18 Haziran 2008 Çarşamba

Bor'dan bilimkurgu 2. Bölüm

Anımsayacaksınız,"bor şöyle iyidir, bizde de böyle çoktur" tandanslı kompile teorilerinin ortada döndüğü sıralarda bir bilimkurguya niyetlendiğimi yazmıştım burada. Ve bir bölümünü de yayınlamıştım.

Aşağıdaki bölümde ana karakterlerden TürkanT'nin hikayesi var.

İyi okumalar:)

"Bor"dan Bilimkurgu
2. Bölüm

BeyBey’in yoksullarının dilinden düşmeyen bir söz vardır: “Herkes bir kentin en değerli hazinesinin çöplükten çıkacağını bilir” derler. “Hele ki çöplüğün giriş kanalları artık tıkalıysa”
Ahmetti, İsti’ye gelen son göçmenlerdendi. Kente ulaştıktan üç gün sonra Ana’yı İsti’ye bağlayan tüm yollar kapatılmış, hızlı tren hattının seferleri durdurulmuş, Ana’yla İsti arasındaki ulaşımlara şirket pasaportu zorunluluğu getirilmişti. Bir şirkete bağlı olmayanların elini kolunu sallayarak kente girmeleri artık olanaksızdı. Buna karşın İsti’den göçler özendiriliyor, kentteki billboardlardan, televizyonlardan, radyolardan isteyen herkese gidişe açık pasaportlar verileceği bangır bangır ilan ediliyordu. Ana’daki iş olanakları, yaşanabilir temiz köyceler ballandırılarak anlatılıyor, ailecek yapılan göçlerde iş bulma garantisinin yanısıra bedava evler -hem de öyle üst üste yaşanan apartkatlar değil iki, üç odalı müstakil villalar- çocuklar için ücretsiz eğitim, bedava enerji sözleri veriliyordu. Gün geçmiyordu ki Ana’ya göçme akıllılığını göstermiş bir şanslı ailenin günlük yaşantısı naklen TV kanallarında boy göstermesin.
TV kanallarının gösterdiğine bakılacak olursa, masallarda anlatılanlara benzer bir hayat vardı Ana’da. Ebeveynler sabahın kör karanlığında yeraltı trenlerine tıklım tıkış binmek için değil, güneşli evlerinde güzel kahvaltılar etmek için uyanıyorlardı güne. Kahvaltı sofrası diye bir şey vardı o evlerde. İsti’nin zenginleri gibi organik besinler yiyorlardı. Güneşten yanmış yüzleriyle mutlu çocuklar haşlanmış yumurtaları kaşıklarken, spiker, akıllılık ederek Ana’ya göçmüş olan her aileye bir çift tavuk ve bir horozdan oluşan kümesin ücretsiz verildiğini anlatıyordu. Becerikli bir aile bu kümesi çoğaltabilir, istediği zaman yumurta ve et yiyebilirdi.
İsti’de doğdukları günden beri yapay besinle büyüyen soluk yüzlü çocuklar ağlayarak yumurta yemek istediklerini söylüyordu ana babalarına.
İstili yoksullar bir peri masalı seyreder gibi, kahvaltıdan sonra babanın tertemiz işçi tulumlarını giyerek onu almaya gelen madenci servisine binişini izliyordu. Çocuklar ve anne, yüzlerinden kan damlayan arkadaşlarıyla şakalaşarak güneş enerjisiyle çalıştığı üzerinde büyük harflerle belirtilen otobüsteki rahat koltuğuna yerleşen babaya el sallarken spiker anlatıyordu: “Ana’da her iki ebeveynin de çalışması gerekmez. Yasalar anne ya da babadan istekli olanın madende çalışmasını yeterli bulmakta.”
Ekrandaki şanslı hemcinsleri çocuklarını öperek okula uğurlarken, İsti’nin çöpçü kadınları gün boyunca topladıkları kimyasallarla parçalanan ellerine bakarak iç geçiriyordu. Ertesi gün eşleşme bürolarını ziyaret ederek bir koca bulacaklarına dair söz veriyorlardı kendilerine. Ana’ya gitmeyi, kendilerinin yerine çalışmayı kabul edecek bir koca.
Ekrandaysa Ana rüyası devam ediyordu. Ailenin hanımını her işi bilgisayarla yönetilen evde televizyon izleyip kahve içerken bırakan kameralar, buradan okula geçiyorlardı. “Ana’da yaşayan her çocuk ücretsiz eğitimden yararlanma hakkına sahiptir” diyordu ağzından bal damlayan spiker.
Okulda tertemiz giyinmiş çocuklar gülüşerek öğretmenlerinin gözetiminde ağ simülasyonuyla dünyanın dört bir yanını dolaşırken, parlak güneş altında spor yaparken görüntüleniyorlardı. Parlak gözlü, güneş yanığı çocuklar.
Anne babalar şirket okullarına giden ve çoğu derecesiz bulunarak daha şimdiden hayatını kendisi gibi geçireceği kesinleşmiş çocuklarına bakıyordu. Babalar Ana’ya göç etmeyi geçiriyorlardı içlerinden. Ve pek çoğu gidiyordu.
İsti yarı yarıya boşaldı. Kentin yoğun kalabalığı yine de azalmadı ama.
Ahmetti “Salaklar” dedi gidenlere yine de çenesini kapalı tuttu. Ana’da öğrendiği ikinci şeydi çenesini kapalı tutmak. Birincisi ise, yapılan propagandanın baştan aşağı düzmece olduğuydu.
Onu kabul edecek küçük bir şirkete kapılanmak için çok uğraştı ama hiç şansı olmadığını kısa zamanda öğrendi. İki seçeneği kaldı: BeyBey cehenneminde zebani olmak ya da o cehennemde yanmak.
BeyBey’dekilerin yaptığı tek yasal iş çöpçülüktü. Bu işi yapmayı düşünmedi bile. Ana’dan ölmek değil, yaşamak için gelmişti. Hap, organ, çocuk köle sattı. Başkalarının hayatını önemsemenin insanın başını derde sokacağını biliyordu, önemsemedi. Sonunda iki sokak dövüşçüsü alacak kadar para biriktirmeyi başardı. İkisi de iyiydi, çok para kazandırdılar Ahmetti’ye ama üçüncüsü herkesten iyiydi.
BeyBey’de şimdi bile adı söylenen Seher Roz on beş yaşındaydı Ahmetti’ye geldiğinde. Çöpçülük yapan ailesinden nefret ediyordu. Yoksulluktan da nefret ediyordu zaten, dünyadan da. Bu yüzden belki de, iyi bir dövüşçü oldu on sekizine geldiğinde. Kurnaz ve acımasız. On dokuzunda Ahmetti’den hamile kaldı, TürkanT’yi doğurduktan sonra girdiği ilk kavgada öldü: Küçük kızını çok sevmişti.
Ahmetti kadının bu sevgi yüzünden acımasızlığıyla birlikte hayatını da kaybettiğini düşündü. En kaliteli dövüşçüsünü yitirdiği için pişmandı. Bir daha sevginin “s”sini bile duymak istemiyordu. Alabildiğine acımasızlaştı.
Fakat TürkanT başkaydı. O da kızını çok sevdi.
TürkanT babasının BeyBey’in efendilerinden biri olduğunu sürekli hissederek büyüdü. İsti’de yaşayanlardan kadar zengindi neredeyse Ahmetti ama zenginliklerinin kaynağı olan yerde, BeyBey’de yaşamaya devam ettiler.
Ahmetti “Hayat her yerde aynıdır” diyordu kızına. “İsti’dekilerin de bizim de istediğimiz tek şey para. Biz parayı bu çöplükten kazanıyorsak çöplükten daha da beter olmalıyız. Yumuşayacağımız bir yere gidemeyiz. Ölürüz o zaman.”
Böylece TürkanT okula gitmeden ve alabildiğine şımartılarak büyüdü. Öğrendikleri BeyBey’deki hayata dairdi. Ahmetti ne kadar iyi olursa olsun bir gün yaşlandığında yenileceğini biliyordu. TürkanT onun yaşlılık sigortasıydı. Kendisinin bir benzeri olması için elinden geleni yaptı. İşleri öğretti, büyüdüğü zaman kızına bir imparatorluk bırakacaktı.
Ne var ki TürkanT henüz on beşindeyken olan oldu, dövüşçülerinden biri Ahmetti’yi ikiye biçti. TürkanT adamın Ahmetti’nin en büyük rakibi olan Sakiraga tarafın kiralanmış bir casus olduğunu öğrendiğinde çok geçti artık. Ahmetti’yi ortadan kaldıranların insafına sığınamayacağını bilecek kadar çok şey görmüştü kız, imparatorluğu falan düşünmeden yanına alabildiği tüm parayla birlikte, babasının cesedini de ortada bırakarak İsti’ye kaçtı.

Hiç yorum yok: