliği, ihaneti, direnmeyi… görürüz.

Sultan’ın Sultanı Asiye:
Asiye bu rolde ne nasıl kurtulacağı yıllardır tartışılan hayat kadını, ne de Kurtlar Vadisi’nde artık içimize fenalık getirecek denli çok türküsü çalınan, kocasının elleriyle intihara sürüklenen ölü annedir. Asiye ilk kez adındaki “asi” bölümüne yaraşan bir genç kadındır Sultan Makamı’nda. Abisinin (Bahtiyar) en yakın arkadaşı olan Sultan, Asiye’ye aşıktır. Asiye de Sultan’ı sevmekte ama hayatını kurduğu dayanakları tasvip etmemektedir. Bu yüzden başlarda Sultan’ın aşkına cevap vermez. Sultan ne doğru dürüst bir işe sahip, ne de böyle bir iş tutmaya niyetlidir. Oysa Asiye birlikte bir hayat kuracağı erkeğin ayaklarının yere basmasını ister. Fakat zamanla sevgisine yenik düşer ve Sultan’la evlenmeyi kabul eder. Bu andan itibaren dizide bambaşka bir Asiye görürüz. Sonuna dek Sultan’ın yanında, onun pes ettiği yerlerde direnmeye çağıran, hayata karşı Sultan’dan daha yürekli bir kadındır artık Asiye. Erkeklerin sadece üzülmekle yetindiği parasal sorunlara kafasını fazlaca takmayan, onların buna neden bunca üzüldüklerini pek de anlamayan, çözüm yolu bulma konusunda daha yaratıcı bir Asiye’dir.

Asiye dizide neyi temsil eder?
Asiye dizide aklı, olgunluğu, direngenliği, gücü temsil eder. Az ama doğru konuşur. Karar vermede temkinlidir ama bir kez verdiği kararı sonuna dek muhafaza eder, korur. Asiye bu dizide sevgilidir. Sadece sevgilisinin değil, hayatına giren herkesin sevgilisi. Erkeklere atfedilen pek çok değerin dizideki erkeklerden daha çok taşıyıcısıdır. Dürüstlük, sözüne güvenilirlik, kararlılık, suskunluk ama gerektiğinde sözünü sakınmama, iş yaptırma, doğruyu eğriden ayırma gücü. Bunlar toplumumuzda genellikle erkelere atfedilen değerlerdir Fakat bu dizide bir kadında cisimleşirler. Asiye göğe değil, toprağa bakar. Bulunduğu yere kök salar. Sonuç itibariyle tam anlamıyla olumlu bir karakterdir.

Sultan Makamı’nın diğer kadınlarında da olumlu özellikler görürüz. Özellikle güç. Dizideki kadınların en belirleyici özellikleri güçlü olmalarıdır. İyi Asiye de, kötü müteahhit kızı da güçlü kadınlardır. Kendi kararlarını verir, dahası bunu çevrelerine kabul de ettirirler. Dizideki kadınlar erkeklerin aksine “arabesk” değillerdir. Üzüntülerini eylemsizlikle birleştirmez, üzüntüye neden olan olumsuzlukları aşmak için doğru yollar bulmaya çalışırlar. Işıl ile kocası Bahtiyar’ın arasındaki ilişkide bunu sıkça görürüz. Bahtiyar hiçbir işi kendisine layık göremediği halde Işıl bir otelin mutfağında çalışmaktan yüksünmez, üstüne üstlük Bahtiyar’ı teselli eder. Kadınlar Asiye’nin düğününde Bahtiyar gibi -ne yapacağını bilmeyen şaşkın tavuk gibi- dolanacaklarına, bir gün içinde Asiye’nin bohçasını Bahtiyar’dan kurtarıp gelin evini döşeyiverirler. Sultan sığındığı sinemadan çıkması söylendiğinde yenilmiş adam triplerinde atını alıp, Asiye’yi arkasında bırakıp paşa paşa giderken Asiye tek kelime etmeden Sultan’ın eline yapışır, iki gün sonra da Sultan’ı sinemadan direnmeden çıkmamaya ikna ederek geri getirir vb.

Dizideki erkek karakterler hayalleriyle yaşar, var olan hayatı kabullenmeyip ama buna karşı da pek bir şey yapmazlarken kadınlar hayata sımsıkı bağlıdır.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Beklesin

Beklesin gençliğimin atılgan kırmızısı
Şimdi kuytularda mor sessizliğiyle göveren
Ağaç kokulu kalemimin bereketi
Diş gösteren, ısırmayan
Isırgan ruhum beklesin

Sessiz sakin uykularında
Meltemi keskin buğularla ıslak
Altın bahtımın taze rüzgârı
Düz ovaları birleştiren o ırmak
Beni beklesin

Düşünden azade, buluttan ırak
O sırtlan, o çakal kalabalık
Yaşadığı denizi bilmeyen balık
Hoyrat bir emekle çöle dökülen
Buzdan gümüşler biraz uzakta beklesin

Elimde kalan ne varsa
Bunca yormuşluktan, yokuştan
Bunca yollardan sonra bana kalan
Onlar bile kalmasın
Gitsin de benden önce beklesin

7 Nisan 2009 Salı

"Sarıyer-Taksim Minibüsü Ya da Uyduruk Bir Tarihçe"den

1985

“Gezdiğim dikenli aşk yollarında elimden bir kırık saz geldi geçti. Kara talihimden yine bu yıl da baharı görmeden yaz geldi geçti”
Şaraptan, esrardan boğuklaşmışsa da bir zamanlar eğitilmiş olduğunu ele veren sesini alçaltıp “Oof! Of!” diye tamamladı şarkıyı Deli Ömer.
Durdu. Bir iç geçirdi. Sonra yanında sigara içen kır saçlı adama iyice yanaştı:
“Dursun abim, canım abim, ağabeylerin şahı! Bi de şarap parası versene be.”
“Aa, Ömer sen de fazla oldun ama. Karnım aç dedin, doyurduk. Sigara dedin, aldık. Şimdi de bu musibeti mi istiyorsun? Almam valla, günahına giremem”
“Ne günahı be güzel abim?” dedi Ömer. “Ne günahı? Hikâye bunlar! Bu âlem, bu devran! Aah! Felek melek hepsi, hepppssiiii hikâye!”
Başladı caddenin ortasında göbek atmaya. Ellerini vuruyor, saçı sakalı birbirine karışmış darmadağın başını sağa sola oynatıp güya gerdan kırıyor ve bağıra çağıra Nilüfer’in yeniden moda ettiği şarkıyı söylüyordu:
“Günahtır diyorlar desinleeeer! Sevaptır diyorlaaaar desinlerrr! Adaaam sen dee ne derlerse desinler! Günah bizim sevap bizim varsın çatlasın eller!”
Dursun gülsün mü, kızsın mı düşünürken, birdenbire etrafına toplanan, gecenin bu saatinde nereden peyda olduğunu anlayamadığı bir kalabalığın ortasında kalıverdi. Hiç beklenmedik bu eğlenceyi kaçırmak istemeyen işsiz güçsüz takımı şarkıya katılmış Ömer’e el çırpıp tempo tutuyor, daha da ileri gidip ortaya atlıyor, oynamaya başlıyorlardı. Bir sürü pejmürde kıyafetli, yarım ayakkabılı, kafası dumanlı kaçığın ortasında kalan Dursun önce huylanıp el âlemin onu bu delilerin arasında görürse ne diyeceğini dert ettiyse de, manzara o kadar tuhaf ama bir yandan da o denli eğlenceliydi ki dayanamayıp makaraları koyuverdi.
Minibüs Dursun’un kendisini park ettiği kuytudan olan biteni izliyor, ağırbaşlılığı asla elden bırakmayan şoförünün karşı karşıya kaldığı bu garip durumda ne tepki vereceğini merakla bekliyordu. Koskoca adamın önce bir telaş kenara çekilmeye çalışması, dayanamayıp gülmesi, en sonunda da şarkının tam “Adam sen de ne derlerse desinler” kısmına can-ı gönülden katılarak el çırpmaya başlaması öyle saf, öyle çocukça ama bir yandan da öyle içli bir görüntüydü ki, minibüs çok sevdiği Dursun’a bir kez daha bağlandı. Elinden gelse yanına gider, kornasıyla, farlarıyla katılırdı eğlencesine. 1 Haziran’da Beşiktaş’ın şampiyon olduğu gün nasıl ikisi de bir arada, coşkulu mu coşkulu katılmışlarsa şampiyonluk turuna, tam da öyle bir cümbüş çıkarırlardı.
Bir araçtı hepi topu, cansız bir minibüs. Fakat böyleyken bile insanları nasıl da seviyordu. Yüzleri asık işe gidip gelirlerdi hep, birbirlerine bağırır çağırır, küfrederlerdi. Fakat nasıl oluyorsa oluyor, onca kırgınlığın, yorgunluğun, derdin arasından bir yolunu bulup kurtuluyorlardı işte. Ilık yaz gecesi sarhoşluğunun, yanı başlarındaki güzelim denizin, başlarına hepsi birer melekmişçesine haleler oturtan ay ışığının hakkını vermeyi başarıyorlardı.
Yanı başındaki arabada oturan orta yaşlı çift böldü güzel düşüncelerini. Adam kadının ellerine yapışmış “Bırakma beni Hamide” diye ağlıyordu. Ceketi kravatı tam, kerli ferli biriydi. Altındaki araba da gıcır gıcır bir Mercedes’ti hani. Böyle bir adamı ağlatan, caddedeki delileri güldüren bir hayatı düşündü minibüs. Gerçekte kimden yanaydı?
“Beni çoktan kaybettin” dedi adı Hamide olan kadın. “Ağladığın da yalan. İnanmıyorum sevdiğine. Kendini boş yere kandırıyorsun. Sevgi değil bu sendeki, sahip olma hırsı. Yeter ikimizi de üzdüğün, bırak gideyim.”
Minibüsün âdeti değildi pek kulak misafirliği, yolcularının söylediklerini bile duymazdan gelirdi çoğunlukla ama bunları söyleyen kadını merak etti. Şöyle bir göz atınca orta yaşlı, hafif toplu, pek de güzel olmayan, bakımsız bir kadın gördü o çok pahalı arabada. Rengi sarıydı fakat boya olduğu belliydi saçının, dipten siyahlar çıkmıştı. Sadece saçında değil, giysisinde de aynı bırakmışlık, özensizlik vardı. Adamdaki o bakımla bu kadın karşılaştırıldığında aslında diğerinin ağlaması gerekirdi ama ağlayan adamdı işte.
“İlginç” dedi kendi kendine. “Hiç de böylesini görmemiştim.”
Minibüsün görmediğini Türk filmlerinin değişmez izleyicisi, iyi kalpli ev kadınları da görmemişti. O filmlerle, bu adamla kadının hikâyesindeki girizgâh aynı fakat jön farklıydı.
Adamın adı Tankut’tu. İstanbul’un eski, köklü ama hovarda meşrep ailelerinden birinin oğluydu. Sürekli yoksul, daha da yoksul düşmekten bıktığı bir evde, kuyruğu dik tutmaya çalışmaktan karabasanlara uğrayarak büyümüştü. Yoksulluk öyle korkutucuydu ki, daha az korktuğu bir şey yaptı, birini öldürdü. Öldürdüğü adam yanında oturan kadının babasıydı. Turgut Bey, Tankut’un gönlünün kızında değil paracıklarında olduğunu anlamış, foyasını da bir Yeşilçam klasiğiyle, kızından ayrılması için para teklif ederek ortaya çıkarmıştı. Fazla film seyretmenin zararları işte.
Yaşlı adam bol bol film seyretmiş olsa da Tankut için aynısı söylenemezdi. Bu yüzden müstakbel kayınpederin verdiği paraları elinin tersiyle itmek, deliler gibi çalışıp çok zengin olmak, uygun bir fırsatta adamın fabrikasını ele geçirmek, masa başına kurulup da Turgut Bey’in teşekkür etmek için eski odasına gelmesini beklemek, koltuğuyla aniden dönüp kamera yüzüne odaklanırken “Bir zamanlar fakir ama onurlu bir genç vardı” demek fırsatını aklına bile getirmedi. Verilen parayı paşa paşa aldı, bir kısmını da geri verdi: “Bu kürtaj için”
O ana dek böyle akıp giden bir hikâyenin filmden başka bir şey olamayacağını, en sonunda yıllardır beklediği o her koltuğun rüyası mühim rolü kapacağını hesaplayan koltuk “Tüh” dedi, ihtiyarın altından kaydı. Turgut Bey’in beynine sıçrayan kan pek yakınında bulunan bir damarı tıkadı. Bir bitki gibi yere yığılan sevgili kayınpederinin yanından zor aldılar Tankut’u. Babasının, babacıklarının mutluluğa dayanamadığını söyledi felçli adamın kızına. “Ah sevgilim, onun için yapabileceğimiz tek şey boy boy torunlarını dizmek karşısına. Belki onların hatırına uyanır o derin uykusundan.”
Alelacele evlendi Tankut’la Hamide. On yılda üç çocuk götürdüler felçli bir bedenin kımıldayamadan yattığı hasta yatağına. Dördüncü torununu görme fırsatını bulamadan öldü Turgut Bey.
Belki vicdan azabından belki de zaten hamuru aslında böyle olduğu için Tankut eşine iyi bir koca, çocuklarına sağlam bir baba olmakla kalmadı, işleri de tam kayınpederinin isteyeceği gibi çekti çevirdi.
Eh, tesadüfler ilginç sonuçlar doğurur. Şöyle ki; her iyi aile babasının eline bir fırsat geçtiğinde katil olabileceği gibi, her katil de başka bir fırsatla birinci sınıf bir ev erkeğine dönüşebilir.
Tankut ikinci sınıftandı. Cinayetin tek görgü şahidi olan koltuğun ikide bir ayağına dolanması, otururken altından kayıvermesi, hiç olmadı durduk yerde fırlattığı bir yayla nazik yerlerini acıtması dışında bir derdi olmadı. Neyse ki masum bir koltuğun da yukarıdaki “Uygun fırsat eline geçse” listesine dâhil bir katil olmasını beklemeden attı koltuğu, kurtuldu.
Koltuk önce sekreterin altına, oradan da çaycının sıcak, buharlı odasına yollandı. Yıllar yılı penceresiz bir delikte vazifesini yapıp, enikonu işe yaramaz hale geldiğinde de kapının önüne fırlatıldı. Koltuk buna üzüldü mü? Hiç de üzülmedi. Tam tersine, onca yıl horlandığı bu işyerinden kurtulduğu için çok mutluydu. Üstelik yıllardan sonra ilk kez gün ışığına kavuştuğu bu kutlu günde çöpleri karıştıran Ömer’le karşılaşarak yepyeni bir hayata başlamıştı ki, olursa bu kadar olurdu artık. Ömer’in peşine takılıp gitti, boğazın kıyısına oturtuluvermiş derme çatma bir kulübenin en şahane eşyası olma ayrıcalığının tadını çıkardı.
Bahar geldiğinde Ömer koltuğunu da kendisi gibi kulübeden kurtarıp krallara layık bir tahtmışçasına üzerine kurulur, ne yapıp edip bulduğu şarapla güzel gökyüzünün, canım denizin keyfini çıkarırdı.
Koltuk yıllar sonra kavuştuğu emekliliğini sevgiyle kuşatıldığı bir dünyada geçiriyordu geçirmesine ya, yine de Tankut’u unutmamıştı. Bir gün karşısına çıktığında ona en güzel günlerini yaşatan Turgut Bey’in intikamını alacaktı o serseriden, ahtı vardı.
Eh, dünya küçük, İstanbul ondan da küçük. İşte beklediği fırsat Dursun’un Ömer’le karşılaştığı, karşılıklı göbek attığı o Temmuz gecesinde ayağına geldi koltuğun: Tankut kendisinden ayrılmak isteyen Hamide’yi birazcık konuşur da yumuşatırım umuduyla kaptı, boğaza getirdi.
Minibüs ne koltuğu biliyordu henüz ne de bu öyküyü. O hala kadının neden ayrılmak istediğini, adamınsa neden bu denli gözyaşı döktüğünü merak ediyordu.
“Ne nikâh bağlar bizi ne mahkeme ayırır, düşmanların şerrinden bizi mevlam kayırır”diye anırdı Deli Ömer.
“Bak” dedi Hamide kocasına, “Şarkıyı duyuyor musun? Nasıl bir aşktan bahsediyor. Bizimkisi de öyle olsun isterdim. Dünyayı takmadan, karşı durarak, birilerine değil sadece birbirimize güvenerek.”
“Saçmalıyorsun” dedi adam “Görmüyor musun herif sarhoş, söz ettiği hayırlı bir şey olsa bu halde olmazdı. Hem neden böyle söylüyorsun? Seni dünyadaki her şeyden daha çok sevmedim mi? Neyim eksik? Neden beni terk etmek istiyorsun?”
“Beni sevmiyorsun, biliyorum çünkü. Ağzın öyle söylüyor ama sarılışların, öpüşlerin ‘Sana sahibim’ der gibi.”
“Ne var bunda? Karım değil misin? Çocuklarımıza da beraber sahip değil miyiz? Sen de bana sahip değil misin?”
Kadın içini çekti. Bir sigara yakıp denize baktı, simsiyah kadife gökyüzüne, simle işlenmiş yıldızlara. “Gökyüzü salondaki masa örtüsüne benziyor” diye düşündü. “O bile...”
“Ben hep başka türlü bir evlilik yaşayacağımızı sanmıştım, biliyor musun?” dedi adama. “Seninle tanıştığımızda yoksuldun. Hayır, ne olur asma suratını, yoksulluğunu yüzüne vurmuyorum. Tersine beni sana çeken tam da buydu; yoksul oluşun. Sen hep kurtulmak gerekenin parasızlık olduğunu sandın. Oysa... Ah, nasıl anlatabilirim asıl kurtulmamız gerekenin bütün bu para, mal, mülk olduğunu? Eve giriyorum eşyalar üstüme üstüme geliyor. Kapıya çıkıyorum şoför peşimden koşturuyor. Değil mala mülke, insanlara bile sahibiz. Hepsi hizmet için bizi bekliyor. ”
Tankut şaşkınlıkla bakıyordu karısına, Hamide devam etti.
“Ben çocukken, bir gece, yatağımda yatıyorken, birdenbire kendimi tam da olduğum kadar gördüm. Yattığım yerden ibaret, boyum, enim hepi topu şuncacık bir şey. Oysa koskocamandı ev, eşyalar kim bilir hakkımda neler söylüyordu ben yanlarında değilken. Çok korktum. Kendimi iyice sıkıştırdım yorganımla, daha ne kadar küçülebileceğimi düşündüm. Sabah kalktığımda anneme anlattım olanları, anlamadı. Oyuncaklarımı, giysilerimi, kitaplarımı atmak istediğimi duyunca da kaptığı gibi doktora götürdü beni. Doktor da anlamadı. Fakat ben büyüyene dek beklemem gerektiğini anladım. Sonra annem öldü erkenden, babamı yalnız bırakıp kaçamadım. Derken sen çıktın karşıma, tüm yoksulluğunla. Ailemin bana sahip olmam için verdiği, gerçekteyse bana sahip olan tüm bu eşyalardan kurtulma umudumdun. Ama sen ne yaptın? Ha, söyle ne yaptın? Eşyaları çoğalttın! Hapisliğimi çoğalttın!”
Tankut tutamadı kendini, “Kafayı yemişsin sen” deyiverdi. Boş bulunmuştu. Kadın bu cevabı bekler gibi arabadan dışarı fırladı. “Haklısın” diye bağırdı kapıyı çarparken, “Kafayı yedim.”
“Haklıyım!” diye bağırdı ciyak ciyak. “Özgürlük hiçbir şeyinin olmamasıdır. İşte bu kadarız biz çünkü!”
Minibüsün şaşkın far ışığı altında soyunmaya başladı. Ayakkabılarını, paltosunu fırlattı attı yere. Gömleğini, eteğini bir çırpıda sıyırdı. Çoraplarını çıkarırken tam, kocası yetişti, tuttu kolundan. İtiş kakış arabaya bindirmeye çalıştı. Hamide apış arasına bir diz geçirdi adamın, kurtuldu elinden. Şarkı söylemeyi bırakıp kendisini seyreden kalabalığa doğru koşturdu, hepsini iteleyip Ömer’in koltuğuna oturdu.
Herkes şaşkınlıkla izliyordu olup biteni, deliler takımı hariç. Onlar aralarına katılan yarı çıplak kadına şöyle bir bakıp şarkı söylemeye devam ettiler. Deli Ömer önce koltuğun kendine ait olduğunu düşündü, sonra kadının oraya yakıştığını. “Emmanuel gibi oldun valla bacım” dedi. Bir sigara ikram etti. Hamide çoraplarını çıkarmayı sonunda başarmıştı. Hırsla, hala arabanın yanında iki büklüm debelenen kocasına fırlattı onları, kraliçe edasıyla kurulduğu koltukta arkasına yaslandı, pofur pofur saldı dumanları gökyüzüne.
“En sonunda be!” dedi. “Oh, dünya varmış! Söyleyin hadi, sefam olsun.”
Gökyüzünün siyah kadifesi sadece gökyüzüydü artık, ne masa örtüsünü ne de kurtulmak zorunda olduğu başka bir şeyi, herkese ne hatırlatıyorsa Hamide’ye de onu hatırlatıyordu. Koltuğa dokundu elleri, çatlamış, bir zamanlar yumuşacık olduğu belli, oysa şimdi yer yer soyulmuş derisini okşadı. Hayatında ilk kez oturduğu bir koltuk onu rahatsız etmiyordu. Yayları batıyordu kıçına, evet. Ama onlar bile hoş geldin demek istiyordu sanki o kadar. Çalımla kuruldu tahtına, şarkıya katıldı:
“Adam sen deee ne derlerse desinler, günah bizim, sevap bizim varsın çatlasın eller”
Tankut o geceden sonra, karısının deli olduğuna dair rapor almaya kalktı önce. Fakat Hamide başka bir anlaşma önerince uzatmadı daha fazla. Bütün malı mülkü, çocukları aldı, boşandı karısından. Hamide Deli Ömer’in kulübesine yerleşmediyse de koltuğundan da kalkmadı. Yıllar yılı boğazın kıyısında her şeye tanıklık eden bir taş gibi oturdu sapasağlam, yarı çıplak. Önce deliler, sonra akıllılar geldi yanına. “Ben bir çocukken, bir gece, yatağımda yatıyorken, birdenbire...” diye başladığı öyküsünü dinlediler. “Özgürlük hiçbir şeye sahip olmamaktır” sözü boğazın kaldırımlarından İstanbul’un tüm duvarlarına bir fısıltı gibi yayıldı. Âşıklar birbirlerine başka türlü baktı, mobilya satıcıları birdenbire azalan satışlara şaştı. Yoksullar boyunlarını eskisi kadar eğmedi, Hamide’yi aramayan zenginler ise bu işin sebebini bir türlü çözemedi.
Minibüs Dursun’u önceleri her gün taşıdı Hamide’nin koltuğuna. Ufak tefek yiyecek bıraktılar, giyecek birkaç parça. Hamide boğazından geçenden, üstünde eskiyenden fazlasını isteyene verdi. Zamanla gelen geçen koltuğun etrafına bir şeyler bırakmayı adet edindi. Garibanlar koltuğun etrafına mumlar dizdi, Hamide’yi soğuk kış günlerinde paçavralarla örttüler.
Devir Özal devriydi, KDV devriydi ama İstanbul da İstanbul olalı Hamide gibi bir evliya görmemişti.
Bir daha da görmedi zaten.

30 Mart 2009 Pazartesi

Terkedilmiş Bir Evin Yeni Hayatı

Şu sandalyenin kırık boynu ne güzel
Ya masanın dağıtılmış onuru
Vazoya ne demeli bomboş dururken
Değme çiçekten fazla gururu

Bizden farklı olan bir yanı var eşyanın
Elimiz değmeyince kendinde kalan
Yapılışında yankımızla doldurduğumuz
Oysa kimsesiz kalınca ne ki bir insan?

Şu yatağa bak dağınık bırakmışsın
Geceden kalma şişenin boynu eğilmiş
Kilim yenik pehlivan utangaçlığıyla
Nakışlarını saklamış yere serilmiş

Akmış mumlar, güdük kalemler, yırtılmış kitap
Yerde alametleri duruyor savurganlığının
Bir el vermeden koyup gitmişsin
Canı çekiliyor damladıkça zeytinyağının

Sen gittikten sonra sesini kazandı
Yavaşça birikiyor hayatı eşyaların
Eteğin çoktan sahiplendi atıldığı yeri
Tozlar birikiyor üstünde, seviyor bu evi

Sensiz bu oda kendi sesiyle
Konuşuyor eşyaların has bestesiyle
Küflenirken canlanıyor yeniden şarap
Ve tutsak resimlerin kırışıyor çerçevesinde

18 Mart 2009 Çarşamba

Taşraya Bakmak'tan

İletişim Yayınları 2005 yılında Taşraya Bakmak adlı bir kitap yayınladı. Taşra mevzuu üzerine yazıları Tanıl Bora derledi. Yazılarıyla Ömer Laçiner, Tanıl Bora, Ahmet Turan Alkan, Melih Pekdemir, Ahmet Çiğdem, Necati Mert, Ömer Türkeş, Haydar Ergülen, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Hasan Ali Toptaş, Şükrü Argın, Tuncay Birkan yer alıyordu kitapta . Ben de taşradaki kadınları anlattığım bir bölümle katkıda bulunmuştum. Aşağıda okuyacağınız parça "Kadınlar: Taşranın Yurtsuzları" başlıklı o yazıdan bir bölüm işte.

Kitap hakkındaki bilgi ise tam şurada


"Kadınlar: Taşranın Yurtsuzları"ndan

Belki bir gün yine yolum düşecek o küçük kente. Yine el mecbur bir otele yerleşeceğim. Resepsiyonda bizzat otel sahibi karşılayacak beni. Yüzüme fazlaca bakmamaya dikkat ederek otele en geç kaçta girmem gerektiğine dair ültimatomunu verecek peşin peşin. Bekleyecek, bakalım ne diyeceğim?
Yıllar önce yaptığım gibi “Erkek müşterileriniz için de aynı kural geçerli mi?” der miyim hiç? Şaşkınlık gösterir miyim? Hele kızgınlık? Asla. Bu kez bileceğim ki, o böyle yaparak nabzımı yoklamakta. “Burası otel değil mi, istediğim saatte gelirim, sana ne?” dersem eğer, oradan kovulmasam da sürekli diken üzerinde hissedeceğim kendimi. Bir çay istesem buz gibi soğuk gelecek önüme, telefonlarım belki bağlanacak belki bağlanmayacak, otel görevlilerinin bazen kızgın bazen yılışık bakışlarını hep üzerimde hissedeceğim. Ortası yok çünkü bunun. Hem şirret hem de namuslu olmanın yolu yok burada. Kadınsan, yalnızsan, otele gelmişsen... Ne bilsin adam senin ne mal olduğunu?
Bu yüzden gıkımı çıkarmadığım gibi, artık öğrendiğim parolayı çabucak ve “o saatlere dek sokaklarda dolaşan kadınlara” en az onun kadar kızgınlık duyduğumu belli de edecek şekilde ekleyeceğim: “Ne münasebet canım? O saatlere kadar ne işim var benim dışarıda?”
Sessiz bir aferin alacağım otel sahibinden. İkimiz de aynı dilden konuşmanın verdiği rahatlıkla otele yerleşmemi bir imza defterinde mühürleyeceğiz. Bana bir çay söylenecek, etrafa “bacımızdır” bakışı atılacak, ben etrafa bakmadan aceleyle çayımı içtiğim gibi odama yollanacağım. Bir erkeğin korumasına sığınmakta bunca belkemiksiz davrandığım için kendime kızacağım gece boyu. Fakat diğer yandan da bileceğim ki, burası taşra. Burada yabancı bir kadınsan bir erkeğin korumasını reddetmenin bedeli, tüm erkeklerin düşmanlığıyla boğuşmaktır.
Yıllar önce bir iş sebebiyle bu kente göndermişlerdi beni. Ben ki o kent değilse de benzerlerinde büyümüş, gittiğim büyük şehirlerde ne zaman bir yuva özlemi duysam oraları özlemiştim. Komşu teyzeleri, amcaları anlatmıştım beni varsıllıkları, görgüleriyle ezmeye çalışan İstanbullu kızlara; beni dinlemeyenlere. Nasıl mutlu olduğumu orada, hayatın hiç de sandıkları gibi sıkıcı olmadığını, sokaklarının çocuklara ait olduğu bir kentte büyümenin ayrıcalığını... Bunları anlatmıştım. Bu yüzden o kente anneanne evine gidermiş gibi, hem özlem hem de cakayla gitmiştim: “Bak anneanne, hani yıllardır görmediğin torunun var ya, hani büyük şehirlere gittiydi ya. O işte, seni görmediyse de uzun zaman, hiç ama hiç unutmadı. Hadi bana masal anlat yine, hadi bana çorba pişir.”
Oysa gittiğim kent anneannemin sıcaklığını vermediği gibi, kâbus gibi de iki ay yaşattı bana. Yemyeşil düşlediğim şehir blok blok betonlarla, insanlar betondan da beter bakışlarla orada ne işim olduğunu sordu durmaksızın. Ne mahalle aralarında kendimi oraya aitmiş gibi hissettim, ne de tek ana caddede özgür. Bir an önce bitmesi için dua ettiğim iki ayın sonunda, en sonunda memleket hayallerinden kurtulmuş olarak, memur çocukluğunun en büyük sancısını, yurtsuzluğu tamamen bir kurtuluş bellemiş olarak, herkesin ve hiç kimsenin yurduna, büyük şehre döndüm.
O beni kendisine sığdıramayacak kadar küçük kentten kaçarken, başından beri kendimi kandırdığımı düşünüyordum öfkeyle. Ben onlarda yaşamakla gururlandığım şehirlerin hangisine aittim ki zaten? Babam bir memurdu, benimle aynı doğum yerine sahip bir kardeşim bile yoktu. Hep bir yerden bir başka yere göçeceğimi bilerek yaşamıştım. Gittiğim şehirler de bunu bilmiş, bana bir süre katlanılması gereken bir misafire sundukları saygıyı göstermişlerdi yalnızca. Tutunacak bir dalım olsun diye, ben benimsemiştim oraları. Onlar beni hiç kendilerinden saymamıştı ki.
Böylece şu koca dünyada temelli öksüz, köksüz kaldım. Taşra, artık beni kızı olarak görmüyordu.
Kızgındım ve kızgınlığımda haklıydım; annesi tarafından artık istenmeyen bir çocuğun kızgınlığı, kırgınlığı haksız olabilir mi hiç?
Fakat hesaba katmadığım, artık annenin de iyiden iyiye tepesinin atmış olduğuydu. Yıllar boyu gelip gidenlerden, işine geldiğinde yerli, işine geldiğinde yabancı olanlardan, gittikleri yere onu bir turistik hatıra gibi çantalarında taşıyan fakat gerçekte kendisini arkada bırakanlardan sıkılmıştı. Onu asla son durak değil, bir istasyon olarak bilenlerle uğraşmaktan bıkmıştı ve şu çorbayla masal teranesine de fena halde kızgındı.
“Ne çorba var sana, ne masal” dedi bana. “Hangi yüzle bana geliyorsun? Ne kadar değiştiğinle övünmemi nasıl beklersin? Bana hiç ama hiç benzememekle, arkada bıraktığın kardeşlerinin uyduğu kurallara uymamakla övüneceksin ve ben de sana aferin diyeceğim, öyle mi? Hadi oradan!”
Anlaşılan o da değişmişti. Hem de ne değişmek.
Daha çok içine kapanmış gibi duruyordu bir yandan, diğer yandan da açtı. Her şeye. Yeniliğe, değişime, zenginliğe, pırıltıya, insanlara... Büyüdüğünde kendisinden kurtulmayı değil, onunla yaşamayı düşleyen çocuklara, mutlu erkeklere, özgür ve güzel kadınlara, kahkahaya, ışıltılı gecelere. Hiçbirine sahip değildi ve artık hakkını falan düşünmekten de çoktan vazgeçmişti. Sadece istiyordu. Hakkı olsa da, olmasa da. Diğer yandan istediği her şeyin onun sonu olduğunu biliyor, ölesiye korkuyordu hepsinden.
Kendisine öğretileni uygulamış, büyük şehirleri ayna edinmişti. Değerini oradan yansıyan surete göre ölçüyor, o suretten eskilikle, yoksullukla, istenmezlik ve terk edilmişlikle sakatlanmış olarak kendisine akseden görüntüsünü kendi de beğenmiyordu. Bu yüzden artık tevazuuyla değil kızgınlıkla davranıyordu dışarıdan gelenlere. Öyle çok büyük şehir imajı dolmuştu ki o bakıp durduğu aynadan içine, tam kapandığı yerde kendini de yitirmişti.
Benim taşram, ondan uzaklaştığım için güzel kalabilmişti bende. İçinde yaşayanlar içinse bir an önce ondan kurtulmaya çalıştıkları bir cezaeviydi. Artık sadece uzaktan sevilebiliyordu ve bunu bilen herkes ondan kaçıyordu. Ve orada kalanlar kaçmayı becerenlerden nefret ediyordu.
İçinde tutmasının mümkün olmadığı bir kadın görmüştü bende. Onu bu haliyle beğenmemi istiyor fakat o beni beğenmiyor, ona uygun olmadığımı artık, biliyordu. Bu bilincin kızgınlığıyla saldırıyordu bana. Birbirimizi kaybetmiştik. Ama onun kendisini kaybetmişliğinin yanında benim onu kaybedişim neydi ki?
Taşraya dair oluşturduğum anılar bir kız çocuğuna aitti, bir kadına değil. İki ayda, taşranın çocuklar için bir masalcı nine olsa da, büyükler, hele kadınlar için gerçek bir despot olduğunu öğrendim.
Benim büyüdüğüm zamanlarda Anadolu’da kadınlar mutluydu desem, kim inanır bana şimdi? Tamam, belki çocukluğumu sevdiğim için yaşadığım yerleri de seviyor, onları yüceltiyor olabilirim ama tersi de geçerli olamaz mı yani?
Kendine ait bir düzeni olan şehirlerdi benim yaşadıklarım. Evet, muhafazakârlardı çoğunlukla, kolay kolay değişmezlerdi. Fakat bu aynı zamanda sağlamlık da demekti. Aileler bir kez kurulurdu o zamanlar, boşananlar öyle nadirdi ki, çevrenin kuşkulu bakışlarına fazlaca katlanamaz başka yerlere göçerlerdi. Kadınlar bayramlarda babalarının olduğu gibi kocalarının da elini öper, bunu dert etmedikleri gibi övünç de duyarlardı mesela. Fakat diğer yandan yuvaların gerçek sahiplerinin kadınlar olduğunu herkes bilirdi. Erkeği vezir de, rezil de etmek onların elindeydi. Böyle bakılınca da, yapısı aileler üzerine kurulmuş küçük şehirlerde bütün güç kadınların elindeydi. O zamanlar ne babalar kızlarını paraya pula satar, ne de kocalar karılarını terk ederdi. Sokakta rahat rahat gezebilirlerdi, değil sarkıntılıkla karşılaşmak, yan gözle bile bakılmazdı onlara. Gittikleri yerlerde saygıyla karşılanırlardı, otobüslerde yer verilirdi kendilerine, rahatsız olmasınlar diye yanlarına erkekler oturmazdı. Anlaşma böyleydi, bozmak akıllara bile gelmezdi.
Fakat zaten o zamanlarda bir kadının yolu nadiren bir otele düşerdi. O yüzden yalnız başına otele gelen bir kadına, başı dara düşmüş bir gariban gözüyle bakılır, saat kaçta gelmesi gerektiğinin kendisine hatırlatılmasını bir yana bırakın, rahat etmesi için belki de bütün kat kendisine ayrılırdı. Beni şaşırtan işte bu değişimdi. Seksenlerin başında ayrılmıştım buralardan, doksanların ortalarında yine yolum düşmüştü. Bu kadar yılda bunca değişmek de biraz fazla değil miydi? Büyük şehirlerde durum farklıydı, biliyordum ama kadınlara karşı ne zaman bunca gaddar, bunca pervasız davranır olmuştu buralarda da erkekler?
Saygı ve değerbilirliğe dayandığı varsayılan anlaşmayı ilk kim bozmuştu? Büyük şehrin altından taşı toprağı mı, televizyonların siyah beyazdan renkliye geçtikçe daha da arsızlaşıp sahip olamadıklarını yoksunlara tekrar tekrar hatırlatmasıyla tükenen “yoksul ama mutlu” olabilme inancının iflası mı?

12 Mart 2009 Perşembe

Bahar, yeni şeyler, güzellikler...

Daha önce yayınlamış olduğum bir şiiri yeniden ekliyorum buraya affınıza sığınarak. Şu andaki ruh halime öyle denk düşüyor ki...

Tüm dostlarıma, nezaketleri, saygıları, sevgileri için... Değerinizi biliyorum. Bildiğimi sakın unutmayın siz de, e mi?

Keyifli Şiir

Adı keyifli şiir olacaksa
İçine bir kitap koy, tahtadan bir de masa
Huzur da olsun, olmazsa olmaz
Mutlaka demlenen bir çaydanlık sesi koymalısın ortasına

Bir kaç dost sesi uzaktan gelsin
Fazla yakınlaşmaları gerekmez
Orada olduklarını bilelim yeter
Telefonu çaldırdığımızda açacaklarına
Ağladığımızda sarılacaklarına güvenelim

Adı keyifli şiir olacaksa, olmazsa olmaz
Koy içine biraz bahar, biraz kış
İkisini de pencere kıyısından görmüş
Ev halinden anlayan bir de tahta masa

3 Mart 2009 Salı

Sözüm Çoğaldıkça Azalsın Sesim

Ne yapalım tanrı çift kanallı kaydetmiş sesimi
Söylemediklerim
Kullanılmamış, sakat bir yaz
Mahzun, gücenik biraz

Paketinde tozlanmış hediye benim sesim
Testereyle kesilen kumaş
Ne yapalım tanrı öksüz bir dil vermiş bana
Tırtıklı, önceden bitmiş, işe yaramaz

Susmak işte. Has şiirim.
Sözüm çoğaldıkça azalsın sesim.

24 Şubat 2009 Salı

Kitap tanıtımı

Adı Üstünde: Pölsan

Tüberküloz mikrobunun peşinden koşan genç bir öğretmen, yıllar sonra editörünün -en sonunda!- ölümü üzerine yeniden yazmaya başlayan gazeteci, hafıza kaybına uğradığını iddia eden bir savaş suçlusu... Hepsini karıştırıp, bolca mizah ilavesiyle bir kitapta pişirirseniz kendine özgü çılgınlığıyla bir roman elde edersiniz: Pölsan.

Pölsa bir çeşit yemek, Pölsan da İsveçli yazar Torgny Lindgren’in romanı. Yemek olan pölsa imkansızlığın yarattığı bir lezzet; kesimden sonra saklanamayacak etlerin arpa bulguruyla yavaş yavaş pişirilmesi ilkesine dayanıyor. Çeşitliden kastımız gerçekten epey “çeşitli”. Onlarca değişik malzeme var yemekte, fakat ortaya çıkan bütün içindekilerin hepsinden farklı bir tada sahip.

Kitap da bu yemek gibi; “bir ilkbahar, bir yaz, bir sonbahar ve dört kış”tan oluşan yedi mevsimli, soğuk bir İsveç kasabası, olaysız hayatın körüklediği hayal gücü, çocuklara dek uzanan ölümcül hastalık, alt edilmeye çalışılan yaşlılık, dostlukların yitimi, ölüm ilanları yavaş yavaş örülüyor ana malzemeye fakat bütün bu karışımın epey karamsar bir kitap yaratması beklenirken tam tersi oluyor, eğlenceli bir roman çıkıyor ortaya. Bitirdikten sonra kapaktaki ada bir kez daha bakınca kahkahayı basıyoruz, o ad da ince bir mizah duygusunun eseri çünkü; birebir kitabın ve adını aldığı yemeğin tekniğini açıklamakla kalmıyor, ortaya çıkan sonucu bile söylüyor. Her malzemenin/karakterin birbirinden ayrı ve birbirini etkiledikçe yeni bir tat kazanan lezzeti Pölsan.

Bir çocuğun erken gelecek ölümüne üzülenlere şaşırıp “Hayır, müteşekkirim buna” demesinde gülünecek bir yan bulunabilir mi? Ya bir belediye başkanının bir yayınevine yazdığı mektup ne kadar komik olabilir? “Pölsa pişiriyoruz, çünkü başka yemek yapmayı bilmiyoruz” cümlesinde hüzünlü bir taraf var örneğin fakat bu cümle sizi ve kahramanları öylesine bir noktada yakalıyor ki gülmeden edemiyorsunuz. Lindgren’in elinin değdiği her konu şaşırtıcı bir mizahla renkleniyor. Pek alışık olmadığınız, zaman zaman irkiltici de olabilen ama hep akıllı ve değişik bir mizah tarzı bu.

Sadece gülmek için değil yine de bu kitap, aslına bakarsanız gülmek için hiç değil. Yazma eylemi üzerine; yaratma ve gerçeklik üzerine kurulu temelde. “Roman içinde roman” diyor yayınevi kitabın tanıtım yazısında, bana kalsa roman içinde roman içinde roman derdim Pölsan için. Çünkü Lindgren’in edebiyatla uzandığı yerleri okuduktan sonra da anlamaya devam ediyorsunuz, aklınıza geldikçe şöyle diyorsunuz: “Tabii ya!” Çünkü “İnsan hayatının en değerli ve onurlu şeyi anlam yaratmaktır” dedirtiyor bir kahramanına Lindgren. Kendisi de anlam yaratma işinin ustalarından olduğunu kanıtlıyor kitabıyla.

Ayrıntılardan bahsedip sürprizlerin tadını kaçırmak istemiyorum ama romanda bir yerlerde yazarın apansız karşınıza çıkmasını bekleyin derim. Bir de okurken bir amacın kendi başına olmadığını, sizi bambaşka bir amaca hazırladığını bir kez daha fark edeceğinizi söylememe izin verin. Yaşlılığı alt etmek istiyorsanız eğer, sonu gelmez bir haberi yıllar sonra yeniden yazmaya başlayabilirsiniz. Ya da rahatlık, iyi bakım ve güzelce pişmiş patates yahnisi için tüberküloz mikrobunun peşine düşebilirsiniz. Hatta bir savaş suçlusu olup hafıza kaybına uğramanız, yeni bir kimlik edinmeniz fakat hepsini bir parça sosisle değiştirmeniz de mümkün. Sonuçta “Büyük ve yükseltilmiş şeyleri çocuklar ve yetişkinler işte böyle oyuna çevirirlerdi ve hatta şaklabanlığa. Yoksa nasıl onlara tahammül edecek ve sırtlarında taşıyabileceklerdi ki?” diyor yazar.

Torgny Lindgren pek çok edebiyat ödülüne sahip olmasının yanı sıra, 1991 yılında, edebiyat dalında Nobel ödülünün sahibini belirleyen İsveç Akademisi’nin on sekiz daimi üyesinden biri olarak “9 numaralı sandalyeye” seçilmiş. Kitapta yer alan yazar tanıtımında yazarın yetiştiği yöreye özgü bir dil kullanmasına dikkat çekiliyor. Öyle ki İsveç yazınına “Lindgrence” olarak adlandırılan yeni bir lehçe kazandırmış.

Pölsa -tarifinden anladığım kadarıyla- yemek olarak damak zevkinize pek uymayabilir, fakat kitap olarak Pölsan kesinlikle evrensel bir tat.

PÖLSANTorgny Lindgren, Çeviren: Gürhan Uçkan, Nokta Kitap, 217 sayfa, 9,26 YTL.

17 Şubat 2009 Salı

Saçlarım

Yangınortası saçlarım
tarihim
Yana ayırıyorum.

Darağacı saçlarım
sevgin
Kendimi çekiyorum.

Yolyorgunu saçlarım
zaman
Geriye tarıyorum.

Günbatımı saçlarım
yaşlanmak
Uzatıyorum.

9 Şubat 2009 Pazartesi

Ve karşınızda Ayşegül Hanım

"Ayşegül Boşanıyor" benim ilk ve tek romanım. Ondan bir bölümü yaklaşan 14 Şubat hatrına bloguma ekliyorum. Ben bu 14 Şubat'ta Ayşegül'ü seviyorum.


14 Şubat: Bugün de Sevgililer Günü. İyi. Bana ne?
Benim bir sevgilim yok.
Eskimiş, köhnemiş, çatlamış, turşusu çıkmış, kağşamış, çekilmez, berbat, başımın belası, çivisi çıkmış, sallanan, yıkılmak üzere, dayanılmaz, katlanılmaz, sıkıcı, tavsamış, yavşamış, kurumuş, solmuş, boktan, dandik, kurtulmak istediğim, kurtulamadığım, ölümcül, hasta, zalim, bitmesine az kalmış da olsa… benim artık bir evliliğim de yok.
Bugün bana hiç kimse çiçek getirmeyecek. Kimse beni öpmeyecek. “Seni seviyorum” demeyecek. Akşama nereye gideceğimizi düşünmeyeceğim. Cep telefonuma aşk mesajları gelmeyecek.
İç sesim ciyak ciyak bağırıyor sabahtan beri: “Kızım Ayşegül, sen bunca yoklukla nasıl çıkacaksın insan içine? Herkes gülecek sana. Akşam iş dönüşünde her kadın elindeki buketi gözüne gözüne sallayacak. Sen bu dişi silahşörler arasında başın öne eğik, bir suçlu gibi ezik o yollardan nasıl dönüp geleceksin eve?”
Tanrım! Ne yapacağım ben? İşyerinde herkes sevgilisine yapacağı sürprizlerden bahsedecek. Bitmez tükenmez telefon konuşmaları yapacak. Gelen çiçekçi çocuklar, uzun kuyruklar halinde diğer masaların önünde beklerken, benim masamın önü cennete giden yol kadar boş olacak. O boşluktan bana baktıklarında ağlamamaya çalışarak “Hayatında Kariyerinden Başka Hiçbir Şeye Önem Vermeyen Ciddi Özverili Disiplinli ve Hırslı İş Kadını Ayşegül Hanım”ı oynayacağım.
Biliyorum ki bugün en az kırk defa lavaboya gidip, oradan gözlerimdeki kızarıklığı gizlemeye çalışarak döneceğim. Herkes bu muhteşem günün önemli işleriyle meşgul olduğundan bütün işler bana kalacak. Of! Bir de bana acıyarak bakanlar...
Yok! Bu kadarı da fazla. İŞE GİT-Mİ-YOR-SUN. O kadar!
Gitmeyeceğim. Şimdi patronu arayacağım. Bugün Sevgililer Günü. Ben de işe gelmiyorum diyeceğim.
Son hesapta kaç olur?
Pekala, ne var yani? Evet işteyim. Evet, tam da düşündüğüm kadar berbat bir gün. Ama kim müdüründen sevgililer günü nedeniyle izin alacak cesarete sahip ki ben olayım?
Cesaretmiş, pöh! Kimse benim kadar cesur olamaz. İşe geldim, daha ne?
Nilgün’le yemek yiyoruz. Hayır, ben yemek yiyorum, ocep telefonuyla mesaj alışverişinde. Nilgün’ü hiç bu denli meşgul görmemiştim. Sabahtan beri, gelen telefonlara cevap veriyor, çiçekçilere bahşiş ödüyor, harıl harıl mesaj yazıyor. Ben de masada ne varsa silip süpürüyorum hırsımdan.
- Nilgün, tatlını yemeyeceksin değil mi?
- Yok, yok yemeyeceğim. Lütfen sen al.
Evet, ben tatlıyı alayım Nilgün, salatanı ve zeytinyağlı dolmanı da aldığım gibi. Nasıl olsa bu akşam seni Beyoğlu’nun ışıkları, daracık siyah elbiseler, uzun topuklu ayakkabılar ve kırmızı iç çamaşırları, beni ise televizyon karşısı, pijama ve soğuk bir yatak bekliyor. Öyleyse tatlı da benim hakkım.
Ooooh, yiyorum işte. Hatta bu bitsin bir porsiyon daha alacağım.
- Nilgün
- Efendim canım?
- Sevgilinin adı ne?
- Hangisinin?
İmdat! İmdat! Bana üç porsiyon tatlı getirin. Hayır çorbadan başlayın servise. Bir bu kadar daha yiyeceğim.
Patlayana kadar yediğim bir öğle yemeğinden sonra beş-altı soda içmek ve bir o kadar da mide hapı çiğnemekle geçti günüm. Nilgün sevgilileri nedeniyle gayet yoğun olduğundan bütün hesapları onun yerine ben elden geçirdim, müşteri telefonlarına yanıt verdim.
Öğleden sonra Selda arayıp sevgililer günümü kutladı.
- Nasıl gidiyor?
- Cinayet planları yapmıyorum, merak etme.
- Takma kafanı daha taze bekarsın, seneye kırarsın şeytanın bacağını.
- Aman çok umurumdaydı sanki. Siz ne yapıyorsunuz bu akşam?
- Kadirciğimle kumrular gibi başbaşayız işte. İşten izin alıp erkenden eve geldim. Ortalığı temizledim, yiyecek bir şeyler hazırladım, buzdolabında da şampanya var. Pastasına ne yazdırdım bil bakalım.
- Bilmesem?
- Sana aşığım zümrüt gözlüm yazdırdım.
- Zümrüt de nereden çıktı? Kadir’in gözleri kahverengi değil mi?
- Artık değil. Sürpriz hediyem bir çift yeşil lens.
Selda’nın telefonundan sonra iyice çuvalladı midem. Bastırmak için bir paket galeta yedim. Nilgün’ün “Orası olmaz buraya gidelim” gidelim muhabbetlerini dinledim. Midem ve kafam hala bozukken işyerinden çıktım.
Akşam
Sevgililer günü cehennemi akşam eve dönerken yolda da devam etti. Sıra sıra dizilmiş çiçekçileri, ellerinde kırmızı güllerle bekleşen erkekleri, birbirine sarılan çiftleri görmemeye çalıştım.
Hiç mi yalnız insan yok bu kentte? Bir tek ben miyim eşi ya da sevgilisi olmayan gariban? Bir gün başbakan seçilirsem ilk işim sevgililer gününü yasaklamak olacak. Hangi dine sığar oruçlunun yanında yemek yemek?
Suratım beş karış asık, koşa koşa eve geldim. Bütün zavallılığımla kapıyı açmaya çalışırken, kendiliğinden açılıverdi kapı.
Ah benim oğlum! Ne ressam ne bilgisayar mühendisi, peygamber olacaksın büyüyünce. Kapıyı açan genç bir delikanlıydı. Elinde bir buket çiçek. Yanağımdan öpüp “Sevgililer günün kutlu olsun” dedi.
Bir sevgilim varmış da bütün gün fark etmemişim meğer. Benim oğlum, güzel oğlum, canım, biriciğim sevgililer günümü kutluyor. Peki, madem öyle bu akşam rakı içeceğiz. Dur ben şu üstümü değiştireyim de. Pijama ha? Halt etmiş pijamalarım, siyah elbisemi giyeceğim, makyajımı tazeleyeceğim.
Yine Akşam
Her şey iyi hoş ama bu salata tabağındaki şokella da çekilmiyor ki. Hayır, rakıyla da iyice çarpıyor adamı.
Hala Akşam
Sevenin haaliindeeenn sevennleerr annlarrrr gel görr şu haalimiii bir teselliii verrrrrrrrrrrr. Ver ulann ver beeeeeee.. Neden benim sevgilim yok?
Daha da Akşam
Daatırımm ulann burayıı bi başkayımm bu akşammmmm!
En akşam
Başım ağrıyor. Gözlerim yanıyor. Kalbim kırık. Siyah elbiseme rakı döküldü. Oğlum zaten hala akşam faslında uyumuştu zaten. Ben uyuyamıyorum. Gökyüzündee yalnız gezeen yıldıızlarrr yeryüzünde sizin kadaar yalnızııım!
Gece
Yatmaya hazırlanırken Selda aradı:
- Ayşegül sana gelebilir miyim?
- Gel tabii de, kötü bir şey mi var?
- Galatasaray’ın bilmemkimle maçı varmış.
- İyi de Seldacım bu saatte ne maçı bu? Ne alakası var hem? Siz Kadir’le kumrular gibi baş başa bir akşam geçirmeyecek miydiniz?
Hay dilim tutulsaydı da söylemez olaydım Kadir’in adını. Bizim kız başladı hüngür hüngür ağlamaya. Anlayabildiğim kadarıyla Kadir eve gelmiş, onu öpüp sevgililer gününü kutlamış, sonra da maça gitmiş. O sevgili değil bir.. neyse özetle öküzmüş diyelim. Birazdan dönecekmiş Kadir ama eve geldiğinde Selda’yı evde bulamamalıymış. Selda onun istediği zaman geleceği istediği zaman gideceği birisi değilmiş. Zaten artık eskisi gibi uzun, ateşli mesajlar değil, “seni seviyorum” diye baştan savma mesajlar atıyormuş Selda’ya. Belki de başka birisi varmış hayatında.
İki çift laf edecek halim de yok ki kendimi toparlayıp sakinleştireyim kızcağızı. Zaten gerek de kalmadı “Hah kapı çalıyor, geldi beyefendi. Dur ben şunun canına bi okuyayım yarım saat sonra sendeyim” dedi, kapadı telefonu.
Bu ne şimdi gece gece? Aman neyse ne, ben yatağıma gidip uyuyayım. Nasıl olsa barışırlar birazdan. Nasıl gelecek Selda bana gecenin bu saatinde?
Hala Gece
Selda geldi. Beş dakika sonra da Özetle Öküz Kadir peşinden. Şimdi salonda bağrış çağrış kavga ediyorlar.
İyice Gece
Hala kavga ediyorlar. Ben yaklaşık bir saattir Deniz’in odasındayım. Burada mahsur kaldım.
Benim bir sevgilim yok. Kocam da yok. Aklımı seveyim.
Sevgililer Günüm kutlu olsun. Aferin bana!

Not: Kitap için http://www.ideefixe.com/Kitap/tanim.asp?sid=DYK71K2K6B4B1AZZMNIK adresine bakabilirsiniz.

4 Şubat 2009 Çarşamba

Mim

Ekmekçikız beni mimlemiş. Elimizdeki kitabın 161. sayfasının 5. satır ya da cümlesini yazacakmışız.

Elimde ne var? ("Ayaklarım zincir/Dört bir yanım duvar/Elim cebimde cebim delik/Elimde ne var?) demeden geçemeyeceğim, güzel şarkıydı, di mi?) Elimdeki kitap Margaret Weiss ve Tracy Hickman'ın Ölüm Kapısı serisinin üçüncü cildi olan Ateş Denizi... İthaki Yayınları'ndan çıkmış.

5. satır karışık olduğundan 5. cümleyi yazıyorum direkt:

"Evet," diye kabul etti Baltazar, "ölülerimiz olmadan, biz yaşayanlar hayatta kalamazdık"

"Vaay, anlama bak cümledeki" dediniz değil mi bunu okuyunca? Ben de öyle dedim. Ama hayallerinizi yakıp günümü ısıtasım var. Canlarım, kazın ayağı öyle değil. Bu bahsedilen ölüler bildiğiniz zombi ayol. Hani bildiğiniz zombi nasıl oluyor ben de bilemeyeceğim ama cümle içinde kullanmak gerekirse "Ben zombi gördüm" diyebilirsiniz. Iyyy... Vazgeçtim demeyin... Allah göstermesin.

Ben Uçuşuk'u mimliyorum. Çıksın akı karası onun da ortaya, hadi bakalım.

P.S. I Love You (o da güzel filmdi) Ekmekçi'm, gülüm...

30 Ocak 2009 Cuma

Düşük Şarkı

Büyümek zaman ister
Bazen bir ömür yetmez
Yüzünü görmeyeceğim sevgili anne
Koyver gitsin akmayı bekleyen kan
Benim büyümeyeceğim belli en başından

Bana açtığın güzel koyaktan
Bir selam da ben verirdim ama
Baksana beni de alırsa taşacak dünya

Benim yerime bir şarkı taşı dudağında
Yitirme koynundaki geveze kuşu
Kalbine taş taşı, su ver güzel aklına
Çiçekler tut, kolonya geçir
Rahminde yeşert beni sonraya

20 Ocak 2009 Salı

1002. Gece Masalları

"1002. Gece Masalları" 2005'de Metis Yayınları'ndan çıktı. Yiğit Değer Bengi'nin hazırladığı fantastik kurgu seçkisinde benim de bir öyküm yer alıyordu. Kitap hakkındaki bilgilere ekteki linklerden ulaşabilirsiniz, hikayenin bir kısmı ise aşağıda. Devamını okursunuz artık kitaptan:)

http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Book.asp?ID=1887

http://www.ideefixe.com/Kitap/tanim.asp?sid=D79CCC0BK05G70HN0PVG

Ellerinizi Arkanızda Tutun!


Onu bir yaz günü tanıdım. Gökyüzündeki bulutları omuzlarına almışçasına ezik yürüyordu. Etrafındaki ağaçlar da ona bu zahmetli işte yardım etmek istercesine dallarını bükmüş, onun gibi eğilmişlerdi. Her yerde yerçekiminin o yararlı tutsaklığı hissediliyordu; ağaçlarda, demir ayaklarını asfalta iyice gömmeye çalışan banklarda, adamın bükük sırtında, hatta yere iyice yapışmış gibi görünen gökyüzünde bile.
-Şunu bir dakika tutar mısınız? dedi bana.
- Pardon? Bana mı seslendiniz?
- Evet, siz. Çok yoruldum. Bir dakika tutabilir misiniz şunu?
Bana uzattığı kollarına baktım. Boştu.
- Af edersiniz, anlayamadım. Neyi tutacağım?
- Görmüyor musunuz? Bunu işte! Tutun azıcık ne olur.
Bir kaçıkla karşı karşıya olduğumu düşündüm. Bir an bu ıssız, büyük parktan kaçmak geldi aklıma ama peşimden koşup beni yakalayabileceği ihtimali ayaklarımı yere çiviledi. Ben şaşkın şaşkın bakınırken, o bin bir zahmetle bana doğru iki adım atmış, yanıma gelmişti bile.
- Lütfen, sadece bir dakika, demesiyle kollarıma bir ağırlık bırakması bir oldu.
Küt diye yere yapıştım.
- Bu da ne? Neler oluyor? Bana ne yaptınız?.
Bir yandan da bana yüklediği ağırlığı atmaya çalışıyordum. Soğuk, yapış yapış bir şey vardı sanki kollarımda, çok ölü, çok ağır, çok soğuk, çok… çok… çok tanımlanamaz. Ama gözlerimi ne kadar açarsam açayım göremiyordum onu.
- Korkmayın, sadece bir dakika dedi adam.
Üzerinden büyük bir yük kalkmışçasına derin bir oh çekti. Kan dolaşımını düzenlemek istercesine kollarını salladı, belini ovuşturdu.
- İki gündür benim elimde, dedi sonra. Kusura bakmayın biraz da sizi kandırmak gibi oldu ama dayanamadım daha fazla. Evde çocuklarım, karım var, anlıyor musunuz? Üstelik onca zamandır bir lokma yiyemedim, bir bardak su içemedim.
Dehşetle,
- Ne demeye çalışıyorsunuz? diye sordum. Ne yani şimdi bu… bu … işte bu elimdeki her neyse onu bana bırakıp gidecek misiniz?
- Karım ve çocuklarım evde beni bekliyor, dedi yine. Özür dilerim ama sanırım evet, böyle yapacağım. Siz de benim gibi yapar, birisini bulup başınızın çaresine bakarsınız artık.
Arkasını dönüp gitmeye hazırlandığını görünce dehşetle bağırdım.
- Lütfen! Bana bunu yapamazsınız.
- Bal gibi de yaparım, dedi omzunun üstünden bakıp. Ne yapalım, siz de buradan geçmeseydiniz.
- Ama bakın, ben sadece ellibeş kiloyum. Sizse kocaman adamsınız, hiç olmazsa daha dayanıklı birini bekleyemez miydiniz?
- Elinizde tuttuğunuzu taşıyacak kadar dayanıklı hiç kimseyi tanımıyorum, takmayın kafanıza. Siz yere düşmemesine dikkat edin yeter. Herhangi bir yere götürmeniz gerekmiyor.
- İstesem de götüremem ki zaten, dedim, kollarım önde, yere yapışmış yüzükoyun yatarken.
Omzunu silkmekle yetindi.
- Kusura bakmayın, dedi tekrar. İnanın bunu size yapmak istemezdim ama iki gündür bu parktan birinin geçmesini bekliyorum. Ne yapalım, siz çıktınız işte karşıma.
Havanın güzelliğine aldanıp da beni dışarı sürükleyen lanet olasıca ayaklarımla yeri tekmeledim. Kollarımı kımıldatabilseydim, “Kusura bakmayın” diyen ama beni bu beladan kurtarmak için kılını bile kımıldatmayan bu adama bir de yumruk savururdum. Ne yazık ki yapamıyordum.
Birden bire gülmem tuttu halimi düşününce. Elimde göremediğim bir ağırlıkla yerde yatıyordum. Beni bu halde birisi görse ayağa kalkamadığıma inanmazdı bile.
- Bir dakika, tamam anladım gideceksiniz ama hiç olmazsa elimdekinin ne olduğunu söyleyin.
- Boş verin, dedi yine. Ne olduğunu öğrenip de ne yapacaksınız? Elinizde tutun öylece yeterli.
- Peki siz görebiliyor musunuz bunu?
- Hayır, göremiyorum. Zaten görmek de istemem. Neyse, bana müsaade. Dediğim gibi karnım çok aç ve susuzum. Üstelik evdekiler de beni merak etmiştir. İzninizle.
Alay eder gibi bir selam verdi. Gitmek üzereyken son bir çare geldi aklıma.
- Çantam! Çantamda su ve sandviç var. Eğer bir-iki dakika daha yanımda kalırsanız onları size verebilirim.
- Hımm… Neli?
- Ne neli?
- Sandviç.
- Peynir, salam ve domatesli.
- Salam mı? Hiç sevmem. Teşekkürler ama ben karımın yanına gideceğim. Şöyle nefis bir kahvaltı çekiyor canım.
Çaresizlikten ağlamaya başladım.
- Lütfen, bunu yapmayın, dedi adam yanıma diz çöküp. Ağlayan kadınlara dayanamam.
- Ah! Bir kalbiniz var demek? Hiç belli etmiyorsunuz ama.
- Peki peki. Hatırınız için sandviçi yiyeceğim. Ama siz de susacaksınız tamam mı?
- Tamam.
Çantamdan sandviçle suyu çıkardı. Şişeyi kafasına dikip kana kana içtikten sonra derin bir “Oh!” çekti.
- Biliyor musunuz, su gibi nimet yok derken doğru söylüyorlar. Açlık neyse de, bu susuzluk canıma okumuştu.
Sesimi çıkarmadım. Kafam hızla çalışıyor, elimdeki bu yükten nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. “Düşün” dedim aklıma “Lütfen bir şeyler düşün. Bu adamı ikna edecek bir şey olmalı.”
Adam salamları çıkarıp bana uzattı.
- Yemek ister misiniz?
- Hayır, şu anda canım hiçbir şey istemiyor. Çöpe atın.
- Ama bir süre sonra çok acıkacaksınız, isterseniz yanınıza koyayım. Başınızı hareket ettirebiliyorsunuz nasılsa, yersiniz.
- Öf, çekin şunu burnumun ucundan. Bir salam kokusu eksikti sanki başımda.
- Sevmiyorsanız neden salamlı yaptınız sandviçi?
Tanrım! Sadece bir sandviç yiyecek kadar yanımda kalacaktı ve konuştuğumuz şeye bak! Mantıklı bir şeyler söylemeye çalıştım.
- Af edersiniz isminiz neydi?
- Neden soruyorsunuz?
- Size nasıl hitap edeceğimi bilmek istiyorum.
- At...
- At mı?
- Yani şey… Bana Atilla diyebilirsiniz, kendi ismimi pek sevmem de.
- Peki Atilla Bey, siz sandviçi yerken bir iki soru sorabilir miyim?
Kıtlıktan çıkmışçasına lokmaları ısırırken kafasını salladı.
- İki gün önce bu şeyi aldığınızı söylemiştiniz değil mi?
Yine kafasını salladı.
- Peki bunu size kim verdi?
- Parktan geçiyordum sizin gibi. Yaşlı bir adam vardı burada, iki büklüm görünce yardım etmek istedim.
- Ne yani, siz isteyerek mi aldınız bu şeyi adamdan?
Utangaç utangaç başını salladı yine. Sonra dayanamayıp ekledi.
- Ne yapayım, dayanamadım işte o halde görünce. Anlarsınız, bunamış olabileceğini düşündüm, elinde bir şey taşıdığını zanneden bir deli olduğunu ya da. Maksadım ortada herhangi bir yük olmadığına inandırmaktı onu.
- Aferin! Şimdi sizin aptallığınızın ceremesini ben çekiyorum yani? Peki bana neden acımıyorsunuz?
- Acıyorum ama siz bunu birine vermeyi daha kolay başarırsınız, eminim. Böyle ıssız bir yerde yalnız ve güzel bir kadına yardım etmeyi kim istemez?
İşte bu hiç aklıma gelmemişti. Demek ıssız bir yerde, yalnız ve güzel bir kadın ha? Bu tek başına bile başlı başına bir sorunken, kesseler kımıldayamayacak bir halde, kollarında ne idüğü belirsiz bir ağırlıkla yere yapışmış yatan, yalnız bir kadın! Başıma gelebilecekleri düşünmek bile istemiyordum. Can havliyle kollarımı, ellerimi, hiç olmazsa parmaklarımı kımıldatmayı denedim tekrar. Mümkün değildi.

.......

13 Ocak 2009 Salı

Que Vadis?

Kaderi dorusunda taşıyan
Kör bir demirden attır zaman
Deh deyince gitmeyişi bundan

Gözü bağlı bir atlıdır hayat
Kör bir demirden atın üstünde oturan
Durur gittiğini sanarak
Mahmuzu fazlaca kullanması bundan

Gözü bağlı atlının terkisindeki çocuk
Kör bir demirden atın üstünde oturan
Kaç nesildir bu yoldasın?
İki köre bağlanmış ki cesaretin
Kör kere kör umudun bundan.