4 Temmuz 2008 Cuma

Buzul Öykü-2

Buzul Tanrılar –benim değil bu betimleme, kendilerine bu saçma adı yakıştıran yine kendileri- buzdan bir dünya yarattıklarında hepimiz gibi “Hoş geldin Yeni Dünya Evrenimize” adlı, geleneksel, beni ve elbette tüm tanrıları davet ettikleri büyük partiler düzenlerler. Sonunda başımıza gelecekleri bildiğimizden gitmeyi pek istemeyiz aslında ama bir çağrıyı karşılıksız bırakmak tanrılara yakışmaz. Biz de bulabildiğimiz bütün güneş ışıklarını üstümüze sarınır, gideriz. Ellerimizde kokteyl sosisleri ve bir bardak şarapla tir tir titreyerek değerli sanatçımızın yarattığı zavallı canlıların buzdan çıkmasını bekler, çatırdayarak ölen her yeni tür için büyük gözyaşları döker, sonra da arkadaşımızı teselli ederiz.

Buzul tanrıların deneylerinin başarısızlıkla sonuçlanacağı öylesine kesindir ki, çoğumuz oraya gelmeden önce teselli cümlelerimizi hazırlarız. Ben genellikle “Oh! Çok yazık! Tam da başarıyormuşsun” derim. Bu hem yaratıklar için duyduğum merhameti ve üzüntümü anlatmak hem de ne kadar canavar ruhlu olursa olsun herhangi bir tanrıya karşı olmadığımı belirtmek için ideal bir teselli cümlesidir.

Bu partilerin sonucu öylesine baştan bellidir ki, aramızda teselli cümlesi değiş tokuşu yaparız. Partileri renklendirmek için şu anda çok geçerli olan bu modayı kaza eseri de olsa ben başlattım.

Genellikle bir iş yaparken kendimi iyice kaptırırım. Bir partiye gitmiş olsam bile aklım dünyalarımda kalır. Gösteri olur biter, zavallı kınkanatlı ya da kanatsız yaratık ya da her neyse doğar, çatlar ve ölür. Bütün bunlar olurken ben o arada örneğin su saçan foooppii’lerimin mantarlarla nasıl başa çıkabileceğini düşünüyor olurum. Bu da dalgınlık yaratır çoğu zaman. Böyle zamanlardan birinde yine teselli cümlemi söyleyip gitmek üzereyken sunuşu gerçekleştiren tanrı başıma bir şarap şişesi fırlatarak, benzer gösterilerine en az iki yüz elli kez geldiğimi ve her birinde de aynı aptal cümleyi söylediğimi haykırdı. O zamanlar bu işi pek de önemsemediğimden “Boşver, bir sonraki yarasın evrene” derdim. Gerçekten de aptal bir cümleydi. Bu olaydan sonra partilere giderken yaratıklarımdan teselli cümlesi toplamaya dikkat ettim. Çok farklı cümleler bulduğumu gören tanrılar benden bu cümleleri istemeye başladılar, böylece herkes birbiriyle teselli cümlesi değiştirir oldu. Gerçi bu durum da en az eskisi kadar kargaşa yaratmadı değil. Örneğin bir keresinde Omrra’yı teselli etmek için “Üzülmeye değmez, kanadı yoktu zaten” dedim. Dişilerin kanatlı ve dolayısıyla makbul oldukları bir dünyamda erkek ölüler için kullanılan bir başsağlığı cümlesiydi bu. Oysa Omrra’yı derinden yaraladı. Yaratığının kanadı olsa yaşayabileceğini söylemeye cür’et ettiğimi ileri sürerek buz sorguçlarını aldı eline. Buz yaşam vermekte ne kadar isteksizse ceza vermek için o denli isteklidir. Az daha sonum Flazban’a benzeyecekti ki, araya arkadaşlar girdi, durumu açıklayıp kurtardılar beni Omrra’nın elinden.

Neyse, buz partilerinin gidişatını anlatıyordum size.

Buzul tanrıların verdiği partilerin sonunda başarısız deney hakkında teselli sözcükleri mırıldanır, sanatçımızı yeni yarattığı dünyayı elleriyle tuz-buz ederken bırakır, üzüntülü olmasına çaba gösterdiğimiz yüzlerle ayrılırız yanından. Her tanrı kendi dünyasından sorumludur derim ben. Yani isterse bir oturuşta midesine indirsin, isterse üzerine yıldırımlar yağdırsın, kendi bileceği iş. Sonuçta, tercih ettiği şekilde üzülebilmesi için arkadaşımızı dünyasında rahat bırakır ve ona hissettirmeden, derin bir oh çekerek döneriz.

Hoş geldin Yeni Dünya Evrenimize partilerinin en güzel tarafı yolculuktur.

Elbette birer tanrı olarak, yolculuk yapmaya gerek duymadan evrenin herhangi bir yerindeki dilediğimiz noktaya ulaşabiliriz. Ancak partiler söz konusu olduğunda bu yolu tercih etmeyiz. Tanrıların da biraz olsun tatile ihtiyacı vardır çünkü ve biz de severiz tatilimizi mümkün olduğunca uzatmayı.

Takdir edersiniz ki yaptığımız iş çok yorucu. Evrenin bütün yükü üzerimizde. Hiç durup dinlenmeden yaratır, yıkar, yeniden kurarız. Bu arada yarattıklarımız da bizi rahat bırakmaz, sürekli bir şeyler talep eder. Ben şu ana kadar iki milyar dört yüz elli sekiz milyon beş yüz altmış dört dünya yarattım örneğin. Bunların üç milyon üç yüz otuz üçünü canlılardan temizlemek, sekiz yüz seksen sekizini de tamamıyla yok etmek zorunda kaldım. Geri kalan dünyaların her birinde bir canlı olduğunu düşünseniz bile epey bir sayı çıkar ortaya Oysa ben yaşama düşkünüm. Dünyalarımdaki canlılar bolca üresin, yayılsın, onlara bakıp ben de sevineyim isterim. Dolayısıyla benim dünyalarımın her birinde trilyonlarca canlı yaşar. Eh, bunca hesaptan sonra onların bitmek bilmeyen istekleriyle uğraşmanın zorluğunu varın siz düşünün. Üstelik bu isteklerin hemen tamamı kişiseldir ve bu durum hepsi için özel mucize gerçekleştirmemi gerektirir.

Şöyle bir bakalım şimdi. Zaldemirnay’da yaşayan vahşi penguenlerim her gün balık duasına çıkar. Balıklar da onlara yem olmamak için dua etmektedir o anda. Ya da Altep’te yaşayan çiftçi Ok-Kas-Na, karısının bir altın yumurta yumurtlamasını diler benden, oysa karısı hiç yumurtlamamak için dua etmektedir yanı başında. Sorumluluk sahibi bir tanrıyım ben. Bu nedenle bütün duaları kabul eder, hiç birini geri çevirmem. Zamanı durdurur, hafıza kayıpları yaratır, gezegenler arası transferler gerçekleştirir, velhasıl onlara hiç fark ettirmeden yerine getiririm dileklerini. Sonra, mutlulukla ışıldaması gereken dünyalarıma karşı görevlerimi yerine getirmiş olmanın iç huzuruyla döner bakarım. İsterim ki herkesi mutlu, doyumlu göreyim de sevineyim. Nerede efendim, ne gezer? Yine başlamıştır altın yumurta ya da balık isteme ya da yem olmayı istememe konulu yakarışlar.

İşte bütün bu yorucu işler nedeniyle partileri bir tatil fırsatına çeviririz biz tanrılar. Bir parti söz konusu olduğunda aramızdaki anlaşma gereği tüm dünyalarda zamanı durdururuz. Böylece, yetişilecek işler olmadığından yolculuğun tadını dilediğimizce çıkarırız.

Yerleşmiş bir geleneğe göre yolculuk organizasyonu parti sahibine aittir. Bu organizasyonun en önemli bölümünü hiç kuşkusuz herkesi bulunduğu dünyadan alıp partinin verileceği yere getiren ulaşım aracı oluşturur: Arabalar!

Ey güzel evren! Onlardan birini bile anlatabilmen için bir gün sana bir dil vermeliyim. Ah, tanrıların arabaları! Her biriniz apayrı bir masala konu olursunuz.

Dönerek gelip yolcusunu binlerce gökkuşağıyla sarmalayarak alıp götürenini mi istersiniz, egzozundan çiçekler, altın tozları, mis kokular çıkararak ilerleyenleri mi? Ya küçük yumuşak ekmek dilimleri üzerinde servis edilmeyi bekleyen dil peyniri şeklinde olanlar? Ya ağızlarından alev saçan ejderhalar, bağası altın kaplumbağalar, peri kızlarının sesi yerleştirilmiş boru çiçekleri? Işık saçan tekerlekler, mum alevleri, kocaman dalgalar, her bir cebinde farklı biçimde koltukların yer aldığı dev pantolonlar, daha neler neler...

Biz tanrılar yaratıcılığımızı en çok bu araçlarda gösteririz. Çünkü -belki bize yakışmaz gibi görünebilir ama- bu taşıtlar söz konusu olduğunda aramızda asla dile getirilmeyen bir rekabet vardır. Ne yapalım, bizim de zaafımız bu işte.

Her tanrı, arabasına büyük değer verir, beğenilmesi için elinden geleni yapar. Bir partinin kendisinden çok arabası önemlidir neredeyse. Uzun hazırlıklar arasında çeşitli dedikodular dolaşır. Arabanın rengi tahmin edilmeye çalışılır, dünyalar üzerinden bahisler oynanır. Parti sahibinin en yakın dostu el üstünde tutulur, sürekli diğer dünyalara davet edilerek ağzından laf almaya çalışılır. Sırf arabanın rengini önceden öğrenmek için, bu dostlara rüşvet teklif eden tanrıların olduğu bile söylenmektedir. Yine de partiden önce bir tanrı arabasının nasıl bir şeye benzeyeceğini kimse tahmin edemez.

Herkes toparlanıp da yola çıktığımızda tam bir cümbüş yaşanır. Bir düşünün bütün tanrılar bir arada! Yolda uzun süredir görüşemediklerimizle hasret giderecek şekilde otururuz. Ben özellikle Tims’in yanında bir yer bulmaya çalışırım. Tims çok sevimlidir, herkes ona bayılır.

Yarattıklarından doğum hediyesi alan tek tanrıdır aramızda; bir öpücük. Bunun dışında hiçbir şey istemez canlılarından, onlara da öpücükten başka bir şey vermez. Yine de hepsi hayrandır ona. Bir gün olsun dilek, suçlama, yakarma ya da kahır çığlığı duyulmamıştır dünyalarından. Her dünyasında onun sevdiği şekilde donatılmış bir öpücük kuyusu onu bekler. Ne zaman ziyaretlerine gitse yeni doğan yavruları tek tek öper. Çoğunun da ismini kendi koyar, sınırsız bir hayal gücü vardır. Yaratıklarını numaralandırmayı seven kupkuru tanrılara benzemez. Kimseye benzemez zaten o.

Tims’in yarattıklarına gösterdiği derin sevgiye hayranım ben. O kadar ki, beni de bu kadar çok sevsin diye, bir tanrı olacağıma onun yarattıklarından biri olsaydım diye düşünürken yakalarım kendimi bazen.

Dönüş yolunda ister istemez iş konuşuruz. Tims bana baksın, sadece benimle konuşsun isterim ama hayır efendim, beni asla onunla yalnız bırakmazlar. Mutlaka aktaracakları haberler vardır birbirlerine:

“S’Ywbreabdne ile Ce geçen gün az daha dövüşüyorlarmış. Ce, S’Y’ye seks tanrısı diye bağırmış.”
“Ce bölünerek çoğalmanın dışındaki tüm üreme biçimleri için bunu söyler zaten. S’Y’nin yerinde olsam fazla büyütmezdim.”

“Eh, S’Y’nin diğer üreme biçimlerine düşkünlüğü de malum ama. Geçenlerde onu bir sfenksle görmüşler.”

“Onları birbirlerine fazla yaklaştırmamak gerek bence.”

“Sfenks’le S’Y’yi mi?”

“Hayır, Ce ile S’ye’yi. S’Y tanrı değil mi, istediğini sever.”

“Tamam elbette sever ama bence yine de her şeyin bir ölçüsü olmalı. Anımsıyorsan S’Y bir küçük tepeciğe aşık olmuştu da ondan toroslar diye muazzam bir dağ silsilesi doğmuştu. Sonra da bir milyon yıl boyunca torosların canlı sayılması gerektiği konusunda başımızı şişirmişti.”

“Toroslar canlı ama. Geçen gün oradaydım ben, bir erkek sesi duydum.”

“O duyduğun Ikkah’tır. Yolcu o. Toroslardan geçerken dişisinin şerefine bağırır aşkını. ‘Uzra seni seviyorum’ diyordu değil mi?”

“Sanırım böyle bir şey söylüyordu. Sesi berbattı o yüzden kaçtım hemen yanından.”

“Uzra’dan uzaklaşınca kötüleşir sesi. Ama yanyanalarken tadına doyum olmaz ikisinin nağmelerini dinlemenin. Bir gün sana onların öyküsünü anlatayım anımsat da. Parti dönüşünde harcanmayacak kadar iyi ve uzun bir öyküleri vardır.”

Bir diğer köşede başka bir sohbet vardır:

“Biliyor musun Kennataki’nin Pnorr’unda isyan çıkmış. Zavallı Kennataki orayı da yok etmek zorunda kalacakmış. Elinde neredeyse hiç dünya kalmayacak bu gidişle.”

“Dertleri neymiş?

“Tanrı olmak istiyorlarmış. Aksi takdirde ateizmi resmi din bellemekle tehdit ediyorlarmış Kennataki’yi.”

“Aman, ne iyi olur. Keşke benimkiler de ateist olsa da kurtulsam bitmek bilmez taleplerinden.”

“Hiç de kolay değil bu dediğin. Swimmidalte’yi anımsa, sırf bu işlerden bıktığı için kendi dünyalarına ateizmi yaymak için gitmişti biliyorsun.”

“Anımsamam mı? Tanrı diye bir şeyin olmadığı yalanını kendi yarattıklarına belletmek için ne kadar uğraşmıştı. Evrim teorileri, gaz ve toz bulutları, kara delikler, daha neler neler.”

“Ya sırf ona inansınlar diye ortaya attığı “Siz maymundan geldiniz” yalanı? En komiği buydu bence. Çünkü o dünyada maymun diye bir şey yoktu bu yalanı uydurduğunda. Yaratıklar ona sorunca “Maymun ne?” diye, yeni bir canlı türü yaratmak zorunda kalmıştı da, maymunlar da ona tapınmaya başlayınca çıldırmıştı zavallıcık.”

“Ay o iğrenç kıllı şeyleri o mu yaratmıştı? Müzede bir örneğini görmüştüm. Kanatlarında pullar olan canlı hani?”

“Hayır, o dediğin stentozorlar. Onları ben yaratmıştım.”

“Oh, sen mi? Sanırım o kadar da çirkin değillerdi. Hatta gözleri çok güzeldi. Tamam şimdi anımsadım, hoş yaratıklardı gerçekten.”

“Stentozorlarımın gözleri yok. Kanatlarındaki pullarla görüyorlar. Ayrıca, belirteyim gerçekten de çok güzel yaratıklar. Bazı tanrılar gibi kafası olmayan şapşal cüceler yaratmakla uğraşmam ben.”

“Benim cücelerimin kafaları var. Biraz küçük olabilir ama çarpım tablosunu ezberleyecek kadar düşünebiliyorlar. Sen kendi salak tzantaranpamlarına bak. Daha konuşmayı bile başaramadılar. Tek çıkarabildikleri ses “Ow-ow” O bölgedeki dünyalarımın canlıları onların ow-owlarından şikâyetçi haberin olsun. Bir süre daha sabredeceğim, eğer seslerini kesmezlerse karışmam.”


Hiç yorum yok: