6 Mayıs 2008 Salı

Dışarı Çıkmak

Sizin kapınız nasıl kapanır? Çelik midir mesela, bir klik sesi mi çıkarır? Yoksa ahşaptır da tok bir ağırlıkla mı çekersiniz üstüne evin, çıkarken? Evinizin kapısı kapandığında, siz dışarıda, ev içeride kalmışken bir an önceki sizle bir an sonraki siz arasındaki farkı düşünür müsünüz? İçinizde eve bir kez daha girip bakmak isteği duymaz mısınız? Bu isteği takıntılı bulup kendinize kızmaz mısınız?

Dışarı dediğimiz yer neresidir? İçeri neresi?
Ne kadar dışa açılabilirsiniz, ne kadar içe çekilebilirsiniz?
Peki, iç ne kadar içtir, dış ne kadar dış?

“Dış” ve “iç”in pek çok çağrışımı var, her yola gelir bu iki kavram. Yan anlamlarıyla imgeye uygundur, düz anlamlarıyla gündelik dile. Bu iki kelimeden yola çıkarak kendinizi ve kendinizin dışındaki her şeyi düşünebilir ya da basit bir şekilde evin kapısını açıp kapayabilir, içeri girip, dışarı çıkabilirsiniz.

Dış ve dışarı dediğimizde şunları kast ediyor olabiliriz: Macera, sonsuz çeşitte olasılık, heyecan, deneyim, merak, korku, yabancılar ve yabancılık, değişik kokular...
Başkaları; sen, o, siz, onlar ve “biz”in “ben”in dışında kalan kısmı. Yani evin dışı.

İç ve içeriye denk düşenlerse, tekdüzeliktir örneğin, devamlılık, sükunet, huzur, bildiklik, güven, sahiplik, aynılık, tanıdık kokular, sesler, belirlenmiş düzen....
Ben; sadece ben,“biz”in de sadece “ben” kısmı. Yani evin içi

Evimiz olarak bildiğimiz mekana her girdiğimizde bir kurtarılmışlık duygusu sarar içimizi. Kim olursak olalım, hatta evimizi sevmesek, beğenmesek bile, o kapıyı kapayıp kendimizle yalnız kaldığımızda, biz artık başkalarının tanıdığından başka bir kişiyizdir. Salt ben oluruz.

Bu yüzden kapıyı çekip çıkmak aslında müthiş bir etkinliktir. Yaptığımız iş sadece bakkala gitmek ya da çöpü çıkarmak olsa bile, müthiş bir değişim anıdır. “Ben” evde kalır, yanımıza “biz”i alırız. Hem öyle kolaylıkla yaparız ki bunu, farkına bile varmayız geçirdiğimiz büyük değişimin.

Maskeler denilebilir dışarıda takındığımız kimliklere ve bunun hastalıklı bir hal olduğu üzerine elbette çok şey söylenmiştir. Fakat hiçbiri topluluk içinde yaşamanın getirdiği zorunluluğu, birbirimizi “ben”lerimizle rahatsız etmeden bir arada olabilme gerekliliğini yok sayamaz. Bir topluluk iki kişiden oluşsa bile, “ben”ler öğrenilmiş bir rahatlıkla, paşa paşa içe çekilir ve devreye biz girer. Bir başkasıyla ilişki kuran; konuşan, soran, cevap veren, bir şey alıp veren, kısaca uygun davranan hep o “biz”dir artık. Evde bıraktığımız ben değil. O tüm kendine özgülüğüyle içeridedir. Dışarı, isteseniz de çıkaramazsınız. Onun yeri sadece evdir. Başkalarıyla, hatta çocukları, eşi ya da kardeşleriyle paylaştığı zamanlarda da değil. Yalnız olduğundaki haliyle evdir onun tek yeri. Bazen yalnızca bir oda. Bir mekan bulamadığı zamanlardaysa dışarı çıkmaz, orada, içimizde bir yerde bekler.

Evin kafamda belirlenmiş bir tanımı yok benim. Şurası şöyle olsun, burası böyle, ne bileyim büyük olsun, küçük olsun, oraya yakın olsun buraya uzak olsun dediğimiz mekan değil ev dediğim. Ev en basit anlamıyla kendimle baş başa kalmama olanak tanıyan, “ben”i diğer şeylerden, canlılardan ya da cansızlardan, dünyanın geri kalanından ayıran yer demek. İçime hapsettiğim “ben”i, sıkan bir giysi ya da daha doğru bir benzetmeyle, doğmazsa boğulacak bir çocuk gibi çıkardığım, doğurduğum, yaşattığım mekan. Kapısı ve duvarları olması yeterli yani. Bir de anahtarı bende olan bir kilidi.

Anahtara takılmış olduğum doğru fakat sizin kapılarınız kilitsiz mi?

Böyle anlatınca biraz paranoyak, şizofren bir durum gibi görünüyor ama yaşadığımız hayat bunu istiyor ve biz de kendimizi deli hissetmeden böyle yaşıyoruz. Belki de zaten delirmişizdir, herkes deli olduğu için fark etmiyoruzdur. P.K.D. bir kitabında akıl hastanesi olarak kullanılan bir gezegenden söz eder. Belki de o gezegen burasıdır. Hep aradığımız o başlangıç noktası, atalarımızı buraya bırakıp giden bir ambulanstır belki. Belki o ambulanstakiler “ben”leriyle ortada gezmeyi becerebilenlerdir. Biz beceremiyoruz.

Tek odaya sığınmış hayatları düşünüyorum şimdi; hapishanede birlikte yaşamaya zorlananları, asker koğuşlarını, öğrenci yurtlarını, bekar odalarını, yoksulluktan bir odaya sığınmış on kişilik bir aileyi. Onlar benlerini nerede çıkarır dışarı, nereye çıkarır?

Ev, benimizin mekanıdır. Bizi dış dünyaya bağlayan ve ondan ayıran kapı, bu anlamıyla da bir geçittir. Tam da o, kapıdan çıktığımız kısacık anın, benliğimizde yarattığı etkiyi fark edenler evden çıkma üzerine bir takım alışkanlıklar geliştirir. Bunlar başkalarına komik, garip takıntılar gibi görünebilir fakat ben bir farkındalık hali demeyi tercih ediyorum.

Herkesin bir evden çıkma biçimi vardır. Kimisi için aynada kendine son bir bakış atmak ve anahtarı alıp kapıyı çekmek yeterliyken kimisi daha da abartır. Evden çıkmadan önce ortalığı iyice toplar, perdeleri düzeltir, terlikleri dizer, elektrik prizlerini, ocağın altını, hatta oda kapılarının arkasını kontrol eder, çantasını tekrar tekrar gözden geçirir, kapıyı birkaç kez kilitler, ittirip kaktırarak kapının sağlamca kapandığından emin olur. Tüm bunlar yavaş yavaş evden çıkmanın rutini haline gelir.

İşte bu yazı, benim de anahtarla ilgili bir takıntıya kapıldığımın farkına varmam üzerine yazıldı. Eskiden zırt pırt içeride ya da daha beteri kapının üstünde anahtar unutarak paldır küldür dışarı çıkan ben, son zamanlarda çantamı iyice kontrol etmeye, anahtarı yanıma aldığımdan emin olduğum halde almadığım hissine kapılmaya ve yeniden kontrol etmeye başladım. Hani utanmasam boynuma asacağım ya da daha iyisi elimde gezdireceğim anahtarımı.

Daha da ilginci tıpkı annem ve anneannemin yaptığı gibi kapıyı çekiştirip iyice kapandığından emin olmazsam içim rahat etmiyor. Halbuki kapı çelik, kapanmaması mümkün değil. Yine de elimde olmadan kontrol ediyorum.

“Yaşlandıkça anneanneme benziyorsun” der, annemin kapı takıntısıyla dalga geçerdim eskiden. Yıllar sonra, kendime aynısını söylüyorum şimdi: Yaşlandıkça annene ve anneannene benziyorsun. Hadi kendinle de geç dalganı bakalım.

Demek ki kapıyı kapamak yaş ilerledikçe zorlaşıyor bizim ailede. Annem ve anneannem ne der bilmem ama bence bu zorluğun esneklikle bir ilgisi var. Yaşlandıkça, belki vücut gibi ruh da esnekliğini yitiriyor, dışarıdaki “biz”i giyinmek giderek zorlaşıyor. Üstelik yıllarca emek verip oluşturduğumuz, geliştirdiğimiz benimizi de içeride bıraktığımızın daha çok farkına varıyor ve onu dışarı çıkaramayışımıza kızıyoruz. Bunu yapabileceğimiz bir dünyada yaşamıyoruz, bu ikiyüzlülük de canımızı yakıyor yaşlandıkça. Evde vakit geçirmekten, yalnız kalmaktan giderek daha çok keyif alıyoruz.

İşte bu yüzden aklımız hep evde kalıyor dışarıdayken, eve kavuşmak için can atıyoruz. Kapıyı sağlama alma takıntımız, içeride bıraktığımız kimliğimizi koruma çabamız; anahtar yoklamalarımız, tekrar içimize dönebileceğimizden emin olma telaşemiz.

Evimizi seviyoruz, ne yapalım. Bir tek orada kendimiz olmayı becerebildik işte.



Picus-Nisan 2005

4 yorum:

şule dedi ki...

bugün telaslanmistim, "yoksa yazmayacak mi" diye, neyse yazdin :)
ister istemez kendimi dusundum, benim disari cikma rutinimi, evle olan baglantimi, bu konuda gecirdigim donusumu...
evden cikarken mutlaka evi derli toplu birakmaya ozen gosteririm mesela (anneanne aliskanligi bu, evden cikarken bir misafirle eve donebileceginizi aklinizda tutun derdi), mutfaga bakip (ocagi ve su isiciticisini kapattim mi?) oyle cikarim evden.
"evim" kalem ayni zamanda, ozellikle de son yillarda. kendi kendimle kalabildigim, sakin, huzurlu ve kosturmacadan uzak mekanim. muzigim, ciceklerim, kitaplarim ve oglumla bana ait dunyam. ve evet, tum gezentiligime ragmen ben de evimi seviyorum. siginagim benim :)
bu arada, su picus ne guzel dergiydi di mi? yazik ki surduremedi varligini...

Arzu Çur dedi ki...

Ben evini seven ama bu sevgiye çok da özen göstermeyen biriyim galiba. Öyle derli toplu bırakmak gibi bir alışkanlığım ne yazık ki yok. Öyle dağınık bir çocuk ve gençtim ki eskiden -Elektra iyi bilir- buna da şükür demeli sanırım ancak.

Ama evde olmayı seviyorum ben de. Evden çıkarken ve girerken yaptıklarım neredeyse adım adım aynı. Hatta bazen düşünüyorum, terliklerimde gezdiğim yerde iz bırakan bir madde olsa herhalde hep aynı yerler boyanırdı sabah ve akşamları.

elektra dedi ki...

evim evim güzel evim. beni bilirsin 1 ay eve kapatsınlar gıkım çıkmaz. ama en güzel hali evimin, ya kimsenin uyanmadığı sabah saatleri ya da herkesin uyuduğu gece... o kadar mülkiyetçiyim yani evim konusunda. bir de camlar açık olacak:)

Arzu Çur dedi ki...

Bilmez miyim hiç? "Kalk gel" diyoruz, "Evim, evim" diyorsun. Benim evim de senin evin sayılır canım kardeşim. Yastıklar yerde duruyor, gel kaldır:)