9 Haziran 2008 Pazartesi

Eskilerden

Eskilerden bir yazı aşağıdaki. "Çok yakında otuz yaşıma giriyorum" diye yazmışım. Yıl 1997 idi bunu yazdığımda. Ankara'da yaşıyordum. İstanbul'daki ailemi çok özlüyordum.

Yıl 2008 şimdi. İstanbul'dayım. Hala ailemi çok özlüyorum. Bir toparlanamadık gitti yahu:)

Annemsiz Çay Saati Düşünülemez

Kardeşim geldi İstanbul’dan. Ne zamandır görmemişim. Nasıl sevindim. Gece uykudan ağırlaşan göz kapaklarımıza inat uzattığımız bir sohbetin orta yerinde “Abla” dedi, “Annemin çay saatlerini hatırlıyor musun?”

Aklıma nedense reçelli ekmek ve süt geldi. İkisinden de nefret ederdim. Ama annemin çay saatlerinden asla. Bu saatlerden hiçbirinde reçelli ekmek ve süt ikilisiyle karşılaşmamıştım çok şükür.

Eğer annemin keyfi yerindeyse, dışarıda yağmur varsa (Eskişehir’in yağmuru da soğuğu kadar ünlüdür) ve biz ödevlerimizi yapmışsak... Annemin bütün işleri bitmişse... İki yaş küçük kardeşim Ayşegül’le kavga etmemişsek, yani yüzümde tırmık izleri, ellerimde onun saçları yoksa... en ufağımız Gülten uyuyorsa ya da en azından ağlamıyorsa... mutfaktan gelen dayanılmaz vanilyalı şekerli kokuyu duyardık.

Mutfak kapısından başımızı uzatır sorardık anneme “Nazan’ı da çağıralım mı?”
Annem hiç “Hayır” demedi bu soruya ama nedense “Evet”i duyunca sevinir, iki ev öteye koştururduk. Nazan, kardeşimle benim paylaşamadığımız en önemli şeydi.Ama onunla ve annemle birlikteyken sesimizi çıkarmaz, çayla keki paylaşırdık. Dışarıda hep yağmur yağardı böyle günlerde. Belki de ben şimdi öyle hatırlıyorum.

Yağmurun ve çaydanlık sesinin verdiği huzurdu sanırım bizi her zamanki gürültümüzden vazgeçiren. Toprağın ıslandığı zamanki neşesi; yani kokusu kekin, çayın ve en önemlisi annemin evinin kokusu. Bir de elimizdeki sıcaklık. Yalnızca çaydan ve kekten gelmiyordu o sıcaklık. O zamanlar ben bu yüzden sanıyordum ama değildi. Değişikti. Sıcaklık çay saatleri kışa rastlıyorsa sobadan derdim. Onun sıcaklığı da çok güzeldi ama bizim farkında olduğumuz sıcaklık, sobadan değil başka bir yerden geliyordu sanki. Masa başından ya da daha keyiflisi, yer sofrasından. Onun başında hep birlikte oturuşumuzdan, sessizlikten. Bütün bunların hepsinden, bir de kendimizden. Huzur bu demekti benim için, ev bu demekti. Kavgalar, gözyaşları, pazar günü yakılan banyo sobası, yıkanan çamaşır kokusu, pazartesiye ödevlerimi yetiştirememenin kalbimi boğan sıkıntısı değil, arada bir yaşadığımız çay saatleriydi annemin evini ev yapan.

Bazen babam da katılırdı çay saatlerine. Bir gün önce eve gelmeyişine bedel aldığı izni kullanmış olurdu. Babamın “uçuşa kalması” bu yüzden birlikte geçirilecek bir çay saati müjdesiydi bize. Babam havacı astsubaydı ve Eskişehir’de iş kazası geçirerek ölmüş astsubayların öyküleri anlatılırdı kadın günlerinde. Yine de babamın olmadığı gecelerde başına bir şey gelir mi korkusu uykumuzu bölse, sabah ölmediğini görüp sevinsek de ertesi gün babam geç uyanacak, annem onunla birlikte bize de bir şeyler hazırlayacak, çay saatlerine babamın neşesi de katılacak demekti “gece uçuşa kalmak”

Çocukluğumun bir kısmını Eskişehir’de geçirdim ama kendimizi bildiğimizden beri göçebe köksüzlerdik aslında. Tüm memur aileleri gibi bir kentte ne kadar kalacağımızı bilemezdik. Dostlukların bitişi acı veriyordu ama hazırlıklıydık her zaman. Annem eşyaları toplamanın, babam evi taşıyacak kamyonu ayarlamanın kolay yollarını bilirdi. Biz çocuklar arkadaşlardan ayrılmanın kolay yolunu bulamadık bir türlü. Hiçbir zaman kolay olmadı. Mektuplar birlikte oynamanın yerini tutmazdı ki. Hep kendini bütün sınıfa kabul ettirmek zorunda kalırdın yeni okulda.

Ama zamanın ayrılıklara ilaç olduğunu böyle öğrendik. Yeni yerlerdeki insanların yalnızca yüzlerinin yeni olduğunu, aslında bütün çocukların birkaç grupta toplanabileceğini de. Yurtsuzluğun gerçek yurt olabileceğini, gerçekte köklerin farklı da olsa anlaşılabileceğini... Her küçük şehir bir başka küçük şehre benziyordu sonuçta.

Kentler değişiyor, biz büyüyorduk. Fakat çay saatleri hep aynı kalıyor, kardeşimle paylaşamadığımız sürekli davetlilerin adları değişiyordu yalnızca. Her yeni şehre yerleşir yerleşmez çay saatleri başlıyordu. Çay saatlerindeki değişme şehre değil, zamana ayarlıydı çünkü: Mevsimlere bir de ayın günlerine. Ay sonuna yaklaşırken, evdeki tatsız suratlar çay saatine izin vermezdi: Geçim derdi.

Yine de çay saatlerinin asıl belirleyicisi annemin “moral”iydi. Neşeliyse, yüzü gülüyorsa çay saati için bir umut var demekti. Yok eğer onu kızdırdıysak, o gün için böyle bir umudumuz olamazdı: Kek ya da yumurtalı ekmek yoktu işte o gün. Çay da. Ama daha önemlisi evde neşe yok demekti. Asıl dayanılmaz olan, içimizi ağırlaştıran da buydu zaten.

Sonra biz büyüdük, kentler iyice küçüldü. Yaşadığımız evler, gezdiğimiz sokaklar küçüldü. Evlere sığamadık, taşra kentlerinin sokaklarına da. Evden uzakta olduğumuz zamanlarda yeni güzellikler bulduk. Annemin işleri azaldı böylece, çay saatleri için vakti çoğaldı. Ama artık bizim için eski tadı yoktu çay saatlerinin. Çocuk değildik, dışarıda kocaman bir dünya bizi bekliyordu. Keşfedilmemiş, el değmemiş. Annem ve onun çay saatleri bu dünya hakkında ne bilebilirdi ki?

Ah, o zamanlar öyle diyordum tabii. Ama herkes o yaşlarda öyle söyler. Annemizin doğruları bizim de doğrularımız olsaydı dünyada ne değişirdi ki zaten? Ayrılma-anlaşma-birleşme: Hayat da bizim çay saatlerine benziyormuş işte. Karşı çıkma-değiştirme-değiştirdiğini sahiplenme... Ta ki birisi gelip, ortaya koyduğunuz “yeni”yi de “eski” olmakla suçlayana kadar.
Kekin yerini dışarıda yediğimiz hamburger alana kadardı annemin çay saatlerinin ömrü. Ama nereden bakarsanız bakın, bizim şimdi karşı çıktığımız onun da yenisiydi bir zamanlar: Onun çay saatleri okulda Marshall yardımıyla Amerika’dan gelen süttozlarının hikayesiydi çünkü.

Biz büyümüştük, annem aynıydı. Dünya değişmeliydi.

Şimdi aradan çok zaman geçti. Ben çok yakında otuz yaşıma giriyorum. Yılda en fazla birkaç kez birleşiyoruz çay saatlerinde. Bu kez herkes herkesi anlıyor artık. Ailenin bir araya gelmesi her zaman ele geçen bir olanak değil, bir şans. Çay saatlerini paylaşmak bir şans ve bu şansı iyi değerlendirmek gerek.

Bir sürü yıl aşmışız, yollarımız ayrılmış. Her kardeş kendini başka türlü tanımlıyor artık. Babamla giriştiğimiz vatan hainliğimi konu alan tartışmalar bitmiş. Beni görünce asi kızı değil, onu ne kadar özlediği geliyor aklına. Ben annemin de haklı olabileceğini anladım. Ama aramızda bir kuşak bulunan en küçük kardeşimin, Gülten’in de haklı olduğunu hatırlıyorum hala, o kadar da büyümedim.

Anlayacağınız çay saatlerinin öyküsü hepinizin bildiği şekilde bitti. Çoğunuzun yaşadığı bir büyüme öyküsüydü anlattığım.

Şimdi anlıyorum ki, çocukluktan hatırlananlar tüm duyu organlarınızla kavrayabildikleriniz. Divan örtülerinin rengi, annenizin kullandığı kremin kokusu, yağmurun sesi, okul önlüğünün giydikçe yumuşayan dokusu, kek ve çay ikilisinin bir daha hiç yakalayamadığınız tadı. Bunlardan herhangi birini algılamak eskilere götürebiliyor sizi.

Sonra bugüne dönünce oğlunuza bakıyorsunuz. Gözlerindeki endişeyi fark ediyorsunuz “Annemin neşesi yerinde mi? Bana sütlü bisküvi hazırlayacak mı?” diyor gözleri. Daha önemli olan soruyu hatırlıyorsunuz. Dileği karnını doyurmanız değil, sofrayı sizinle paylaşmak. Ah, o zaman anlıyorsunuz hayat biz olmadan da devam edecek ama çocuklarımızda bizden kalan anılarda biz de yaşamaya devam edeceğiz. Annemizin çay saatleri gibi.

1997-Pazartesi
2002-Uçanhaber

8 yorum:

Adsız dedi ki...

şimdi bu yazıyı okurken ağlar mı bir insan? evet,ağlar.divan örtüsü,soba,yumurtalı ekmek,çay.Ama en çok ta şu cümleyi sevdim:Ah, o zaman anlıyorsunuz hayat biz olmadan da devam edecek ama çocuklarımızda bizden kalan anılarda biz de yaşamaya devam edeceğiz. Annemizin çay saatleri gibi.
Teşekkürler bu güzel yazı için...
serpil

Arzu Çur dedi ki...

Yalnız değilsiniz Serpil, bu yazıyı okurken Elektra da ağlar. Annemiz zaten hep ağlar.

Ben evet, o son cümlede özellikle bi tuhaf olurum. Oğlumun sekiz yaşındaki kumral başı gözümün önüne gelir hep. Hep iyi anılar gelsin di mi aklımıza, onlardan olsun güzel yaşlarımız.

Ben teşekkür ederim duygularınızı paylaştığınız için. Sevgiler,

şule dedi ki...

çoooook güzel olmuş yine :) pazar gunu bunalimlari her evde ayniydi galiba di mi? tv'de studyo pazar, banyo telasi, ertesi gun okulun baslayacak olmasi gerginligi... canim yumurtali ekmek cekti cok fena... cocuklarimiza da biz boyle guzel "anneli saatler" armagan edebilmisizdir umarim...

Arzu Çur dedi ki...

Off evet, o kahrolası pazarlar. Bunun hakkında Tezer Özlü çok güzel yazmıştı Çocukluğumun Soğuk Geceleri'nde hafızam beni yamultmuyorsa.

Ama diğer yandan çok şükür benim pazar günleri haricinde böyle köyü anılarım yok,hatta çoğunlukla tersi geçerli.

Umarım Şule, umarım çocuklar da böyle iyi şeyler söyler hakkımızda.

Sevgiler,

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Bu yazıyı hiç değilse gözü yaşarmadan okumak mümkün mü?
:)
Ben "...pazar günü yakılan banyo sobası, yıkanan çamaşır kokusu..." bölümüne takıldım. Aynen!:))

Bizim evde çay saati, çok belirgin değildi. Annemin ayda bir "gün"ü olurdu, teyzelerin misafirliğe geldiği. O zaman bir kek, bir poğaça, bir kurabiye yapılırdı. Gelen çok fazla olmazsa, artan bizi iki gün idare ederdi. Onun dışındaki zamanlarda, süt yanında yenecek kurabiye yapılmış olurdu.

Arzu Çur dedi ki...

Anlaşıldı, bizim kuşak pek de öyle keyifli geçirmemiş pazar günlerini:) Ben inatla ev ödevlerine veriyorum asıl bu sıkkın ruh halini kendi payıma. Hep ödevi son dakikaya bırakan bi öğrenci oldum, hiç bir şey gideremezdi iç sıkıntımı onları yapıp kurtulmaktan başka.

Adsız dedi ki...

Bu yaşam bu kadar şiirsel bir dille anlatılır...

Yazılarınızı çok beğendim,harika...

Arzu Çur dedi ki...

Sevgili Adsız,

Çok teşekkür ederim ilginize, çok naziksiniz. Sevgiler,