28 Temmuz 2008 Pazartesi

İşte geldim, burdayım

Merhaba, merhaba!

Tatil bitti, işe başladım. Sabahın bu saatlerinde işe dönmüş olmak gayet güzel görünüyor, herkeste bir neşe, bir sevimlilik. Özlemişiz birbirimizi.

Tatili şöyle özetleyebilirim: Sıkılacak kadar çok dinlendim. Ne işe güce ne yazıya zaman ayırdım, aylak aylak oturdum evde öyle. Fena da olmadı aslında.

Buzul Öykü iki hafta önce bıraktığım yerden devam ediyor. Herkese selam, sevgi.


Buzul Öykü-4:
Şarap ve Yarışma Faslı

Keşke o şarabı kestaneden değil de üzümden yapsaydı Fantina. Keşke o arabayı bir gökkuşağı değil de karanlık bir dehliz olarak tasarlasaydı. Zaten yeterince duygusallaştığım bir anda bu iki muhteşem şey felaketim oldu.
Bir buztanrısal başarısızlıktan değil, içimizi ısıtan bir Hoşgeldin Evrene’den dönüyorduk. Gençlerden birinin, Fantina’nın, ustalıkla gözümüzü kamaştırdığı bir yaratılışa tanık olmuştuk. Kalpleri ezecek denli güzel bir gösteriydi. Tek bir tohuma sığdırdığı dünyasını, gümüş damlalar serperek açtırmıştı Fantina.
Tohum önce renksiz, küçük bir kürecikti. Boşlukta korunmasız, doğruyu söylemek gerekirse korunmaya da zaten değmeyecek sadelikteydi. Ama sonra Fantina’nın soluğuyla dönerek renklenmeye başladı. Hızla çevirdi onu Fantina ve dünyasıyla ikisi çılgın bir hızda dönerek boşlukta büyüdüler, büyüdüler. Küreden çıkan renkler Fantina’yı, Fantina’dan yayılan ışık küreyi kuşatıyordu. İkisi bir oldular gözümüzün önünde. Çiçekler açtırdılar. Hayvanlar çoğalttılar. Rengârenk dağlar, pembe günbatımları, yeşil mücevherlere benzeyen göller yarattılar. Fantina gümüş damlalar yağdırdı gözlerinden. Bütün her şey yerli yerine oturunca, ellerini son kez açtı. Avucundaki minicik iki canlıyı yeni dünyaya bıraktı: “Bunlar” dedi, “Benim imzam.”
Fantina ilk dünyasını yaratmıştı böylece. Canlıları kendisinin birer kopyası olarak tasarlamıştı.
Coşkuyla alkışladık onu. İçimizden hiçbiri herhangi bir canlıyı kendi suretinde tasarlayacak kadar çok sevmemişti o güne dek. Koma’Welli bile, neredeyse taparcasına sevdiği o iki aptala bu hediyeyi vermeyi düşünmemişti. Sadece bu yaptığı için bile olsa, Fantina o andan itibaren büyük bir tanrı sayılabilirdi artık.
Sürekli gülümseyen Tims’in bile bu güzellik karşısında gözleri yaşarmıştı. Bana sokuldu, kolunu boynuma sararak,
“Oh, Terrabikka, şuna bakar mısın?” dedi. “Bu olağanüstü!”
Merhaba.
Bu kadar zamandır size bir şeyler anlatıyorum ama adımı bilmiyorsunuz. Tims’in de söylediği gibi ismim Terrabikka. Orta yaşlı tanrılardanım, ne çok genç, ne çok yaşlı. Orta kıratta dünyalar yaratır, orta karar canlılar yaşatırım. Kahramanları da sevmem, korkakları da. Yumuşak kıvrımları, mutedil havaları, güzel sesleri ve pembeyi severim. Dünyalarımdan herhangi birinde olağanüstü bir şey olduğu görülmemiştir. Haksız davranmam canlılarıma ama birbirini yemeyenlerden oluşan dünyaları da sağlıksız bulurum. Klasik ölçülerim vardır. En fazla pembeyi bolca kullandığım söylenebilir -o da söylenirse- hakkımda. Başkaca bir aşırılığım yoktur.
Ama işte tam o anda, Tims’in adımı bana da, size de söylediği o anda, bir de kollarını boynumda hissediverince ben de baştan çıktım. Değil benden, en manyak tanrılardan bile beklenmeyecek bir şey yaptım. Islık çala çala vurdum ellerimi birbirine, ellerimden çıkan ayı pembeye boyayarak Fantina’nın dünyasının yanına kondurdum. Fantina’ya da dedim ki;
“Yaratına karıştığımı düşünme sakın. O kadar güzeldi ki bu yaptığın, dayanamadım o iki minik canlıya ben de bir hediye vermek istedim. Kabalık yaptığımı düşünürsen hemen geri çekerim hediyemi.”
Güzelim Fantina;
“Öyle şey olur mu ustam?” dedi tüm kibarlığıyla. “Dünyamı onurlandırdınız benim. Hangi tanrıya nasip olmuştur ilk dünyasına bir ustanın elinin değmesi?”
“Sen tüm evreni onurlandırdın yaptığınla,” dedim ben de ona. “Herkese nasip olmaz bu kadar güzel bir dünyaya sahip olmak. Peki, dünyanın adı neymiş?”
“Oh! Sormayı unutmuşum,” dedi Fantina ve hepimiz kahkahayı basıverdik.
İşte bu olacak şey değildi. Biz tanrılar için adlar çok önemlidir çünkü. “Adını bilmediğin bir şeyi yaratabileceğini düşünme bile” Tanrılar Kitabı’nın ikinci maddesidir. Ve birinci madde, “Önce söz vardı” der. Dolayısıyla Fantina’nın söylediği sadece bir şaka olabilirdi. Pek başarılı bir espri olmasa da, cesaretini ödüllendirmek için kahkahayı bastık.
Tims,
“Yapma hadi,” dedi. “Şakayı bırak da söyle şunun adını.”
“Sevgili Tims, gerçekten şaka yapmıyorum. Bu dünya için öyle çok uğraştım ki, o uğraş sırasında adını sormayı unuttum.”
Donakaldık. Buz tanrılar halimizi o an görebilseler sevinçten uçarlardı herhalde. Ama onlar da aynı şaşkınlıkla donakaldıklarından bizi fark edecek halde değillerdi.
“Ne demek istiyorsun?” dedi Kalfidan, güneşleri seven tanrı. “Sen şimdi bize isimsiz bir dünyayı yaratmayı becerdiğini mi söylemeye çalışıyorsun?”
“Saçmalama!” diyerek atıldı Zampamparam, çeşit çeşit ayların tanrısı. “Tabii ki öyle bir şey söylediği yok. Değil mi Fantina?”
“Ama öyle,” dedi Fantina da, ilk isimsiz dünyanın tanrısı. “Bu dünyanın bir adı yok. Söyledim ya, unutmuşum işte. Bu o kadar önemli mi? Ne oldu şimdi hepinize?”
“Yalan söylüyor,” diye bağırdı Klabistan, buz tanrı. “Yalan söylüyor. Başından beri bize hava atmaya çalıştığını fark etmediniz mi? Neydi o gösteri öyle, yok gümüş damlalar, yok kendi suretinde yaratıklar falan filan. Buna bal gibi yalancılık derler.”
Hepimiz bir kez daha, daha fazla donmak ne kadar mümkünse o kadar donduk. Buz tanrıların aşırılığını hepimiz biliyorduk ama o ana dek bir başka tanrıyı yalancılıkla suçlayacak kadar ileri gidenine hiç rastlamamıştık.
Zaten o an daha önce hiç olmamış şeyler oluyordu. Bir tanrı adını bilmediği bir dünyayı yarattığını iddia ediyor, diğeri de ona yalancı diyordu. Ben zaten baştan sapıtmış, bir başka tanrının yaratısına kuş kondurmuştum. Eh, şimdi siz söyleyin bana, daha fazla sapıtmamam için beni kim tutacaktı?
Hiç kimse.
Zaten ben de, kimsenin beni tutmasına fırsat vermeden Klabistan’a bir yıldırım fırlatıverdim. Yıldırım, onun yarattığı ve yaşatmayı beceremediği zavallı buz yaratıklardan birine dönüştü ve şöyle dedi:
“Yalancı sensin. Beni de yaşayacağımı vaat ederek yaratmamış mıydın, ha?”
Klabistan mosmor oldu ve emin olun hiçbir şey fark etmedi. Zaten mordu rengi. Ama benim ne yaptığımı fark etmeme olanak sağlayacak kadar hışımla döndü bana.
“Sen ha? Bugün kendini aştın bakıyorum. Haddini bildirecek birileri gerekiyor sana.”
O anda yaptığım hatayı fark ettim ama ne çare, iş işten geçmişti. Buz tanrıların olanca ezikliklerini, hınçlarını Klabistan’ın etrafında topladıklarını gördüm.
Krişwatta’nın elinde yılan biçimli buz parçaları belirdi. Yılanların soğuk kanlarıyla buzdan hayata can verebileceklerini düşünmüş, yanılmıştı. Yanılgılarından nefret etmekten bıkmıştı. Onları yöneltecek birini bulduğu için ne kadar mutlu olduğunu görebiliyordum yılansı gözlerinde. Yanılgılarından ötürü benden nefret ediyordu.
Hetdany şeker kılıçlarını çıkardı belinden. Şekerin soğuğa dayanamayacağını düşünmemişti. Aptallığına kusur bulamayacak kadar da tanrıydı ama. Hesaba katmadığı aptallığı yüzünden nefret ediyordu benden.
Kristal küreleriyle kertenkele pençelerini uzatmış Sheyda’yı gördüm. Sadece büyüklük kompleksiyle ateşle buzu bir arada kullanır ve elbette can veremezdi buza. O kadar da büyük olamayabileceğini söyleyen sağduyusundan dolayı nefret ediyordu benden.
Başkaları da toplandı yanlarına. Buz tanrılar bir yandaydı şimdi, biz diğerleri öbür yanda.
Evrenin bütün meraklı ruhlarının olacakları görmek için çevremize toplandığını hissediyordum. Bu gerginliğin ortasında, birden Tims kendini ortaya attı.
“O öyle demedi.” dedi.
Ben ne demediğimi anlamaya çalışırken T’hoddor’u gördüm. Buz tanrıların ortasından boyu uzayarak sivrildi. Elinde Flazban’ın tanrısal yeteneklerini hapsettiği kafes duruyordu. Sekiz gözünü üzerime çevirmiş, yoğun bir açlıkla bakıyordu bana. Üç başlı kamçısını kaldırdı. Kamçının ucundaki kaynadamların ağzını açışını gördüm.
Her şey olabilirdi o anda. Ama çoğunlukla olduğu gibi bir mucize gerçekleşti. Diğer boyutlardaki tanrısal yaşamlarımda ne olduğunu bilmek bile istemem lakin benim farkında olduğum boyutta T’hoddor’la aramıza bir ışık topu düşüverdi. Hızla hareket ediyor, T’hoddor’un etrafında dolanıyordu.
“Pes ama. Bu kadarı da olmaz artık” demeyecek kadar çok şey gördüm ben, inanın. Fakat o ışığın çıkardığı ses bana bunu dedirtti:
“Pes ama! Bu kadarı da olmaz artık!”
Çünkü o ışık, ben bunu söylerken,
“T’hoddiiiiii, T’hoddiciiikkk” diyordu buz tanrıların en korkulanına. “Hadi yakala beniiii!”
T’hoddor ne yapacağını şaşırmıştı. Neredeyse parmakları kadar sık kullandığı buz kılıçlarını fırlattı ışığa. Oysa buz kılıçlar ışığa ulaştıklarında, uçlarındaki ruh emici kaynadamlar onu T’hoddor’un kafesine çekeceklerine, Tims’in en komik dünyalarından birinde yaşayan şişko ve ayyaş cücelere dönüşüp “Ey mutlu evren, şişko bacaklar” adlı ulusal marşlarını söylemeye başladılar. Bir yandan da koca göbeklerini sallayıp müstehcen hareketlerle eteklerini çekiştiriyorlardı.
Aksakallı cüceler adına! Erdenren’in yüce ermişleri adına! Coşkulu günbatımlarının, kestane şarabının ve gerilmiş sinirlerin üstüne bu kadarına dayanamadık artık. Deliye dönmüş temtediler gibi tepinerek gülmeye başladık. Temtediler sık sık deliye döner ve birkaç yüzyıl boyunca gülerek ortalığı dağıtır, ağaçları kemirir, çöp kutularını devirir, velhasıl yaşadıkları Temtedi denilen dünyanın altını üstüne getirirler. Dünyanın adı Temtedi’dir çünkü onların bu hallerinden bezen diğer canlılar Temtedi’yi –ki o zamanki adı Salonsalomanje idi- yaratan Zwredeumne’ye deliler gibi yalvarıp, ya kendilerini bir başka yere göndermesi ya da taşa falan çevirmesini istemişlerdi. Zwredeumne yerden sekizinci göğe kadar haklı bulduğu canlıları taşa çevirmiş, sonra da tüm temtedilere ne halleri varsa görmelerini söyleyerek çekip gitmişti. Temtediler ebedi krizlerine devam ettiler ve Zwredeumne’nin arkasından nanik yaparak gezegenlerinin adını da Temtedi’ye çevirdiler.
Neyse, işte biz o temtediler gibi gülmeye başlayınca, haliyle olayın ciddiyeti bozuldu, ortalık yumuşadı. Tims tüm sevimliliğiyle T’hoddor’un yanına gidip birer öpücük kondurdu buz yanaklarına. Hallerinden çok memnun görünen ve yeniden kaynadamlara dönüşmemek için küfür ederek tepinen cüceleri T’hoddor’a uzatarak;
“Barıştık değil mi?” dedi.
T’hoddor, T’hoddorken bile Tims’in öpücüğüne karşı koyamazdı. Yüzü o kadar koyu olmasaydı yanağında bir pembeliğin oluştuğunu bile iddia edebilirdim.
Her şey çok kısa bir anda olup bitmişti. Tims sayesinde kâbuslarımı dolduran peynirlerden kurtulmuştum. O korkunç gravyerler, pensiler, dutlu peynirler, kaşarlar ya da siyah olanlar… Bunların hepsi Flazban’dan sonra rüyalarıma girip beni tekerleklerinin altında ezmiş, yağda kızarıp üstüme dökülmüştü günlerce.
“Pekâlâ,” dedi T’hoddor. “Tims’in hatırı için Terrabikka’dan intikam talep etmeyeceğim ama kardeşimiz Klabistan’a yaptığı terbiyesizliği affettirecek bir ceza almalı.”
Kendinizi benim yerime koyun ve düşünün şimdi. Bu lafı duymadan az önce Tims’in kollarını boynumda hissetmiş, böylesi bir sevinç bana en az beş yüz yıl yetecekken bir de canım Tims’in benim için T’hoddor’un karşısına dikilmeyi göze aldığına şahit olmuştum. Öyle mutluydum ki, “Kabul,” dedim, coşkuyla. “Soylu T’hoddor yaşamama vesile olduğun bunca güzellik adına ne istersen yaparım.”


6 yorum:

şule dedi ki...

heyoo arzu aramiza dondu :) hosgeldin cancagizim.

Arzu Çur dedi ki...

"Ay ben hep evdeyim" diyesim geldi Şulecim, güzelim. Neredesin Firuze'deki Firuze'nin nefis tonlamasıyla okunmalı bu cümle.

Hoşbulduk, hoşbulduk:)

şule dedi ki...

o tonda okuyup sabah sabah kahkahamla cinlattim okulu :)

Arzu Çur dedi ki...

Ne şanslı okuldur yahu şu okul:)

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Arzucum yahu!
Nasıl bir kalp kalbe karşıdır durumu bu, aynı başlığı atmışız, senle.
Valla billa talla, bugünkü dönüş yazımın başlığını buralara uğramadan önce yazdım. Üstüne de iki yazı, fotoğraf felan şeyttim, bak inanmazsan.
:)

Arzu Çur dedi ki...

Hoşgeldiin:)

Demek benzer bir hissiyatla dönmüşüz buralara. Ve kalp kalbe karşıdır elbet, olmaz mı hiç?

Baktım bile fotolu motolu yazına, ne güzel tatil o tatil. Pek iyi gitmişsin, ellerine sağlık.