30 Temmuz 2008 Çarşamba

Buzul Öykü-Son


3. Tanrısallık: Çoluk Çocuğa Karışma Faslı

Lanet olası Şovamigi’den lanet olası Terranika’ya gidiyorum. Bütün bu öyküyü mola verdiğim vadide, buzdan bir ağacın altında oturmuş eski günleri yad ederken anlattım size. Tims şeftali yemek istedi çünkü. Üstelik Şovamigi’deki şeftalilerden değil de Terrranika’dakilerden istiyormuş. Hayır, emin olun ki aralarında bir fark yok, ikisi de şeftali işte. Ama bunu Tims’e söyleseniz, size o can alıcı gülümseyişlerinden biriyle bakar ve şöyle der: “Ben Terranika’dan bir şeftali yemek istiyorum ama!”
O böyle söyleyince siz de isteğini çok mantıklı buluverirsiniz. Sonra buzlarla dolu bu garip vadide, buzdan bir ağacın altında aklınız başınıza gelir ve evrenin şeftaliler, şaraplar ve arabalarla dolu bir gizem olduğunu düşünmeye başlarsınız
Bazen diyorum ki, acaba Tims o gün benim yanımda yer almasaydı da, ben T’Hoddor’la kavga etmek zorunda kalsaydım ne olurdu? Belki yenerdim T’Hoddor’u. Üç başlı kamçısını bir güzel yutturur, kaynadamlarının ağzından alev alev birer yanardağ patlatırdım. Belki de her şey tatlıya bağlanırdı. Barışır, Fantina’nın partisinden geri dönüş yolunda şarap kadehlerimizi tokuşturup dedikodu ederdik diğerleri gibi.
Ama böyle olmadı. O gün T’Hoddor’a “Ne istersen yaparım” dediğimde, kaderimi değiştirdim. Bir zamanlar kendi ellerimle yarattığım, nefesimle pembeye boyadığım güzelim dünyayı buza çevirdim.
Adı Mewurpuydl’du buranın. En sevdiğim dünyamdı. Gençliğimin en ateşli çağlarında yaratmış, özenle işlemiştim her ayrıntısını. Meyve ağaçları vardı en çok, uzaya çıkmayı başarabilecek denli zekileşmiş bir canlı türü ve binlerce irili ufaklı başkaları. Şimdi altında oturduğum şu buzdan ağaç örneğin -ağaç bile denmez ya artık, buzdan bir ağaç heykelidir şimdi kendisi- bir zamanlar üç ayrı cins meyve verirdi. Dallarında rengarenk kuşlar, böcekler konaklardı. Oysa şimdi sadece karlara açıyor gövdesini, sarkıtlar sallanıyor dallarından meyve yerine.
T’hoddor’a “Ne istersen yaparım” demeden önce Tims bir şeftali isteseydi benden, böyle donaraktan yollara dökülmezdim, envai çeşit ağaç yaratırdım bir göz kırpışımla.
Oysa böyle olmadı. T’Hoddor’a “Ne istersen yaparım” dedim ve o da bana “Ne istersem mi?” dedi. “Evet” dedim ben, en coşkulu halimle. “Değil mi ki Tims boynuma sarıldı ve değil mi ki kendisini tehlikeye atarak korudu beni, ne istersen yaparım. Bunlar senin sayende oldu soylu tanrı.”
“Mewurpuydl” dedi bana.
İçim cız bile etmedi dersem inanın, Tims’e duyduğum sevgi o denli kör etmişti gözlerimi.
“Tabii ki senindir. Al, ne istersen yap.”
“Yok,” dedi. “Ben orayı almak falan istemiyorum, seni gidi kendini beğenmiş! İstesem daha güzelini yaratırım. Ne yapayım o çirkin yeri? Ben, senin Mewurpuydl’da yaşamanı istiyorum.”
“Ama bunun neresi ceza ki?” dedim aptal aptal. “Ben Mewurpuydl’u çok severim. İstediğin orada kalıp asla çıkmamamsa da kabul ediyorum, hem de sevinerek”
“Bir tanrı olmayacaksın ama oradayken.”
“Tanrısal yeteneklerini elinden almayacaktık hani? Bana söz vermiştin.” diye atıldı Tims.
“Hayır, hepimizin sevdiği,” dedi T’Hoddor, Tims’e. “Hayır, sana verdiğim sözü elbette tutacağım. Terrabikka kardeşimizin tanrısal yetenekleri umurumda bile değil. Hoş, zaten pek de yetenekli olduğu söylenemez ya, neyse. Tam olarak şöyle açıklayayım Terrabika’dan istediğimi: Mewurpuydl’u buzlarla donatacak öncelikle. Sonra da tanrısal güçlerini işe karıştırmadan buzdan bir canlı yapacak. Bir tek canlı, istediğim sadece bu işte. Yaratsın onu ve bitsin cezası.”
Bakın, biz tanrılar pek çok kötü şey yapabiliriz. Yalan söyleyebiliriz, hırsızlık yapabiliriz, binlerce canlıyı bir anda gözümüzü bile kırpmadan yok edebiliriz. Fakat verdiğimiz bir söz varsa ortada, asla geri dönmeyiz. Ne pahasına olursa olsun tutarız sözümüzü. Bu nedenle, T’Hoddor’un istediğini bir tanrıyken yapamadığım gibi, bir yaratılmışın yetenekleriyle asla yapamayacağımı bilsem de “Ne istersen” dediğim için gıkımı bile çıkaramadım. O anda tanrısal yaşamımın sona erdiğini anladım. Evet, Flazban gibi unutuşun pençesinde kıvranmayacaktım, tanrı olduğumu anımsayacaktım ama sorarım size, bu daha kötü değil miydi? Kılını bile kıpırdatamamakla cezalandırılmış biri, tanrı olsa ne fark eder?
Böylece Mewurpuydl’a geldim. T’Hoddor’un istediği gibi bütün dünyamı buza çevirdim. Tek başıma oturup baktım sonra ve sonsuz cezamı tamamlamak üzere ellerimi kullandım.
Ellerim pek de işe yaramadı elbette. Ancak yaptığım seçim bir işe yaradı. Tims beni ziyarete geldi bir gün.
“Zavallı Terrabikka,” dedi. “Buzdan bir canlı yaratamayacağını biliyorsun değil mi? Hele de bu haldeyken.”
“ Uğraşıyorum,” dedim ben de ona. “Biraz zor olacak ama zamanım çok ne de olsa. Olasılık hesaplarını hatırla. Diğer yandan canlılarımla uğraşmaktan da kurtuldum. Altın yumurtalarla, doymak bilmeyen penguenlerle ya da balıkçıların istekleriyle başım ağrımıyor artık. Bu hiç de fena sayılmazmış, biliyor musun?”
“Bak ne diyeceğim, hazır bol bol zamanın varken neden biraz bir şeyler yaratmıyoruz birlikte?”
“Ben yaratamam ki,” dedim boynumu büküp. “Biliyorsun, cezalıyım.”
“Of, ne taş kafalı olmuşsun görmeyeli! Öyle değil aptal şey. Hani yarattıklarımızın yaptığı gibi. Anlıyor musun?”
Anlamaz mıydım? Biz tanrıların canlılarımıza verdiğimiz en büyük hediyeydi kendilerine benzer canlılar yaratma keyfi ve şimdi canım Tims, bunu birlikte yapmayı öneriyordu bana.
Binlerce farklı yaratma yöntemi geliştirdik. İpek kanatlı sapposlara dönüştük, çifleştik. On iki vantuzla birbirlerine yapışan ve on iki yıl böyle kalabilen gagiler gibi yaptık. Flört dönemleri bin yıl süren utangaç obuzziler gibi, aşklarının türküleriyle birbirlerini tavlayan pul kanatlı sazmyeller gibi, doymak bilmeyen iştahlarıyla koca göbekli kettsmeler gibi kur yaptık birbirimize. Denizde, havada, karada, her yerde, binbir kılıkla, binbir değişik duyguyla seviştik.
Bundan sonrasını kısa keseceğim izninizle, çünkü mutluluğun söyleyecek fazla sözü yoktur.
Tims bir süre sonra yanıma yerleşti. “Benim canlılarım başının çaresine bakmayı bilir nasılsa” diyordu. “Hem seni burada yalnız bırakmaya kıyamıyorum”
Şovamigi’yi ve Terranika’yı yaptı bizim için, içine canı ne çekerse onu doldurdu. Cezalı olan Tims değildi ki. İstediğini yapabilirdi o, kim karışır?
Eh, gördüğünüz gibi tanrıydım bir zamanlar, şimdi ise sevişmekten başka bir işe yaradığım yok. Peki, buna üzülüyor muyum dersiniz? Tabii ki hayır.
Evet, Tims giderek daha fazla talepkar davranıyor. Şeftaliyi oradan değil de buradan istiyor. “Canım biraz yalnız kalmak istedi” deyip beni Terranika’daysak Şovamigi’ye, Şovamigi’deysek Terranika’ya gönderiyor. İkide bir “Benden sıkıldın artık” diyor, bin bir şaklabanlıkla sevgimi göstermek zorunda bırakıyor beni. Ama o güzelim kirpiklerini kırparak ya da solungaçlarını oynatarak ya da o anda hangi canlıya dönüşmüşsek onun en güzel yerleriyle bir şeyler yaparak yeni canlılar yaratmamızı istediğinde, bunun tanrısal yaşamım boyunca yaptığım en iyi seçim olduğunu düşünüyorum.
Sadece seviştiğimizi söylüyor bana, yaratmak tanrılara özgüymüş. Pöh, kim takar? Ne derse desin adına, yaptığımız bu işten öyle keyif alıyorum ki. Ulu evren adına yeminler olsun, yarattığım hiçbir canlı, bedenimle yarattıklarım kadar sevindirmemişti beni.


28 Temmuz 2008 Pazartesi

İşte geldim, burdayım

Merhaba, merhaba!

Tatil bitti, işe başladım. Sabahın bu saatlerinde işe dönmüş olmak gayet güzel görünüyor, herkeste bir neşe, bir sevimlilik. Özlemişiz birbirimizi.

Tatili şöyle özetleyebilirim: Sıkılacak kadar çok dinlendim. Ne işe güce ne yazıya zaman ayırdım, aylak aylak oturdum evde öyle. Fena da olmadı aslında.

Buzul Öykü iki hafta önce bıraktığım yerden devam ediyor. Herkese selam, sevgi.


Buzul Öykü-4:
Şarap ve Yarışma Faslı

Keşke o şarabı kestaneden değil de üzümden yapsaydı Fantina. Keşke o arabayı bir gökkuşağı değil de karanlık bir dehliz olarak tasarlasaydı. Zaten yeterince duygusallaştığım bir anda bu iki muhteşem şey felaketim oldu.
Bir buztanrısal başarısızlıktan değil, içimizi ısıtan bir Hoşgeldin Evrene’den dönüyorduk. Gençlerden birinin, Fantina’nın, ustalıkla gözümüzü kamaştırdığı bir yaratılışa tanık olmuştuk. Kalpleri ezecek denli güzel bir gösteriydi. Tek bir tohuma sığdırdığı dünyasını, gümüş damlalar serperek açtırmıştı Fantina.
Tohum önce renksiz, küçük bir kürecikti. Boşlukta korunmasız, doğruyu söylemek gerekirse korunmaya da zaten değmeyecek sadelikteydi. Ama sonra Fantina’nın soluğuyla dönerek renklenmeye başladı. Hızla çevirdi onu Fantina ve dünyasıyla ikisi çılgın bir hızda dönerek boşlukta büyüdüler, büyüdüler. Küreden çıkan renkler Fantina’yı, Fantina’dan yayılan ışık küreyi kuşatıyordu. İkisi bir oldular gözümüzün önünde. Çiçekler açtırdılar. Hayvanlar çoğalttılar. Rengârenk dağlar, pembe günbatımları, yeşil mücevherlere benzeyen göller yarattılar. Fantina gümüş damlalar yağdırdı gözlerinden. Bütün her şey yerli yerine oturunca, ellerini son kez açtı. Avucundaki minicik iki canlıyı yeni dünyaya bıraktı: “Bunlar” dedi, “Benim imzam.”
Fantina ilk dünyasını yaratmıştı böylece. Canlıları kendisinin birer kopyası olarak tasarlamıştı.
Coşkuyla alkışladık onu. İçimizden hiçbiri herhangi bir canlıyı kendi suretinde tasarlayacak kadar çok sevmemişti o güne dek. Koma’Welli bile, neredeyse taparcasına sevdiği o iki aptala bu hediyeyi vermeyi düşünmemişti. Sadece bu yaptığı için bile olsa, Fantina o andan itibaren büyük bir tanrı sayılabilirdi artık.
Sürekli gülümseyen Tims’in bile bu güzellik karşısında gözleri yaşarmıştı. Bana sokuldu, kolunu boynuma sararak,
“Oh, Terrabikka, şuna bakar mısın?” dedi. “Bu olağanüstü!”
Merhaba.
Bu kadar zamandır size bir şeyler anlatıyorum ama adımı bilmiyorsunuz. Tims’in de söylediği gibi ismim Terrabikka. Orta yaşlı tanrılardanım, ne çok genç, ne çok yaşlı. Orta kıratta dünyalar yaratır, orta karar canlılar yaşatırım. Kahramanları da sevmem, korkakları da. Yumuşak kıvrımları, mutedil havaları, güzel sesleri ve pembeyi severim. Dünyalarımdan herhangi birinde olağanüstü bir şey olduğu görülmemiştir. Haksız davranmam canlılarıma ama birbirini yemeyenlerden oluşan dünyaları da sağlıksız bulurum. Klasik ölçülerim vardır. En fazla pembeyi bolca kullandığım söylenebilir -o da söylenirse- hakkımda. Başkaca bir aşırılığım yoktur.
Ama işte tam o anda, Tims’in adımı bana da, size de söylediği o anda, bir de kollarını boynumda hissediverince ben de baştan çıktım. Değil benden, en manyak tanrılardan bile beklenmeyecek bir şey yaptım. Islık çala çala vurdum ellerimi birbirine, ellerimden çıkan ayı pembeye boyayarak Fantina’nın dünyasının yanına kondurdum. Fantina’ya da dedim ki;
“Yaratına karıştığımı düşünme sakın. O kadar güzeldi ki bu yaptığın, dayanamadım o iki minik canlıya ben de bir hediye vermek istedim. Kabalık yaptığımı düşünürsen hemen geri çekerim hediyemi.”
Güzelim Fantina;
“Öyle şey olur mu ustam?” dedi tüm kibarlığıyla. “Dünyamı onurlandırdınız benim. Hangi tanrıya nasip olmuştur ilk dünyasına bir ustanın elinin değmesi?”
“Sen tüm evreni onurlandırdın yaptığınla,” dedim ben de ona. “Herkese nasip olmaz bu kadar güzel bir dünyaya sahip olmak. Peki, dünyanın adı neymiş?”
“Oh! Sormayı unutmuşum,” dedi Fantina ve hepimiz kahkahayı basıverdik.
İşte bu olacak şey değildi. Biz tanrılar için adlar çok önemlidir çünkü. “Adını bilmediğin bir şeyi yaratabileceğini düşünme bile” Tanrılar Kitabı’nın ikinci maddesidir. Ve birinci madde, “Önce söz vardı” der. Dolayısıyla Fantina’nın söylediği sadece bir şaka olabilirdi. Pek başarılı bir espri olmasa da, cesaretini ödüllendirmek için kahkahayı bastık.
Tims,
“Yapma hadi,” dedi. “Şakayı bırak da söyle şunun adını.”
“Sevgili Tims, gerçekten şaka yapmıyorum. Bu dünya için öyle çok uğraştım ki, o uğraş sırasında adını sormayı unuttum.”
Donakaldık. Buz tanrılar halimizi o an görebilseler sevinçten uçarlardı herhalde. Ama onlar da aynı şaşkınlıkla donakaldıklarından bizi fark edecek halde değillerdi.
“Ne demek istiyorsun?” dedi Kalfidan, güneşleri seven tanrı. “Sen şimdi bize isimsiz bir dünyayı yaratmayı becerdiğini mi söylemeye çalışıyorsun?”
“Saçmalama!” diyerek atıldı Zampamparam, çeşit çeşit ayların tanrısı. “Tabii ki öyle bir şey söylediği yok. Değil mi Fantina?”
“Ama öyle,” dedi Fantina da, ilk isimsiz dünyanın tanrısı. “Bu dünyanın bir adı yok. Söyledim ya, unutmuşum işte. Bu o kadar önemli mi? Ne oldu şimdi hepinize?”
“Yalan söylüyor,” diye bağırdı Klabistan, buz tanrı. “Yalan söylüyor. Başından beri bize hava atmaya çalıştığını fark etmediniz mi? Neydi o gösteri öyle, yok gümüş damlalar, yok kendi suretinde yaratıklar falan filan. Buna bal gibi yalancılık derler.”
Hepimiz bir kez daha, daha fazla donmak ne kadar mümkünse o kadar donduk. Buz tanrıların aşırılığını hepimiz biliyorduk ama o ana dek bir başka tanrıyı yalancılıkla suçlayacak kadar ileri gidenine hiç rastlamamıştık.
Zaten o an daha önce hiç olmamış şeyler oluyordu. Bir tanrı adını bilmediği bir dünyayı yarattığını iddia ediyor, diğeri de ona yalancı diyordu. Ben zaten baştan sapıtmış, bir başka tanrının yaratısına kuş kondurmuştum. Eh, şimdi siz söyleyin bana, daha fazla sapıtmamam için beni kim tutacaktı?
Hiç kimse.
Zaten ben de, kimsenin beni tutmasına fırsat vermeden Klabistan’a bir yıldırım fırlatıverdim. Yıldırım, onun yarattığı ve yaşatmayı beceremediği zavallı buz yaratıklardan birine dönüştü ve şöyle dedi:
“Yalancı sensin. Beni de yaşayacağımı vaat ederek yaratmamış mıydın, ha?”
Klabistan mosmor oldu ve emin olun hiçbir şey fark etmedi. Zaten mordu rengi. Ama benim ne yaptığımı fark etmeme olanak sağlayacak kadar hışımla döndü bana.
“Sen ha? Bugün kendini aştın bakıyorum. Haddini bildirecek birileri gerekiyor sana.”
O anda yaptığım hatayı fark ettim ama ne çare, iş işten geçmişti. Buz tanrıların olanca ezikliklerini, hınçlarını Klabistan’ın etrafında topladıklarını gördüm.
Krişwatta’nın elinde yılan biçimli buz parçaları belirdi. Yılanların soğuk kanlarıyla buzdan hayata can verebileceklerini düşünmüş, yanılmıştı. Yanılgılarından nefret etmekten bıkmıştı. Onları yöneltecek birini bulduğu için ne kadar mutlu olduğunu görebiliyordum yılansı gözlerinde. Yanılgılarından ötürü benden nefret ediyordu.
Hetdany şeker kılıçlarını çıkardı belinden. Şekerin soğuğa dayanamayacağını düşünmemişti. Aptallığına kusur bulamayacak kadar da tanrıydı ama. Hesaba katmadığı aptallığı yüzünden nefret ediyordu benden.
Kristal küreleriyle kertenkele pençelerini uzatmış Sheyda’yı gördüm. Sadece büyüklük kompleksiyle ateşle buzu bir arada kullanır ve elbette can veremezdi buza. O kadar da büyük olamayabileceğini söyleyen sağduyusundan dolayı nefret ediyordu benden.
Başkaları da toplandı yanlarına. Buz tanrılar bir yandaydı şimdi, biz diğerleri öbür yanda.
Evrenin bütün meraklı ruhlarının olacakları görmek için çevremize toplandığını hissediyordum. Bu gerginliğin ortasında, birden Tims kendini ortaya attı.
“O öyle demedi.” dedi.
Ben ne demediğimi anlamaya çalışırken T’hoddor’u gördüm. Buz tanrıların ortasından boyu uzayarak sivrildi. Elinde Flazban’ın tanrısal yeteneklerini hapsettiği kafes duruyordu. Sekiz gözünü üzerime çevirmiş, yoğun bir açlıkla bakıyordu bana. Üç başlı kamçısını kaldırdı. Kamçının ucundaki kaynadamların ağzını açışını gördüm.
Her şey olabilirdi o anda. Ama çoğunlukla olduğu gibi bir mucize gerçekleşti. Diğer boyutlardaki tanrısal yaşamlarımda ne olduğunu bilmek bile istemem lakin benim farkında olduğum boyutta T’hoddor’la aramıza bir ışık topu düşüverdi. Hızla hareket ediyor, T’hoddor’un etrafında dolanıyordu.
“Pes ama. Bu kadarı da olmaz artık” demeyecek kadar çok şey gördüm ben, inanın. Fakat o ışığın çıkardığı ses bana bunu dedirtti:
“Pes ama! Bu kadarı da olmaz artık!”
Çünkü o ışık, ben bunu söylerken,
“T’hoddiiiiii, T’hoddiciiikkk” diyordu buz tanrıların en korkulanına. “Hadi yakala beniiii!”
T’hoddor ne yapacağını şaşırmıştı. Neredeyse parmakları kadar sık kullandığı buz kılıçlarını fırlattı ışığa. Oysa buz kılıçlar ışığa ulaştıklarında, uçlarındaki ruh emici kaynadamlar onu T’hoddor’un kafesine çekeceklerine, Tims’in en komik dünyalarından birinde yaşayan şişko ve ayyaş cücelere dönüşüp “Ey mutlu evren, şişko bacaklar” adlı ulusal marşlarını söylemeye başladılar. Bir yandan da koca göbeklerini sallayıp müstehcen hareketlerle eteklerini çekiştiriyorlardı.
Aksakallı cüceler adına! Erdenren’in yüce ermişleri adına! Coşkulu günbatımlarının, kestane şarabının ve gerilmiş sinirlerin üstüne bu kadarına dayanamadık artık. Deliye dönmüş temtediler gibi tepinerek gülmeye başladık. Temtediler sık sık deliye döner ve birkaç yüzyıl boyunca gülerek ortalığı dağıtır, ağaçları kemirir, çöp kutularını devirir, velhasıl yaşadıkları Temtedi denilen dünyanın altını üstüne getirirler. Dünyanın adı Temtedi’dir çünkü onların bu hallerinden bezen diğer canlılar Temtedi’yi –ki o zamanki adı Salonsalomanje idi- yaratan Zwredeumne’ye deliler gibi yalvarıp, ya kendilerini bir başka yere göndermesi ya da taşa falan çevirmesini istemişlerdi. Zwredeumne yerden sekizinci göğe kadar haklı bulduğu canlıları taşa çevirmiş, sonra da tüm temtedilere ne halleri varsa görmelerini söyleyerek çekip gitmişti. Temtediler ebedi krizlerine devam ettiler ve Zwredeumne’nin arkasından nanik yaparak gezegenlerinin adını da Temtedi’ye çevirdiler.
Neyse, işte biz o temtediler gibi gülmeye başlayınca, haliyle olayın ciddiyeti bozuldu, ortalık yumuşadı. Tims tüm sevimliliğiyle T’hoddor’un yanına gidip birer öpücük kondurdu buz yanaklarına. Hallerinden çok memnun görünen ve yeniden kaynadamlara dönüşmemek için küfür ederek tepinen cüceleri T’hoddor’a uzatarak;
“Barıştık değil mi?” dedi.
T’hoddor, T’hoddorken bile Tims’in öpücüğüne karşı koyamazdı. Yüzü o kadar koyu olmasaydı yanağında bir pembeliğin oluştuğunu bile iddia edebilirdim.
Her şey çok kısa bir anda olup bitmişti. Tims sayesinde kâbuslarımı dolduran peynirlerden kurtulmuştum. O korkunç gravyerler, pensiler, dutlu peynirler, kaşarlar ya da siyah olanlar… Bunların hepsi Flazban’dan sonra rüyalarıma girip beni tekerleklerinin altında ezmiş, yağda kızarıp üstüme dökülmüştü günlerce.
“Pekâlâ,” dedi T’hoddor. “Tims’in hatırı için Terrabikka’dan intikam talep etmeyeceğim ama kardeşimiz Klabistan’a yaptığı terbiyesizliği affettirecek bir ceza almalı.”
Kendinizi benim yerime koyun ve düşünün şimdi. Bu lafı duymadan az önce Tims’in kollarını boynumda hissetmiş, böylesi bir sevinç bana en az beş yüz yıl yetecekken bir de canım Tims’in benim için T’hoddor’un karşısına dikilmeyi göze aldığına şahit olmuştum. Öyle mutluydum ki, “Kabul,” dedim, coşkuyla. “Soylu T’hoddor yaşamama vesile olduğun bunca güzellik adına ne istersen yaparım.”


18 Temmuz 2008 Cuma

Tatil faslı

Buzul Öykü yarım kaldı, tatile çıkıverdim. Hani merak eden olursa diye yazıyorum, dönüşte tamamlanacak öykü.

Herkese sevgiler,

Arzu

8 Temmuz 2008 Salı

Buzul Öykü-3

Özellikle Buzul tanrıların verdiği parti dönüşlerinde kavga çıkmaması nadir görülen bir şeydir. Eğer kavga yolculuğun sonuna rastlamışsa, yani iki tanrı arabadan kozlarını paylaşmadan, sinirleri diğerlerince yatıştırılıp sakinleştirilmeden ayrılırsa kavga büyür. Bunun sonucunda birkaç dünyaya göktaşı çarpar. Sonra püf! Göktaşı çarpan dünya, hiç olmamış gibi olur.
Neyse ki biraz şaraptan sonra, az önce birbirine girmesine ramak kalan iki tanrıyı bir köşeye çekilmiş onu bunu çekiştirirken görmeniz çok daha yüksek bir olasılıktır:
“Şu Svannarmadar’a kaç kez söyledim ‘Siyah sana yakışıyor ama yüzünü de boyaman biraz abartılı oluyor’ dedim, dinlemedi. Şuna bak, nasıl da kurumlanıyor köşesinde.”
“Sen onu boş ver de, asıl Kalimer’e ne demeli? Doğal yaşam diye tutturduğundan beri çıplak geziyor. Biliyor musun etoburlarına et yemeyi de yasaklamış son zamanlarda. Doğal yaşam ne demek canım? İlle de farklı olacak. Kendini beğenmiş işte.”
“Sanırım bir çeşit işten kaytarma bu doğal yaşam dediği. Kalimer biraz tembeldir bilirsin. Bence sırf bu yüzden giyinmiyor. Ha ha!”
“Senin dünyalarından birinde harika terziler görmüştüm, hani şu kafaları küçük ama becerileri büyük cüceler. Kalimer’i onların yanına götürelim bir gün, belki huyundan vazgeçer.”
“Çok teşekkür ederim ama benim yarattıklarımın seninkilerin yanında en ufak bir değeri yok. Şu olağanüstü güzel kılları ve pullu kanatları olan harika yaratıkların vardı ya, maymunlar...”
“Stentozorlar!”
“Ah, özür dilerim, yine karıştırdım. Yolculuk bir yandan şarap bir yandan yoruyor insanı tabii.”
“İnsan?”
“Oh, duymadın mı bu aralar en revaçta olan canlı türü. Onlardan alınıp kullanılan deyimler de çok moda. Herkesin dilinde onlar var. Sanırım, genleriyle oynanırken bir hata yapılmış, şu anda birbirlerini yemekle meşguller. Biz sık sık görmeye gidiyoruz, gerçekten ilginç, birbirlerini öldürüyorlar.”
“Nasıl olabilir böyle bir yanlışlık? Neden yok etmiyorlar peki o dünyayı?”
“Ne gerek var yorulmaya? Zaten bir süre sonra dünyalarını kendi kendilerine yok etmeyi başaracaklar. Bence onlar dünyalarını yok etmeden mutlaka görmeye gitmelisin. Bir gün beraber gidelim hatta. İnanmayacaksın ama birbirlerini öldürebilmek için gerçekten zeka ürünü aygıtlar geliştirmişler. Seyretmesi eğlenceli bile olabiliyor bazen. Bir tanesi hani senin meşe ormanlarında yetişen mantarların var ya, onlara benzer bir duman çıkararak patladı geçenlerde. Kocaman bir şehri de yerle bir etti. Bir tanrı eli değmeden yok edilen ilk dünya olacak bu gidişle orası.”
“Çok ilginç gerçekten. Adı ne demiştin, dünyanın?”
“Atlantis.”
“Tamam, gidelim. Önümüzdeki binyıl ilk Pazartesi uygun mu senin için?
“Bin yıl dayanabileceklerini sanmıyorum. Gerçekten görmek istiyorsan bir an önce gidelim derim.”
Bütün bu hayhuy içerisinde ben Tims’e acıklı gözlerle bakar, yanıma gelmesini, benimle konuşmasını beklerim. Ama Tims tam bir parti çiçeğidir. Benim bir zaman yaratıp sonra da oynamaktan sıkıldığım renkli bilyeler gibi oradan oraya koşturur.
Bir ara çok sevdiğim renkli bilyelerim vardı. Sürekli elimde gezdirir, avucumda çevirerek eğlenirdim. Sonra bir gün sıkıldım, fırlattım bilyeleri avucumdan. Hepsi evrenin köşe bucağına dağılıp o hızla dönüşlerine devam ettiler. Pembe, mavi, yeşil, mor ve sarı, gaz ve toz bulutları oldular. Elimden bir tohum değmiş olmalı ki bilyelerden birine, bir gün ona rastladığımda benim yaratmadığım bir canlı türü gördüm üzerinde. Denizden yeni çıkmıştı, hala balık kuyruğu taşıyordu ama ayakları da çıkmaya başlamıştı. Bıraktım kendi kendine üresin canlılar. Ne yok ettim ne de var ettim onları böylece.
Ben bilyelerimi düşünürken parti arabası yoluna devam eder. Tims de herkese bol keseden dağıttığı öpücüklerle kalpleri yeniden, yeniden kazanarak ışıldar yol boyu. Ben bir köşeye çekilip yapmam gerekenleri düşünürken Tims’i gruplar kapışır ve ona son dedikoduları anlatırlar. Dedikoduları gülerek dinler. Kimse hakkında bir yargıda bulunmaz ama anlatılanlara da kayıtsız kalmaz. Tam yerinde kullandığı “Ah, gerçekten mi?”leri, kahkahaları, gülümseyişleri ve kafa sallayışlarıyla şu koca evrenin görüp görebileceği en iyi dinleyicidir o.
Şimdi bu anlattıklarıma bakıp beni konuşmayı sevmeyen, takıntılı ve çekingen bir tanrı sanacaksınız. Böyle biri değilim kesinlikle. Hatta tersine, anlattıklarımla herkesi güldürebilirim. Dostum çoktur ve içtenlikle severim ben de onları. Ama Tims’i hepsinden çok severim. Parti arabalarında biraz somurtkan olmamın tek nedeni diğerlerinden sıra gelip de onunla şöyle rahat rahat çene çalamamaktır.
Neyse ki Tanrının El Kitabı’nın da dediği gibi “Önce şarap vardı!” Bir süre sonra, somurtkan yüzüm ve acıklı gözlerim Tims’i yanıma getirmeyi başaramayınca, ben de şarap içer ve neşelenirim. Çünkü Tanrının El Kitabı şunu da der: “Çok istediğin bir şeyi asla başaramazsın. Başaramayacağın şeyi de isteme zaten.” O!Min!
Biz tanrılar sadece birbirimizi çekiştirmek ya da kavga etmekle uğraşmayız elbette. Ne olursa olsun hepimiz meslektaş olduğumuzdan söz döner dolaşır yarattığımız dünyalara ve canlılara gelir. Yolculuğun özellikle yavaşlatıldığı zamanlarda oradan oraya koşuşturup durmaktan yorulur, birbirimize yaptıklarımızı anlatmaya koyuluruz. Herkesin birbirine soracağı, akıl isteyeceği ya da övüneceği şeyler vardır.
Koma’Welli, kasvetli ırmakları, gölgeli ormanları, az güneş ışığını ve bol yağmuru sever. Sadece iki tane canlısı vardır. Tür değil, yanlış duymadınız, iki adet. Ama ikisini de el üstünde tutar, yedirir, içirir, gezdirir, eğitimlerini kendisi verir. Onlarla oyun oynar, onlar için hikâyeler yazar, hastalanmalarına asla izin vermez. Ölmeleri gerekince de ruhlarını cam kavanozlarda saklar. Sonra yeni bedenler yaratır ve aynı ruhları yeni bedenlere koyar. Tanrılar arasında kural olan canlıların ölümsüz olma yasağına saygı gösterir böylece ama sevgili canlılarını da ölüme terk etmemiş olur. Onlara sevgiyle bağlı olduğunu biliriz ama bunu Koma’Welli’ye asla söylemeyiz. “Duygular bir tanrıya yakışmaz” der hemen. “Ben verimlilik için yapıyorum bütün bunları. İsrafı sevmem” Biz de inanmış gibi yaparız. Ah, evet, verimlilik için tabii. Yoksa neden bir tanrı gidip de gece uyurken masal okusun yarattıklarına, ninni söylesin hatta üreme zahmetine katlanmasınlar diye cinsellikten bihaber bıraksın onları? Verimlilikmiş, pöh! O yalanı benim Smirne kabaklarıma anlatsın Koma. Yaratıklarının bir altını bağlamadığı kalır, kel ejderhalar kovalasın beni yalanım varsa. Hatta bunu bile yaptığına dair rivayetler dolanır ortada. Ne verimliliğidir böyle bu?
İşte bu verimlilik ilkesi sayesinde bakabileceği kadar canlı yaratmıştır Koma’Welli: Sadece iki tane. Ama alabildiğine şımarık iki tane. Öyle ki, birisinin yanında daha çok kalsa diğeri sızlanmaya başlar. Sabah kahvaltılarında bal şerbeti içer, anka kuşu yumurtası yerler. Yumurtaları az ya da fazla pişmiş olduğunda ağlarlar. Öğle ve akşam yemekleri ise başka alemdir, hiçbir şeyi beğenmezler. Bazen zavallı Koma’yı bizim dünyalarımızda dolanırken görürüz. Canlılarını uyutmuş, bize de “Şöyle bir yorgunluk şarabı içmeye” gelmiştir güya. O böyle der ama biz biliriz ki aslında “Yarın Tri’Villi ile Okku’Rilli’ye ne pişirsem acaba?” için gelmiştir. Binlerce sandık dolusu yemek tarifi vardır, her gün başka bir şey yaratır onlar için. Yine de en az kendisi kadar yaşlı ama asla büyümeyen bebekleri için kaprisin sonu yoktur.
İşte yolculuklarda yaptığımız işleri anlatmaya başladığımızda ilk sözü Koma’Welli’nin kapması bu nedenle kaçınılmazdır. Değil mi ki evrenin en harika canlıları onun yarattıklarıdır, o zaman bizim de onlar hakkında bir şeyler duymak, tanrılığın ne olduğunu öğrenmek gibi bir şansımız olmalıdır. Bu konuda onunla aynı fikri paylaşmayışımız ise sadece cahilliğimizden kaynaklanmaktadır ve o derin sevgisiyle bizi baştan bağışlar, anlatır da anlatır Koma.
Böylece biz Tri’Villi’nin sabah kahvaltısında üzerine döktüğü şerbet için söylediği “Bal gibi tatlıydı işte” sözündeki büyük hikmeti ya da Okku’Rilli’nin kendi yazdığı bir şarkıyı söylerken “meleklerin” bile susup ona kulak verdiğini dinlemek zorunda kalırız. Bize kalırsa Tri’Villi’nin iyi bir dayağa ihtiyacı vardır, Okku’Rilli’nin sesiyle susturduğu meleklerin ise o berbat sesten kurtulmak için mülteci olarak Altaver’e gittiğini söyleyecek cesaret hiç birimizde yoktur. Altaver değerli Rukkaş madeninin çıkarıldığı, toz toprak içinde, berbat bir yerdir ve bir melek ancak madenlerde çalışmayı göze alırsa iş bulabilir orada. Varın siz düşünün Okku’cuğun “muhteşem” sesini.
Koma’Welli konuşurken Tims yanımdaysa, ona bir dirsek atarım ve gülüşürüz. Uzun zamandır aramızda yaptığımız espri Koma’nın cennetine bir elma ağacı ve bir yılan sokmak üzerinedir çünkü. Tri ile Okku’nun, Koma’yı atlatıp ürediklerini, Koma’nın da binlerce şımarık veletle uğraşmak zorunda kaldığını düşünmek çok eğlencelidir. Onun dünyalarından birindeysek, “O zaman da uğraşsın bakalım o ninnilerle, yemek reçeteleriyle de görelim tanrılığını” der Tims, dönüp en yakınındaki öpüverir. Benim dünyalarımdan birindeysek... Benim dünyalarım farklıdır, göz de kırpabilirim canlılarımdan herhangi birine, yerine göre bir şimşek de savurabilirim kahkaha niyetine.
Koma sustuğunda uzunca bir süre kimse konuşmaz. Dayanamayıp uyuyanların yanı sıra bayılanlar da vardır. Kendimizi toparladığımızda bizden övgü bekleyen Koma’ya o iki muhteşem yaratığa iletmesi için selamlarımızı ve iyi dileklerimizi emanet eder sonra da kendi zavallı dünyalarımızdan söz açarız.
Rhidalta içimizde en genç olanlardan biridir. Koma’dan sonra onun dünyaları sıcak bal şerbeti gibi akar içimize. Elindeki şarabı ne yapacağını bilemezmişçesine evirip çevirir, bize utangaç bakışlar fırlatırken canlılarından söz eder. Canlılarının mükemmel görünmesi için hiç bıkmadan üzerlerinde yeni değişiklikler dener Rhida. Altın kanatlı minik sinekler olan penthaonlarını anlatır. Kanatlarının üzerinde yarattığı minik çıkıntıların rengi hakkında karar verememiştir büyük ihtimalle, biz deneyimli tanrılardan yardım ister.
“Örnek Yaratılışlar’a baktım, orada renk uyumu konusunda onyedibinikiyüz maddelik bir liste var. Ben ideal uyumu bulmak istiyorum sineklerimde. Sarador yeşili ile farla kırmızısını denediğimde bu işi çözdüğümü sanmıştım. Fakat ne yazık ki aralarına biraz da gülkurusu serpiştirince bütün uyum bozuldu. Oysa bana noktalardaki dalgalanmayı sağlayabilmek için bir renk daha gerekiyor.”
Sbathena gözlerini tavana diker, Mortende dudaklarını ısırır gülmemek için. Hayd’nabitta en yaşlılarımızdan biridir, ayıplayan gözlerle bu ikisine bakarak Rhidalta’nın uyum takıntısını ciddiye almaları gerektiğini hatırlatır. Elindeki şarabın kırmızısını göstererek “Neden farla kırmızısı yerine bunu denemiyorsun?” der Rhida’ya. “Klasik, çoğunlukla zor sorunları çözer”
Rhida, Hayd’nabitta’nın dizleri dibine yerleşir böylece. Bizler de geri kalan anlayışsızlar olarak sohbeti sürdürürüz.
Hepimiz değil ama. İşte Fklamner. Bir kenarda oturup sessizce şarabını içiyor. Kulaklarındaki biçimsizliği siz de fark ettiniz değil mi? Balmumuyla sıvalı o kulaklar da ondan. Bizim yarattıklarımızla ilgili sohbetimizi dinlemeye tahammül edemiyor çünkü.
Fklamner canlı yaratmaktan hoşlanmaz. Dünyalarında birazcık oksijen yeteri kadar azot ya da kluber bulup da üremeye kalkan zavallı bir mikroorganizmanın vay haline. Artık başına yıldırımlar mı yağar, elektrik şoku mu yer, orası hiç belli olmaz. Zavallı bir mikrop için koskoca kıtayı yerle bir etmişti bir keresinde. Hem de o kıtada özene bezene yaptığı benzersiz fiyordlara bile acımadan. O mikrop da bayağı dişli çıkmıştı doğrusu. Koca kıta yıkıldı da, ona yine bir şey olmadı. Sonunda Fklamner başbelasından kurtulmak için gezegeni yok etmek zorunda kaldı. Diyeceksiniz ki, “İyi de koskoca bir tanrı, insin o gezegene alıp atıversin boşluğa” Demesi kolay. Ama inanın Fklamner için bunu yapması hiç de kolay değildir. Öylesine nefret eder ki canlılardan, onlardan herhangi birine dokunmayı aklından bile geçirmez.
Bakın, Fklamner’in yanında kim var? Elbette o. Zuwyeps. Fklamner’in seslere kapanmış kulaklarına aldırmadan, el işaretlerini de iletişim çabalarına dâhil ederek, bağıra çağıra dünyalarından söz ediyor. Emin olun bir süre sonra Fklamner kulaklarındakileri çıkaracak ve Zuwyeps’le eğlenceli bir sohbete girişecektir. İki taşın birbirine çarpmasından çıkan gürültüyü eğlenceli buluyorsanız tabii.
Zuwyeps de cansız dünyaların tanrısıdır. Ama onun sorunu canlılardan tiksinti duyması değil, tembelliğidir. “Kim uğraşacak şimdi?” en sevdiği laftır. Taşları, madenleri, volkanları, ateşi… Böyle şeyleri sever. Canlılara bulaşmadan da tanrı olunabileceğini kanıtlamak için tuhaf işler yapar. Elmasları konuşturur, volkanlara püskürttükleri lavlarla yazılar yazdırır. Hayal gücü çok gelişmiş değildir. Dolayısıyla volkanlar sadece “Zuwyeps buradaydı” yazarlar. Bir-iki kere “Bunu yazan Zuwyeps” üzerinde de çalıştı ama bu volkanlara zor geldi. Bonu, bono, yhapan şeklindeki sözcüklerle uğraşmak Zuwyeps’in sinirini bozduğu için vazgeçti.
Neyse ki, canlılarla problemi olan yalnızca bu ikisidir. Normal tanrılar canlıları sever ve yarattıklarıyla övünürler.
Şöminenin yanında, yüzündeki tatlı pembelikle savatlalarından söz eden Gzeltrew’e bir bakın. Yaratmanın coşkusuna nasıl da kaptırmış kendini. Ya onu heyecanla dinleyen Obinmaet’e ne demeli? Nasıl sevecenlikle dinliyor anlatılanı. Emin olun ikisi de bu konuşmanın heyecanıyla yolculuk biter bitmez iki yepyeni tür bulup çıkaracaktır ortaya.
Herkes bu kadar konuşkan değildir elbette. Kimi tanrılar asla konuşmazlar yarattıkları hakkında. Canlıları konusunda anlaşılmaz bir kıskançlık gösterirler. Diğer tanrıların onları görmesini istemezler. Ucubeler yarattıkları zannedilebilir ama bence öyle değil. Çok seviyorlar da ondan göstermiyorlar yarattıklarını. Nazar değer diye düşünüyorlar sanırım. Belki de haklılar. Bir tanrının kem gözünün gücünü düşünsenize. Tanrı korusun doğrusu diyorum ve ekliyorum her söylediğimde: Bu kadar bollukta hangi biri canım?
Neyse, kendilerine özel farklılıklar gösterenleri bir tarafa bırakacak olursak biz diğer normallerin sohbet konularında söz döner dolaşır büyüklüğe gelir.
Şimdi aklı başında her yaratık -ki tanrıların da bir kısmını buna dahil etmek hakkaniyet gereğidir- kabul eder ki, önemli olan boyut değil işlevdir. Ancak yaratmak denen eylem söz konusu olduğunda boyut ve işlev bir konuda tamamen aynı şeydir: Yemek.
Canlıların birbirinin sırtından geçinmek zorunda oluşu yaratıcılığın hala çözemediği bir sorun gerçekten. Utanç verici ben de biliyorum ama ne yazık ki bir türlü aşamadık işte. Küçük canlıları yem olarak yaratırız. Sonra onların beslenebilmesi için daha küçük canlılar, daha küçük canlılar derken bir de bakarız ki tamamıyla mikroorganizmalardan oluşan bir dünyada debelenmekteyiz. Genç tanrıların karşısına çıkan en çetrefil sorun budur. Bu nedenle bir mücevher kadar ince işlenmiş, emek verilmiş nice dünyaların görünmez oluşu bilmediğimiz bir olgu değildir hani. Yazık. Yazık demekteyim çünkü bir tanrı ne kadar zanaatkâr ruhlu ya da alçak gönüllü olursa olsun sonuçta tanrıdır ve tanrılar büyük işleri sever.
Milyarlarca yıldır bilinen çözüm önerilerini içeren bu sorunsal tanrıların arabalarındaki yolculuğun son faslına gelindiğini de belli eder. Bu aşamadan sonra konuşulacak fazla bir şey kalmamış demektir. Partideki mutlak eğlenme taraftarı olan çoğunluk sohbeti fazla uzatmaz ve şaraba daha çok ilgi gösterir.


4 Temmuz 2008 Cuma

Buzul Öykü-2

Buzul Tanrılar –benim değil bu betimleme, kendilerine bu saçma adı yakıştıran yine kendileri- buzdan bir dünya yarattıklarında hepimiz gibi “Hoş geldin Yeni Dünya Evrenimize” adlı, geleneksel, beni ve elbette tüm tanrıları davet ettikleri büyük partiler düzenlerler. Sonunda başımıza gelecekleri bildiğimizden gitmeyi pek istemeyiz aslında ama bir çağrıyı karşılıksız bırakmak tanrılara yakışmaz. Biz de bulabildiğimiz bütün güneş ışıklarını üstümüze sarınır, gideriz. Ellerimizde kokteyl sosisleri ve bir bardak şarapla tir tir titreyerek değerli sanatçımızın yarattığı zavallı canlıların buzdan çıkmasını bekler, çatırdayarak ölen her yeni tür için büyük gözyaşları döker, sonra da arkadaşımızı teselli ederiz.

Buzul tanrıların deneylerinin başarısızlıkla sonuçlanacağı öylesine kesindir ki, çoğumuz oraya gelmeden önce teselli cümlelerimizi hazırlarız. Ben genellikle “Oh! Çok yazık! Tam da başarıyormuşsun” derim. Bu hem yaratıklar için duyduğum merhameti ve üzüntümü anlatmak hem de ne kadar canavar ruhlu olursa olsun herhangi bir tanrıya karşı olmadığımı belirtmek için ideal bir teselli cümlesidir.

Bu partilerin sonucu öylesine baştan bellidir ki, aramızda teselli cümlesi değiş tokuşu yaparız. Partileri renklendirmek için şu anda çok geçerli olan bu modayı kaza eseri de olsa ben başlattım.

Genellikle bir iş yaparken kendimi iyice kaptırırım. Bir partiye gitmiş olsam bile aklım dünyalarımda kalır. Gösteri olur biter, zavallı kınkanatlı ya da kanatsız yaratık ya da her neyse doğar, çatlar ve ölür. Bütün bunlar olurken ben o arada örneğin su saçan foooppii’lerimin mantarlarla nasıl başa çıkabileceğini düşünüyor olurum. Bu da dalgınlık yaratır çoğu zaman. Böyle zamanlardan birinde yine teselli cümlemi söyleyip gitmek üzereyken sunuşu gerçekleştiren tanrı başıma bir şarap şişesi fırlatarak, benzer gösterilerine en az iki yüz elli kez geldiğimi ve her birinde de aynı aptal cümleyi söylediğimi haykırdı. O zamanlar bu işi pek de önemsemediğimden “Boşver, bir sonraki yarasın evrene” derdim. Gerçekten de aptal bir cümleydi. Bu olaydan sonra partilere giderken yaratıklarımdan teselli cümlesi toplamaya dikkat ettim. Çok farklı cümleler bulduğumu gören tanrılar benden bu cümleleri istemeye başladılar, böylece herkes birbiriyle teselli cümlesi değiştirir oldu. Gerçi bu durum da en az eskisi kadar kargaşa yaratmadı değil. Örneğin bir keresinde Omrra’yı teselli etmek için “Üzülmeye değmez, kanadı yoktu zaten” dedim. Dişilerin kanatlı ve dolayısıyla makbul oldukları bir dünyamda erkek ölüler için kullanılan bir başsağlığı cümlesiydi bu. Oysa Omrra’yı derinden yaraladı. Yaratığının kanadı olsa yaşayabileceğini söylemeye cür’et ettiğimi ileri sürerek buz sorguçlarını aldı eline. Buz yaşam vermekte ne kadar isteksizse ceza vermek için o denli isteklidir. Az daha sonum Flazban’a benzeyecekti ki, araya arkadaşlar girdi, durumu açıklayıp kurtardılar beni Omrra’nın elinden.

Neyse, buz partilerinin gidişatını anlatıyordum size.

Buzul tanrıların verdiği partilerin sonunda başarısız deney hakkında teselli sözcükleri mırıldanır, sanatçımızı yeni yarattığı dünyayı elleriyle tuz-buz ederken bırakır, üzüntülü olmasına çaba gösterdiğimiz yüzlerle ayrılırız yanından. Her tanrı kendi dünyasından sorumludur derim ben. Yani isterse bir oturuşta midesine indirsin, isterse üzerine yıldırımlar yağdırsın, kendi bileceği iş. Sonuçta, tercih ettiği şekilde üzülebilmesi için arkadaşımızı dünyasında rahat bırakır ve ona hissettirmeden, derin bir oh çekerek döneriz.

Hoş geldin Yeni Dünya Evrenimize partilerinin en güzel tarafı yolculuktur.

Elbette birer tanrı olarak, yolculuk yapmaya gerek duymadan evrenin herhangi bir yerindeki dilediğimiz noktaya ulaşabiliriz. Ancak partiler söz konusu olduğunda bu yolu tercih etmeyiz. Tanrıların da biraz olsun tatile ihtiyacı vardır çünkü ve biz de severiz tatilimizi mümkün olduğunca uzatmayı.

Takdir edersiniz ki yaptığımız iş çok yorucu. Evrenin bütün yükü üzerimizde. Hiç durup dinlenmeden yaratır, yıkar, yeniden kurarız. Bu arada yarattıklarımız da bizi rahat bırakmaz, sürekli bir şeyler talep eder. Ben şu ana kadar iki milyar dört yüz elli sekiz milyon beş yüz altmış dört dünya yarattım örneğin. Bunların üç milyon üç yüz otuz üçünü canlılardan temizlemek, sekiz yüz seksen sekizini de tamamıyla yok etmek zorunda kaldım. Geri kalan dünyaların her birinde bir canlı olduğunu düşünseniz bile epey bir sayı çıkar ortaya Oysa ben yaşama düşkünüm. Dünyalarımdaki canlılar bolca üresin, yayılsın, onlara bakıp ben de sevineyim isterim. Dolayısıyla benim dünyalarımın her birinde trilyonlarca canlı yaşar. Eh, bunca hesaptan sonra onların bitmek bilmeyen istekleriyle uğraşmanın zorluğunu varın siz düşünün. Üstelik bu isteklerin hemen tamamı kişiseldir ve bu durum hepsi için özel mucize gerçekleştirmemi gerektirir.

Şöyle bir bakalım şimdi. Zaldemirnay’da yaşayan vahşi penguenlerim her gün balık duasına çıkar. Balıklar da onlara yem olmamak için dua etmektedir o anda. Ya da Altep’te yaşayan çiftçi Ok-Kas-Na, karısının bir altın yumurta yumurtlamasını diler benden, oysa karısı hiç yumurtlamamak için dua etmektedir yanı başında. Sorumluluk sahibi bir tanrıyım ben. Bu nedenle bütün duaları kabul eder, hiç birini geri çevirmem. Zamanı durdurur, hafıza kayıpları yaratır, gezegenler arası transferler gerçekleştirir, velhasıl onlara hiç fark ettirmeden yerine getiririm dileklerini. Sonra, mutlulukla ışıldaması gereken dünyalarıma karşı görevlerimi yerine getirmiş olmanın iç huzuruyla döner bakarım. İsterim ki herkesi mutlu, doyumlu göreyim de sevineyim. Nerede efendim, ne gezer? Yine başlamıştır altın yumurta ya da balık isteme ya da yem olmayı istememe konulu yakarışlar.

İşte bütün bu yorucu işler nedeniyle partileri bir tatil fırsatına çeviririz biz tanrılar. Bir parti söz konusu olduğunda aramızdaki anlaşma gereği tüm dünyalarda zamanı durdururuz. Böylece, yetişilecek işler olmadığından yolculuğun tadını dilediğimizce çıkarırız.

Yerleşmiş bir geleneğe göre yolculuk organizasyonu parti sahibine aittir. Bu organizasyonun en önemli bölümünü hiç kuşkusuz herkesi bulunduğu dünyadan alıp partinin verileceği yere getiren ulaşım aracı oluşturur: Arabalar!

Ey güzel evren! Onlardan birini bile anlatabilmen için bir gün sana bir dil vermeliyim. Ah, tanrıların arabaları! Her biriniz apayrı bir masala konu olursunuz.

Dönerek gelip yolcusunu binlerce gökkuşağıyla sarmalayarak alıp götürenini mi istersiniz, egzozundan çiçekler, altın tozları, mis kokular çıkararak ilerleyenleri mi? Ya küçük yumuşak ekmek dilimleri üzerinde servis edilmeyi bekleyen dil peyniri şeklinde olanlar? Ya ağızlarından alev saçan ejderhalar, bağası altın kaplumbağalar, peri kızlarının sesi yerleştirilmiş boru çiçekleri? Işık saçan tekerlekler, mum alevleri, kocaman dalgalar, her bir cebinde farklı biçimde koltukların yer aldığı dev pantolonlar, daha neler neler...

Biz tanrılar yaratıcılığımızı en çok bu araçlarda gösteririz. Çünkü -belki bize yakışmaz gibi görünebilir ama- bu taşıtlar söz konusu olduğunda aramızda asla dile getirilmeyen bir rekabet vardır. Ne yapalım, bizim de zaafımız bu işte.

Her tanrı, arabasına büyük değer verir, beğenilmesi için elinden geleni yapar. Bir partinin kendisinden çok arabası önemlidir neredeyse. Uzun hazırlıklar arasında çeşitli dedikodular dolaşır. Arabanın rengi tahmin edilmeye çalışılır, dünyalar üzerinden bahisler oynanır. Parti sahibinin en yakın dostu el üstünde tutulur, sürekli diğer dünyalara davet edilerek ağzından laf almaya çalışılır. Sırf arabanın rengini önceden öğrenmek için, bu dostlara rüşvet teklif eden tanrıların olduğu bile söylenmektedir. Yine de partiden önce bir tanrı arabasının nasıl bir şeye benzeyeceğini kimse tahmin edemez.

Herkes toparlanıp da yola çıktığımızda tam bir cümbüş yaşanır. Bir düşünün bütün tanrılar bir arada! Yolda uzun süredir görüşemediklerimizle hasret giderecek şekilde otururuz. Ben özellikle Tims’in yanında bir yer bulmaya çalışırım. Tims çok sevimlidir, herkes ona bayılır.

Yarattıklarından doğum hediyesi alan tek tanrıdır aramızda; bir öpücük. Bunun dışında hiçbir şey istemez canlılarından, onlara da öpücükten başka bir şey vermez. Yine de hepsi hayrandır ona. Bir gün olsun dilek, suçlama, yakarma ya da kahır çığlığı duyulmamıştır dünyalarından. Her dünyasında onun sevdiği şekilde donatılmış bir öpücük kuyusu onu bekler. Ne zaman ziyaretlerine gitse yeni doğan yavruları tek tek öper. Çoğunun da ismini kendi koyar, sınırsız bir hayal gücü vardır. Yaratıklarını numaralandırmayı seven kupkuru tanrılara benzemez. Kimseye benzemez zaten o.

Tims’in yarattıklarına gösterdiği derin sevgiye hayranım ben. O kadar ki, beni de bu kadar çok sevsin diye, bir tanrı olacağıma onun yarattıklarından biri olsaydım diye düşünürken yakalarım kendimi bazen.

Dönüş yolunda ister istemez iş konuşuruz. Tims bana baksın, sadece benimle konuşsun isterim ama hayır efendim, beni asla onunla yalnız bırakmazlar. Mutlaka aktaracakları haberler vardır birbirlerine:

“S’Ywbreabdne ile Ce geçen gün az daha dövüşüyorlarmış. Ce, S’Y’ye seks tanrısı diye bağırmış.”
“Ce bölünerek çoğalmanın dışındaki tüm üreme biçimleri için bunu söyler zaten. S’Y’nin yerinde olsam fazla büyütmezdim.”

“Eh, S’Y’nin diğer üreme biçimlerine düşkünlüğü de malum ama. Geçenlerde onu bir sfenksle görmüşler.”

“Onları birbirlerine fazla yaklaştırmamak gerek bence.”

“Sfenks’le S’Y’yi mi?”

“Hayır, Ce ile S’ye’yi. S’Y tanrı değil mi, istediğini sever.”

“Tamam elbette sever ama bence yine de her şeyin bir ölçüsü olmalı. Anımsıyorsan S’Y bir küçük tepeciğe aşık olmuştu da ondan toroslar diye muazzam bir dağ silsilesi doğmuştu. Sonra da bir milyon yıl boyunca torosların canlı sayılması gerektiği konusunda başımızı şişirmişti.”

“Toroslar canlı ama. Geçen gün oradaydım ben, bir erkek sesi duydum.”

“O duyduğun Ikkah’tır. Yolcu o. Toroslardan geçerken dişisinin şerefine bağırır aşkını. ‘Uzra seni seviyorum’ diyordu değil mi?”

“Sanırım böyle bir şey söylüyordu. Sesi berbattı o yüzden kaçtım hemen yanından.”

“Uzra’dan uzaklaşınca kötüleşir sesi. Ama yanyanalarken tadına doyum olmaz ikisinin nağmelerini dinlemenin. Bir gün sana onların öyküsünü anlatayım anımsat da. Parti dönüşünde harcanmayacak kadar iyi ve uzun bir öyküleri vardır.”

Bir diğer köşede başka bir sohbet vardır:

“Biliyor musun Kennataki’nin Pnorr’unda isyan çıkmış. Zavallı Kennataki orayı da yok etmek zorunda kalacakmış. Elinde neredeyse hiç dünya kalmayacak bu gidişle.”

“Dertleri neymiş?

“Tanrı olmak istiyorlarmış. Aksi takdirde ateizmi resmi din bellemekle tehdit ediyorlarmış Kennataki’yi.”

“Aman, ne iyi olur. Keşke benimkiler de ateist olsa da kurtulsam bitmek bilmez taleplerinden.”

“Hiç de kolay değil bu dediğin. Swimmidalte’yi anımsa, sırf bu işlerden bıktığı için kendi dünyalarına ateizmi yaymak için gitmişti biliyorsun.”

“Anımsamam mı? Tanrı diye bir şeyin olmadığı yalanını kendi yarattıklarına belletmek için ne kadar uğraşmıştı. Evrim teorileri, gaz ve toz bulutları, kara delikler, daha neler neler.”

“Ya sırf ona inansınlar diye ortaya attığı “Siz maymundan geldiniz” yalanı? En komiği buydu bence. Çünkü o dünyada maymun diye bir şey yoktu bu yalanı uydurduğunda. Yaratıklar ona sorunca “Maymun ne?” diye, yeni bir canlı türü yaratmak zorunda kalmıştı da, maymunlar da ona tapınmaya başlayınca çıldırmıştı zavallıcık.”

“Ay o iğrenç kıllı şeyleri o mu yaratmıştı? Müzede bir örneğini görmüştüm. Kanatlarında pullar olan canlı hani?”

“Hayır, o dediğin stentozorlar. Onları ben yaratmıştım.”

“Oh, sen mi? Sanırım o kadar da çirkin değillerdi. Hatta gözleri çok güzeldi. Tamam şimdi anımsadım, hoş yaratıklardı gerçekten.”

“Stentozorlarımın gözleri yok. Kanatlarındaki pullarla görüyorlar. Ayrıca, belirteyim gerçekten de çok güzel yaratıklar. Bazı tanrılar gibi kafası olmayan şapşal cüceler yaratmakla uğraşmam ben.”

“Benim cücelerimin kafaları var. Biraz küçük olabilir ama çarpım tablosunu ezberleyecek kadar düşünebiliyorlar. Sen kendi salak tzantaranpamlarına bak. Daha konuşmayı bile başaramadılar. Tek çıkarabildikleri ses “Ow-ow” O bölgedeki dünyalarımın canlıları onların ow-owlarından şikâyetçi haberin olsun. Bir süre daha sabredeceğim, eğer seslerini kesmezlerse karışmam.”


2 Temmuz 2008 Çarşamba

Douglas Adams'a saygılarımla

Fantastik kurgu öykülerimden birinin bir bölümü aşağıdaki. Yazarken müthiş eğlenmiştim. Umarım siz de okurken eğlenirsiniz.


Buzul Öykü

1. Tanrıların Arabaları


Terranika’ya giden yol buzlardan geçer. Şovamigi’ye giden yol da buzlardan geçer. Bir zamanların cıvıltılı, kalabalık, yaşam dolu dünyasında şimdi yerleşilebilecek iki alan kalmıştır ve bu alanlara da adları umut ve başlangıç anlamına gelen iki kent kurulmuştur: Terranika ve Şovamigi. Bu alanların dışında, her yerde bu kahrolası buz vardır ve bu nedenle bütün yollar buzlardan geçer.

Madem ki adımız Tanrı’dır bizim ve bu dünyayı biz yarattık, istediğimiz yerden başlatabiliriz bu öyküyü. Biz buzu seçtik.

Pekala, pekala! Bırakalım bu kutsal kitap ağzını. Yeterince canım sıkkın zaten. Açık söylemek gerekirse gerçek bir seçim değil bu benim yaptığım Çünkü bir tanrı için yüz kızartıcı bir başlangıç yeri buz. Hele benim gibi sıcak havalara, pembe-yeşil ormanlara, ince, dantel gibi işlenmiş deniz kıyılarına, verimli ovalara, binlerce çeşitte canlıya meraklı bir tanrı için olacak iş değil. Ama ne yaparsınız ki, bazen tanrılar kendilerini bile şaşırtacak tercihler yapar. O zaman da -işleri düzeltmek için bile olsa- olmadık yerlerden yeni öyküler çıkar ortaya. Evet efendim, işte böyle.

Baştan söyleyeyim, bu buz denen şeyi yaratmayı isteyen ben değilim. Bir tanrısal kapris uğruna sevgili canlılarımı bu berbat dünyaya da mahkum etmiş değilim. Hemen çatmayın o yüzden kaşlarınızı. Tersine buzdan başlatmak bu öyküyü, bir anlamda aczimin de ifadesidir. Tek renkle yetinen, üşengeç tanrıların tercihidir buz.

Burada biraz duracağım izin verirseniz. “Tek renkle yetinen üşengeç tanrıların tercihi” dedim buz için. Benim kanaatim bu yönde ama bu konudaki büyük çalışmaları size aktarmamak hakkaniyete sığmaz, bana da hiç mi hiç yakışmaz. Öncelikle buz anlaşılabilir bir tercihtir aslında; bir üfleyişte bütün bir dünyanın dengesini yerli yerine oturtabilirsiniz. Sonra beğenmezseniz eritip yeniden şekil vermeniz de kolaydır. Canlı varlıklara bağrında yer vermede isteksiz davranışının dışında hemen hiç kaprisi yoktur. Ancak bütün övülesi niteliklerine karşın buz ile yaratıcı olmak arasında inatçı bir çizgi vardır. Buzun tanrılar arasındaki özel önemi de burada başlar işte.

Kimi sanatçı ruhlu tanrılar -laf aramızda biraz da kafayı yemiş olanlar- buzun doğasını değiştirip onu yaşam formüle edecek bir madde haline getirmeyi denemiştir. Bana kalsa bir sıcaklık verir, suya boğarım ortalığı, arkasından gelsin balıklar. Ama hayır efendim! Onlar tanrılıklarının son kertesinde kırılgandır önerilere karşı. Bunu bildiğimden hiç boş yere yorulup da ağzımı açmam.

Bir defasında zavallı Flazban bir Yeni Dünya Evrenimize Hoş Geldin Partisinde içkiyi fazla kaçırıp, bunlardan birine, hem de ne yazık ki buz fanatiklerinin en belalısı olan T’Hoddor’a, onun yaptığı buzdan dünyalar ve özellikle orada yaratacağım diye maskara ettiği zavallı canlılar hakkındaki gerçek düşüncelerini söylemek gafletinde bulunmuştu. Olanlar oldu. Ne oldu diyorsunuz. Bakın, siz hiç Flazban adında bir tanrı duydunuz mu? Duymadınız. Eh, sadece siz değil o partiden sonra hiç kimse bu adı duymadı.

Oysa zavallı Flazban biraz komik gelse de hepimize, ne güzel dünyalar yaratırdı. Burnundan halka halinde sabun köpükleri çıkaran sevimli devler, bir oturuşta koca bir kayayı yiyen göbekli kletofannariler, konuşmak yerine birbirlerinin ellerini tutarak anlaşabilen peri kızları, renk renk pasta cadıları, daha neler neler. Biraz duygusal davranırdı yarattıklarına karşı gerçi. Hepsi için ölümsüzlük talep etmeye kadar vardırmıştı işi giderek. Öylesine ağlayıp yakarmıştı ki yüce divanda, sonunda sırf sussun diye istediğini kabul etmek zorunda kalmıştık. Ama sonuçta öyle ya da böyle dediğini yaptırabilen, güçlü bir tanrıydı Flazban. Oysa şimdi bir peynir üretim çiftliğinde ustabaşı olarak çalışıyor. Ara sıra yaptığı peynirlerin konuşması dışında -ki bu da nadiren başına geliyor- tanrı denilecek hali kalmadı zavallının. Bazen yanına giderim gönlünü almak için. Onun için bir iki canlı yaratırım, eğlenir.

Neyse, diyeceğim o ki, buz hakkında ulu-orta konuşmamak gerekiyor her yerde. Kullanmak istemiyorsanız kendi bileceğiniz iş ama bu fikrinizi kendinize saklayın ve işinize bakın, derim ben.
Aslında evren çok büyük. Hem bakmayın büzüşmeci teorisyenlere, hiç ama hiç sonu gelmeyecek. Dolayısıyla hepimize yetecek kadar yer var yeni dünya denemelerinde bulunmak için. Bu nedenle buz gibi aşırı zevkleri olan tanrılara da pek sesimizi çıkarmayız genellikle. Bir de verdikleri partiler olmasa.