14 Mayıs 2008 Çarşamba

Hep Kırmızı Başlıklı Kız mı Düşecek Kurdun Pençesine?

Bu kez de özgürlük peşindeki bir kırmızı kalemin yolu düşüyor bizim sevgili minibüsümüze.

Daha önce Ahmet ile Aygül'ün hikayesini yayınladığım Uyduruk Bir Tarihçe hikaye dizisinden bir öykü daha var aşağıda. Bu da Wesvese'de yer bulmuştu kendine ama yine tarihi anımsamıyorum.

1983
Özgürlüğü Arayan Kırmızı Kalem


Özgür, annesinin “Topla çantanı” diye söylenmesine kızarak kalemini hırsla yere fırlattı. İçi kırılan kırmızı kalem bu şımarık çocuktan iyice bıkmıştı. “Görürsün sen” dedi, ilk fırsatta çantasından düşüverdi. Düştüğü yer ılıktı önce, sonra giderek ısınmaya başladı. Kırmızı kalemin tam yanından hışırtılı bir ses yükseldi:

“Of yine mi? Kavrulacağız burada!”

“Ben daha ısınmadım bile” diye yanıtladı onu gıcırtılı bir ses.

Bir diğeri öfkeyle bağırdı. “Bıktım artık! Kaç gündür kavganız bitmedi. Bir rahat huzur yok mu yahu?”

Kırmızı kalem tam da okul kalabalığından, çoluk çocuk gürültüsünden kaçıp başını dinleyebileceği bir yer bulduğunu düşünürken ne kadar yanıldığını, yağmurdan kaçarken doluya tutulduğunu böyle anladı.

1983 yılının Nisan ayıydı. Özgür’ün bir kalem tarafından terk edildiği yer olan minibüs bıyık altından gülümsedi. Kırmızı kokusunu baharınkine karıştıran kalemi arka koltuğunun altındaki sürekli yolcularının arasına kaydetti. Geceleri yalnız kaldığında yıldızlardan başka konuşabileceği yeni bir yoldaş bulmuştu kendisine. Hem yeni konuğu bir kalem olduğuna göre, mürekkep yalamışlığı da vardı elbet. Eh, okur yazarların muhabbeti de -eğer ukala değillerse- yenilir yutulur cinsten olurdu.

Özgür “Okul durağında inecek var amca” diye seslendi Dursun’a. Dursun teypte çalan “Gülüm Benim” şarkısına eşlik edercesine kafasını sallayıp, durdurdu minibüsü. Düştüğü yeri o kadar da beğenmeyen kırmızı kalem, bir an “Kurtar beni, vazgeçtim. Seninle geliyorum” diyecek oldu ama okula yetişme telaşındaki Özgür’e duyuramadı sesini. Yuvarlanarak gidip takıldığı yerde gözlerini karanlığa alıştırmaya çalışarak yeni hayatına başladı.

Kırmızı kalem bulunduğu yeri tanımaya çalışırken Özgür öğretmenin tahtaya büyük harflerle yazdığı konu başlığını defterine geçirmek için onu aradı. Bulamayınca sıra arkadaşından ödünç istedi.

“Olmaz, hep arkasını ısırıyorsun kalemlerimin” dedi Yavuz.

“Söz, ısırmayacağım oğlum ya! Bir kerelik ver işte” dedi Özgür. Ama arkadaşı omzunu silkmekle yetindi. Özgür Yavuz’un omzuna bir tane patlattı. Yavuz da ona tekme attı.

Öğretmen iki çocuğun dalaştığını görünce ikisini de kulağından tuttuğu gibi sınıftan attı. Bir süre bahçede kavgaya devam ettiler. Özgür’ün önlüğü yırtıldı bu arada. Ağlayarak annesine ne diyeceğini sordu.

“Önce sen başlattın” dedi Yavuz.
“Sen de kalemini verseydin” deyip arkadaşına bir taş fırlattı Özgür.

Taş kendisini dağ başlarına değil de okul bahçesine düşüren kaderine lanetler savurarak uçtu, Yavuz’un suratına yapıştı.

Yavuz “Aaah!” çekerek gözünü tutunca, Özgür arkadaşının kör olduğunu sandı, ödü patladı. Şimdi onu tutup hapse atacaklarını, orada hep dayak yiyeceğini, aç kalacağını, daha kim bilir başına neler geleceğini düşündü, ağlayamaya başladı. Kafasına koca bir taş yiyince uyduruk ağlaması gerçeğe dönüştü. Bu sefer de arkadaşı Özgür’ün ölebileceğini düşünüp korktu.

Çocuklardan yükselen hıçkırıklar okulun kat kat badanalı duvarlarına, oradan da okul müdürünün kulağına ulaştı.

Müdür dışarıdaki gürültüyü duyduğunda taksitlerini hesaplıyordu. Karısının aklına uyup koltuk takımını yeniletmişti ama maaşına vurduğunda kirayı ancak ödeyebildiğini, sonra da ellerinde beş kuruş kalmadığını yeni fark etmişti. Hırsla camı açıp dışarıdaki haylazlara bağırdı.

“Ne oluyor orada? Yanıma gelin çabuk!”

Başlarının iyice belaya girdiğini görünce Özgür,
“Kaçalım lan!” dedi arkadaşına. “Bizi dövecek”
“Bana ne ben kaçmam” dedi arkadaşı, “Sen başlattın. Önce sen vurdun bana”

Özgür baktı ki kaçarsa suçlu o olacak, arkadaşının kendisinden daha yaramaz olduğunu ispat etmek için kafasını tuta tuta, iki kat da daha fazla ağlayarak müdürün odasına koşturdu. Arkadaşı da peşinden.

Müdür karşısında yüzü gözü kan içinde iki çocuk bulunca afalladı. Birinin kaşı, birinin kafası patlamıştı. Yine de canlarının acısıyla uğraşacaklarına, bas bas bağırıp birbirlerini suçluyorlardı.
“Yeter!” diye bağırdı o da. “Şu halinize bakın, derslerinizle ilgilenip adam olacağınıza birbirinizin kafasını gözünü yarıyorsunuz. Haylazlar sizi! Kim bakayım sizin öğretmeniniz?”

“Mine öğretmen” dedi çocuklar. Korkudan ağlamayı kesmişlerdi.
“Neden dışarıdasınız peki?”
“Bana kırmızı kalemini vermedi” diye atladı hemen Özgür.
“Ama öğretmenim, hep arkasını ısırıyor kalemlerimin” dedi arkadaşı da.

İkisi birden kendisinin haklı, arkadaşının haksız olduğunu kanıtlayabilmek için yeniden suçlamalara, bağrışmalara başlayınca müdürün sinirleri bozuldu iyice. Kimbilir kaçıncı kez “Oku da benim gibi esnaflığın kahrını çekme” diyerek kendisini zorla üniversiteye göndermiş olan babasına bir küfür savurdu içinden. Çoktan ölüp gitmiş babası mezarında “Yine rahat bırakmıyor beni bu oğlan” dedi kendi kendine. “Eh, az kaldı, on-on beş yıl sonra sen de gelirsin yanıma. Bak o zaman babayı rahatsız etmek ne demekmiş gösteririm ben sana.”

Bunca tantanaya neden olan kırmızı kalem olan bitenden habersiz, hala nerede olduğunu çıkarmaya çalışıyordu. Gözleri karanlığa alışınca yanı başında kararıp buruşmuş bir kağıt parçası olduğunu gördü.

“Ne bakıyorsun aval aval?” dedi kâğıt ona. “Beğenemedin mi?”

Kırmızı kalem ne yanıt vereceğini bilemedi. Kâğıt diye bildikleri Özgür’ün hoyratlığına sabırla dayanan, kuzu gibi uysal defterlerdi o güne dek. Dünyasındaki, yani Özgür’ün karmakarışık çantasındaki hiyerarşide, defterler kalemlere gayet saygılı davranır, kalemler de onları Özgür’ün darbelerinden koruyabilmek için ellerinden geleni yapar, canlarını acıtmamaya çalışırlardı.

“Ay bu köylü ayol!” dedi kâğıt, küçümseyerek. “Allah bilir konuşmayı da bilmiyor. Hişt, sana söylüyorum odun kafalı! Öteye git biraz, tepemde dikilip durma. Zaten sıcaktan hafakanlar bastı.”

Gıcır gıcır bir ses “Gel kardeş, gel bu yana” diye öttü. “Bu deliye uyma sen. Kavruldukça sapıtıyor.”

Kırmızı kalem sesin sahibinin bir anahtar olduğunu gördü. Ondan tarafa yuvarlandı. Deli kâğıttan
uzaklaşınca etrafına iyice bir bakındı.

Düştüğü yer minibüsün en arkasıydı. Karmakarışık bir yığın vardı etrafında. Sağ arka köşedeki öbekte bir düğme ile birkaç saç tokası tozların arasına karışmış uyukluyorlardı. Karşılarındaki köşeyi daha ağır nesneler işgal etmişti: Bozuk paralar, üç beş cıvata, bir alyans, kısa bir zincir, bir deste de iskambil kâğıdı.

Bağırıp çağıran kâğıt parçasının bir milli piyango bileti olduğunu fark etti. Kendisini korumaya alan anahtara “Ne o?” gibilerinden baktı.

“Aman sesini çıkarma” dedi anahtar. “Geldiğinden beri canımıza okudu. Neymiş ona büyük ikramiye vurmuşmuş da, şimdi krallar gibi en başköşelere oturtulacakken burada sıcaktan kavruluyormuş.”

“Doğru mu söylüyor acaba?”
“Bilmem ki. Durmadan yanıp yakıldığına bakılırsa doğru söylüyor sanki. İyi de, hepimiz buraya düşmeden önce önemliydik kendi çapımızda, değil mi? Mesela sen kim bilir ne çok seviyordun sahibini. Biz bağırıp çağırıyor muyuz onun gibi?

Kırmızı kalem oflayıp puflayan milli piyango biletine acıyarak baktı.
“Vallahi ben sahibimden kurtulmak için kaçtım buraya. Doğrusunu söylemek gerekirse hiç de sevmem Özgür’ü. Durmadan yere düşürür, ucumu kırar. Bunu yapmadığı zamanlarda da ısırır beni.”

Kırmızı kaleme alyans yanıt verdi:
“Benim sahibim beni taktığında ne çok sevmişti beni oysa. Isırmak ne kelime, parmağından çıkarıp çıkarıp bakar, içimdeki nişanlısının ismini okur, onun yerine öperdi beni.”
“İçinde adı mı yazılı? Neymiş adı nişanlısının?”
“Nesrin”
“E, sonra ne oldu? Zayıfladı mı sahibin? Ondan mı düştün parmağından?”
“Hayır, zayıflar mı hiç? Tersine domuz gibi şişmanlamıştı son günlerde Tacettin”
“Tacettin de kim?”
“Kim olacak canım, sahibim işte”
“Ha, anladım. E, zayıflamadıysa Tacettin nasıl düştün ki sen parmağından?”

Kırmızı kalemin haberi olmasa da aynı soruyu bundan altı ay kadar önce Nesrin de Tacettin’e sormuştu.

“Ama hayatım” demişti Tacettin, “Bilemiyorum ki vallahi, düşüvermiş işte. Sıcaktan olmalı, terlemişimdir herhalde”

“Bana yalan söylemeye de başladın demek?” diyerek hüngür hüngür ağlamıştı Nesrin. “On yıldır parmağında duran alyans nasıl olur da düşer? Hem de kışın ortasında terlenir miymiş?”

Tacettin alyansı yanlışlıkla düşürdüğüne zar zor ikna etmişti karısını. Bu iş pahalı bir lokantada bir akşam yemeğiyle koca bir buket kırmızı güle mal olmuş, ertesi gün de Nesrin ona yeni bir alyans almıştı. Bu alyansın da en çok bir yıllık ömrünün olacağını, Tacettin’in bir yıl sonra iş yemeğinde yanına oturan alımlı bir kadın yüzünden onu da düşürüvereceğini bilmiyordu henüz. Üstelik bu kez içinde Nesrin’in adı yazan başka bir alyans istemeyecekti Tacettin. O gece, kendisinin de beklemediği yangınlı bir aşk macerasıyla sonuçlanacak, Nesrin’den boşanıp o kadınla evlenecekti.

Bütün bunların olmasından çok önce Tacettin’in ilk alyansı ilk sevdası gibi toz içinde, “Düşürmek mi?” diyordu kırmızı kaleme. “Herifçioğlu yanına oturan mini etekli bir hatun yüzünden kendisi çıkardı beni. Cebine koyacağım derken de buraya düşürdü işte. Oysa öyle bir yapışmıştım ki parmağına…”

“Yeter! Vıdı vıdı anlattığın aynı hikâyeden usandım artık!” diye hışırtılı sesiyle bağırdı piyango bileti. “Tacettin’inin de canı cehenneme, Nesrin’inin de! İyi etmiş de atmış parmağından seni. Bahse varım Nesrin’i silkeleyip atmıştır çoktan. Bir kez daha nişanlıyken nasıl da birbirlerine aşık olduklarını anlatırsan…”

“Hop hop!” diye diklendi bir ağızdan iskambil destesindeki kâğıtlar. Bir anda herkesin sesini bastırmışlardı. “Herkes istediğini anlatır, sana ne? Bir tek senin mızıldanmalarını mı dinleyeceğiz yani? Yeter be! Sen de bizim gibi bir parça kâğıtsın hepi topu. Hem bak biz senden daha çoğuz!”
“Hadi oradan! Üstümdeki rakamlarla sizin gibi milyonlarcasını yapacak orman satın alırım da yine bitmez param. Aaah ah! Ben buralara düşecek bilet miydim? Allah’ından bul e mi Necati? Neriman Hanım sana kaç defa söylemedi mi, bırak şu bileti evde, düşürürsün cüzdandan diye, ha? Şimdi sen oralarda yanıyorsun ben buralarda işte!”

“Şimdi seni parçalayacağım Necati! Sana bir daha eve gelme demedim mi ben? Git, hangi orospuya yedirdiysen milyarları o baksın sana!”

Neriman Hanım Fatih’teki babadan kalma evinde böyle bağırıyordu kocasına. On gündür deliye dönmüştü. Kaybettikleri parayı düşündükçe gözünde şimşekler çakıyor, başına çattığı kara yazmayı çıkarmıyor, kocasının piyango biletine vuran parayı alıp barda pavyonda yediğinden başka bir şeye inanmıyordu.

Zavallı Necati Bey ne yapacağını şaşırmıştı. Bir alttan alıp “Hanım isteyerek düşürmedim ya. Bak haram paraymış demek ki, kim bilir kaç öksüzün yetimin hakkıydı” diyor, bir erkekliği tutup bağırmaya yelteniyordu. Ne yapsa ne etse Neriman Hanım’ın açılmış ağzını kapatmak mümkün olmuyordu ama. Necati Bey canından bezmişti, piyango biletini aldığı güne lanetler savuruyordu.

“Zaten beni aldığında da hiç beğenmemiştim tipini, sarsağın tekiydi Necati” dedi piyango bileti hırsla. Sonra yeniden sıcaktan yakınmaya başladı.

“Baba izin ver şunu bir marizleyeyim” dedi kupa valesi papaza hınçla. “Yetti artık biz de kavruluyoruz burada ama hiç olmazsa çenemizi tutmayı biliyoruz. Şu züppe gibi onun bunun başını ağrıtmıyoruz.”

Sinek valesi “Valla haklısın kuzen” dedi. “Amca tutma beni, ben de gidip şu bileti çiğneyeceğim”

“Sakız mı çiğniyorsunuz? Bu ne barbarlık?” dedi sinek kızı. Piyango biletinin tipine değilse de üstündeki milyarlara vurgundu. Sinek valesi kız kardeşinin sürekli piyango biletinden yana çıkmasından iyice huylanmıştı ama. “Kız ben seni bir tutarsam” deyip üstüne atladı. Deste birbirine girdi. Sinek kızı karo ikilisinin arkasına saklanmış hüngür hüngür ağlıyordu: “Bıktım bu hayattan. Kumarbaz tokatlarından kurtuldum diye sevinirken şimdi de abimden dayak yiyorum. Bir an önce yırtılsam da kurtulsam!”

“Gel gel ben seni iyice bir yırtayım kız” diye ter ter tepiniyordu sinek valesi. Papazlar onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Milli piyango bileti söylenmeye devam ediyor, bozuk paralar şıngırdayarak kavganın suçlusunun kim olduğu hakkında yorum yapıyor, her kafadan bir ses çıkıyordu.

Anahtar şaşkın şaşkın bu hengâmeyi seyreden kırmızı kaleme döndü. “Gördün mü?” dedi. “Özgürlük kolay mıymış?”

Minibüs baktı ki kalem şaşkın şaşkın yanıt düşünmekte, “İşte hayatının sorusu yeni konuk” diye lafa karıştı. “Akşama dek düşün bakalım. O zaman bir de yıldızlara sorarız.”

Motorunu tetikleyen bir kahkaha kopardı, uzaktan görünen denize doğru daha bir hevesle devam etti yoluna.

Wesvese

4 yorum:

şule dedi ki...

Ben bu minibusu cok sevdim. cok eglenceli :)

Arzu Çur dedi ki...

Teşekkürler Şulecim. Evet, bu öykü yazarken beni de güldürmüştü. Özellikle sinek kızının halleri:)

Adsız dedi ki...

Tarihi ben de hatırlayamadım.. 2003'tü yanılmıyorsam.

İbrahim Metin

Arzu Çur dedi ki...

İbrahim Bey:) "Ne güzel dergimizdin sen Wesvese abla" diyesim geldi bakın isminizi görünce. Ellerinize sağlıktı, güzeldi. Hala ellerinize sağlık, hala güzel.

Selam ve sevgilerimle,