8 Temmuz 2008 Salı

Buzul Öykü-3

Özellikle Buzul tanrıların verdiği parti dönüşlerinde kavga çıkmaması nadir görülen bir şeydir. Eğer kavga yolculuğun sonuna rastlamışsa, yani iki tanrı arabadan kozlarını paylaşmadan, sinirleri diğerlerince yatıştırılıp sakinleştirilmeden ayrılırsa kavga büyür. Bunun sonucunda birkaç dünyaya göktaşı çarpar. Sonra püf! Göktaşı çarpan dünya, hiç olmamış gibi olur.
Neyse ki biraz şaraptan sonra, az önce birbirine girmesine ramak kalan iki tanrıyı bir köşeye çekilmiş onu bunu çekiştirirken görmeniz çok daha yüksek bir olasılıktır:
“Şu Svannarmadar’a kaç kez söyledim ‘Siyah sana yakışıyor ama yüzünü de boyaman biraz abartılı oluyor’ dedim, dinlemedi. Şuna bak, nasıl da kurumlanıyor köşesinde.”
“Sen onu boş ver de, asıl Kalimer’e ne demeli? Doğal yaşam diye tutturduğundan beri çıplak geziyor. Biliyor musun etoburlarına et yemeyi de yasaklamış son zamanlarda. Doğal yaşam ne demek canım? İlle de farklı olacak. Kendini beğenmiş işte.”
“Sanırım bir çeşit işten kaytarma bu doğal yaşam dediği. Kalimer biraz tembeldir bilirsin. Bence sırf bu yüzden giyinmiyor. Ha ha!”
“Senin dünyalarından birinde harika terziler görmüştüm, hani şu kafaları küçük ama becerileri büyük cüceler. Kalimer’i onların yanına götürelim bir gün, belki huyundan vazgeçer.”
“Çok teşekkür ederim ama benim yarattıklarımın seninkilerin yanında en ufak bir değeri yok. Şu olağanüstü güzel kılları ve pullu kanatları olan harika yaratıkların vardı ya, maymunlar...”
“Stentozorlar!”
“Ah, özür dilerim, yine karıştırdım. Yolculuk bir yandan şarap bir yandan yoruyor insanı tabii.”
“İnsan?”
“Oh, duymadın mı bu aralar en revaçta olan canlı türü. Onlardan alınıp kullanılan deyimler de çok moda. Herkesin dilinde onlar var. Sanırım, genleriyle oynanırken bir hata yapılmış, şu anda birbirlerini yemekle meşguller. Biz sık sık görmeye gidiyoruz, gerçekten ilginç, birbirlerini öldürüyorlar.”
“Nasıl olabilir böyle bir yanlışlık? Neden yok etmiyorlar peki o dünyayı?”
“Ne gerek var yorulmaya? Zaten bir süre sonra dünyalarını kendi kendilerine yok etmeyi başaracaklar. Bence onlar dünyalarını yok etmeden mutlaka görmeye gitmelisin. Bir gün beraber gidelim hatta. İnanmayacaksın ama birbirlerini öldürebilmek için gerçekten zeka ürünü aygıtlar geliştirmişler. Seyretmesi eğlenceli bile olabiliyor bazen. Bir tanesi hani senin meşe ormanlarında yetişen mantarların var ya, onlara benzer bir duman çıkararak patladı geçenlerde. Kocaman bir şehri de yerle bir etti. Bir tanrı eli değmeden yok edilen ilk dünya olacak bu gidişle orası.”
“Çok ilginç gerçekten. Adı ne demiştin, dünyanın?”
“Atlantis.”
“Tamam, gidelim. Önümüzdeki binyıl ilk Pazartesi uygun mu senin için?
“Bin yıl dayanabileceklerini sanmıyorum. Gerçekten görmek istiyorsan bir an önce gidelim derim.”
Bütün bu hayhuy içerisinde ben Tims’e acıklı gözlerle bakar, yanıma gelmesini, benimle konuşmasını beklerim. Ama Tims tam bir parti çiçeğidir. Benim bir zaman yaratıp sonra da oynamaktan sıkıldığım renkli bilyeler gibi oradan oraya koşturur.
Bir ara çok sevdiğim renkli bilyelerim vardı. Sürekli elimde gezdirir, avucumda çevirerek eğlenirdim. Sonra bir gün sıkıldım, fırlattım bilyeleri avucumdan. Hepsi evrenin köşe bucağına dağılıp o hızla dönüşlerine devam ettiler. Pembe, mavi, yeşil, mor ve sarı, gaz ve toz bulutları oldular. Elimden bir tohum değmiş olmalı ki bilyelerden birine, bir gün ona rastladığımda benim yaratmadığım bir canlı türü gördüm üzerinde. Denizden yeni çıkmıştı, hala balık kuyruğu taşıyordu ama ayakları da çıkmaya başlamıştı. Bıraktım kendi kendine üresin canlılar. Ne yok ettim ne de var ettim onları böylece.
Ben bilyelerimi düşünürken parti arabası yoluna devam eder. Tims de herkese bol keseden dağıttığı öpücüklerle kalpleri yeniden, yeniden kazanarak ışıldar yol boyu. Ben bir köşeye çekilip yapmam gerekenleri düşünürken Tims’i gruplar kapışır ve ona son dedikoduları anlatırlar. Dedikoduları gülerek dinler. Kimse hakkında bir yargıda bulunmaz ama anlatılanlara da kayıtsız kalmaz. Tam yerinde kullandığı “Ah, gerçekten mi?”leri, kahkahaları, gülümseyişleri ve kafa sallayışlarıyla şu koca evrenin görüp görebileceği en iyi dinleyicidir o.
Şimdi bu anlattıklarıma bakıp beni konuşmayı sevmeyen, takıntılı ve çekingen bir tanrı sanacaksınız. Böyle biri değilim kesinlikle. Hatta tersine, anlattıklarımla herkesi güldürebilirim. Dostum çoktur ve içtenlikle severim ben de onları. Ama Tims’i hepsinden çok severim. Parti arabalarında biraz somurtkan olmamın tek nedeni diğerlerinden sıra gelip de onunla şöyle rahat rahat çene çalamamaktır.
Neyse ki Tanrının El Kitabı’nın da dediği gibi “Önce şarap vardı!” Bir süre sonra, somurtkan yüzüm ve acıklı gözlerim Tims’i yanıma getirmeyi başaramayınca, ben de şarap içer ve neşelenirim. Çünkü Tanrının El Kitabı şunu da der: “Çok istediğin bir şeyi asla başaramazsın. Başaramayacağın şeyi de isteme zaten.” O!Min!
Biz tanrılar sadece birbirimizi çekiştirmek ya da kavga etmekle uğraşmayız elbette. Ne olursa olsun hepimiz meslektaş olduğumuzdan söz döner dolaşır yarattığımız dünyalara ve canlılara gelir. Yolculuğun özellikle yavaşlatıldığı zamanlarda oradan oraya koşuşturup durmaktan yorulur, birbirimize yaptıklarımızı anlatmaya koyuluruz. Herkesin birbirine soracağı, akıl isteyeceği ya da övüneceği şeyler vardır.
Koma’Welli, kasvetli ırmakları, gölgeli ormanları, az güneş ışığını ve bol yağmuru sever. Sadece iki tane canlısı vardır. Tür değil, yanlış duymadınız, iki adet. Ama ikisini de el üstünde tutar, yedirir, içirir, gezdirir, eğitimlerini kendisi verir. Onlarla oyun oynar, onlar için hikâyeler yazar, hastalanmalarına asla izin vermez. Ölmeleri gerekince de ruhlarını cam kavanozlarda saklar. Sonra yeni bedenler yaratır ve aynı ruhları yeni bedenlere koyar. Tanrılar arasında kural olan canlıların ölümsüz olma yasağına saygı gösterir böylece ama sevgili canlılarını da ölüme terk etmemiş olur. Onlara sevgiyle bağlı olduğunu biliriz ama bunu Koma’Welli’ye asla söylemeyiz. “Duygular bir tanrıya yakışmaz” der hemen. “Ben verimlilik için yapıyorum bütün bunları. İsrafı sevmem” Biz de inanmış gibi yaparız. Ah, evet, verimlilik için tabii. Yoksa neden bir tanrı gidip de gece uyurken masal okusun yarattıklarına, ninni söylesin hatta üreme zahmetine katlanmasınlar diye cinsellikten bihaber bıraksın onları? Verimlilikmiş, pöh! O yalanı benim Smirne kabaklarıma anlatsın Koma. Yaratıklarının bir altını bağlamadığı kalır, kel ejderhalar kovalasın beni yalanım varsa. Hatta bunu bile yaptığına dair rivayetler dolanır ortada. Ne verimliliğidir böyle bu?
İşte bu verimlilik ilkesi sayesinde bakabileceği kadar canlı yaratmıştır Koma’Welli: Sadece iki tane. Ama alabildiğine şımarık iki tane. Öyle ki, birisinin yanında daha çok kalsa diğeri sızlanmaya başlar. Sabah kahvaltılarında bal şerbeti içer, anka kuşu yumurtası yerler. Yumurtaları az ya da fazla pişmiş olduğunda ağlarlar. Öğle ve akşam yemekleri ise başka alemdir, hiçbir şeyi beğenmezler. Bazen zavallı Koma’yı bizim dünyalarımızda dolanırken görürüz. Canlılarını uyutmuş, bize de “Şöyle bir yorgunluk şarabı içmeye” gelmiştir güya. O böyle der ama biz biliriz ki aslında “Yarın Tri’Villi ile Okku’Rilli’ye ne pişirsem acaba?” için gelmiştir. Binlerce sandık dolusu yemek tarifi vardır, her gün başka bir şey yaratır onlar için. Yine de en az kendisi kadar yaşlı ama asla büyümeyen bebekleri için kaprisin sonu yoktur.
İşte yolculuklarda yaptığımız işleri anlatmaya başladığımızda ilk sözü Koma’Welli’nin kapması bu nedenle kaçınılmazdır. Değil mi ki evrenin en harika canlıları onun yarattıklarıdır, o zaman bizim de onlar hakkında bir şeyler duymak, tanrılığın ne olduğunu öğrenmek gibi bir şansımız olmalıdır. Bu konuda onunla aynı fikri paylaşmayışımız ise sadece cahilliğimizden kaynaklanmaktadır ve o derin sevgisiyle bizi baştan bağışlar, anlatır da anlatır Koma.
Böylece biz Tri’Villi’nin sabah kahvaltısında üzerine döktüğü şerbet için söylediği “Bal gibi tatlıydı işte” sözündeki büyük hikmeti ya da Okku’Rilli’nin kendi yazdığı bir şarkıyı söylerken “meleklerin” bile susup ona kulak verdiğini dinlemek zorunda kalırız. Bize kalırsa Tri’Villi’nin iyi bir dayağa ihtiyacı vardır, Okku’Rilli’nin sesiyle susturduğu meleklerin ise o berbat sesten kurtulmak için mülteci olarak Altaver’e gittiğini söyleyecek cesaret hiç birimizde yoktur. Altaver değerli Rukkaş madeninin çıkarıldığı, toz toprak içinde, berbat bir yerdir ve bir melek ancak madenlerde çalışmayı göze alırsa iş bulabilir orada. Varın siz düşünün Okku’cuğun “muhteşem” sesini.
Koma’Welli konuşurken Tims yanımdaysa, ona bir dirsek atarım ve gülüşürüz. Uzun zamandır aramızda yaptığımız espri Koma’nın cennetine bir elma ağacı ve bir yılan sokmak üzerinedir çünkü. Tri ile Okku’nun, Koma’yı atlatıp ürediklerini, Koma’nın da binlerce şımarık veletle uğraşmak zorunda kaldığını düşünmek çok eğlencelidir. Onun dünyalarından birindeysek, “O zaman da uğraşsın bakalım o ninnilerle, yemek reçeteleriyle de görelim tanrılığını” der Tims, dönüp en yakınındaki öpüverir. Benim dünyalarımdan birindeysek... Benim dünyalarım farklıdır, göz de kırpabilirim canlılarımdan herhangi birine, yerine göre bir şimşek de savurabilirim kahkaha niyetine.
Koma sustuğunda uzunca bir süre kimse konuşmaz. Dayanamayıp uyuyanların yanı sıra bayılanlar da vardır. Kendimizi toparladığımızda bizden övgü bekleyen Koma’ya o iki muhteşem yaratığa iletmesi için selamlarımızı ve iyi dileklerimizi emanet eder sonra da kendi zavallı dünyalarımızdan söz açarız.
Rhidalta içimizde en genç olanlardan biridir. Koma’dan sonra onun dünyaları sıcak bal şerbeti gibi akar içimize. Elindeki şarabı ne yapacağını bilemezmişçesine evirip çevirir, bize utangaç bakışlar fırlatırken canlılarından söz eder. Canlılarının mükemmel görünmesi için hiç bıkmadan üzerlerinde yeni değişiklikler dener Rhida. Altın kanatlı minik sinekler olan penthaonlarını anlatır. Kanatlarının üzerinde yarattığı minik çıkıntıların rengi hakkında karar verememiştir büyük ihtimalle, biz deneyimli tanrılardan yardım ister.
“Örnek Yaratılışlar’a baktım, orada renk uyumu konusunda onyedibinikiyüz maddelik bir liste var. Ben ideal uyumu bulmak istiyorum sineklerimde. Sarador yeşili ile farla kırmızısını denediğimde bu işi çözdüğümü sanmıştım. Fakat ne yazık ki aralarına biraz da gülkurusu serpiştirince bütün uyum bozuldu. Oysa bana noktalardaki dalgalanmayı sağlayabilmek için bir renk daha gerekiyor.”
Sbathena gözlerini tavana diker, Mortende dudaklarını ısırır gülmemek için. Hayd’nabitta en yaşlılarımızdan biridir, ayıplayan gözlerle bu ikisine bakarak Rhidalta’nın uyum takıntısını ciddiye almaları gerektiğini hatırlatır. Elindeki şarabın kırmızısını göstererek “Neden farla kırmızısı yerine bunu denemiyorsun?” der Rhida’ya. “Klasik, çoğunlukla zor sorunları çözer”
Rhida, Hayd’nabitta’nın dizleri dibine yerleşir böylece. Bizler de geri kalan anlayışsızlar olarak sohbeti sürdürürüz.
Hepimiz değil ama. İşte Fklamner. Bir kenarda oturup sessizce şarabını içiyor. Kulaklarındaki biçimsizliği siz de fark ettiniz değil mi? Balmumuyla sıvalı o kulaklar da ondan. Bizim yarattıklarımızla ilgili sohbetimizi dinlemeye tahammül edemiyor çünkü.
Fklamner canlı yaratmaktan hoşlanmaz. Dünyalarında birazcık oksijen yeteri kadar azot ya da kluber bulup da üremeye kalkan zavallı bir mikroorganizmanın vay haline. Artık başına yıldırımlar mı yağar, elektrik şoku mu yer, orası hiç belli olmaz. Zavallı bir mikrop için koskoca kıtayı yerle bir etmişti bir keresinde. Hem de o kıtada özene bezene yaptığı benzersiz fiyordlara bile acımadan. O mikrop da bayağı dişli çıkmıştı doğrusu. Koca kıta yıkıldı da, ona yine bir şey olmadı. Sonunda Fklamner başbelasından kurtulmak için gezegeni yok etmek zorunda kaldı. Diyeceksiniz ki, “İyi de koskoca bir tanrı, insin o gezegene alıp atıversin boşluğa” Demesi kolay. Ama inanın Fklamner için bunu yapması hiç de kolay değildir. Öylesine nefret eder ki canlılardan, onlardan herhangi birine dokunmayı aklından bile geçirmez.
Bakın, Fklamner’in yanında kim var? Elbette o. Zuwyeps. Fklamner’in seslere kapanmış kulaklarına aldırmadan, el işaretlerini de iletişim çabalarına dâhil ederek, bağıra çağıra dünyalarından söz ediyor. Emin olun bir süre sonra Fklamner kulaklarındakileri çıkaracak ve Zuwyeps’le eğlenceli bir sohbete girişecektir. İki taşın birbirine çarpmasından çıkan gürültüyü eğlenceli buluyorsanız tabii.
Zuwyeps de cansız dünyaların tanrısıdır. Ama onun sorunu canlılardan tiksinti duyması değil, tembelliğidir. “Kim uğraşacak şimdi?” en sevdiği laftır. Taşları, madenleri, volkanları, ateşi… Böyle şeyleri sever. Canlılara bulaşmadan da tanrı olunabileceğini kanıtlamak için tuhaf işler yapar. Elmasları konuşturur, volkanlara püskürttükleri lavlarla yazılar yazdırır. Hayal gücü çok gelişmiş değildir. Dolayısıyla volkanlar sadece “Zuwyeps buradaydı” yazarlar. Bir-iki kere “Bunu yazan Zuwyeps” üzerinde de çalıştı ama bu volkanlara zor geldi. Bonu, bono, yhapan şeklindeki sözcüklerle uğraşmak Zuwyeps’in sinirini bozduğu için vazgeçti.
Neyse ki, canlılarla problemi olan yalnızca bu ikisidir. Normal tanrılar canlıları sever ve yarattıklarıyla övünürler.
Şöminenin yanında, yüzündeki tatlı pembelikle savatlalarından söz eden Gzeltrew’e bir bakın. Yaratmanın coşkusuna nasıl da kaptırmış kendini. Ya onu heyecanla dinleyen Obinmaet’e ne demeli? Nasıl sevecenlikle dinliyor anlatılanı. Emin olun ikisi de bu konuşmanın heyecanıyla yolculuk biter bitmez iki yepyeni tür bulup çıkaracaktır ortaya.
Herkes bu kadar konuşkan değildir elbette. Kimi tanrılar asla konuşmazlar yarattıkları hakkında. Canlıları konusunda anlaşılmaz bir kıskançlık gösterirler. Diğer tanrıların onları görmesini istemezler. Ucubeler yarattıkları zannedilebilir ama bence öyle değil. Çok seviyorlar da ondan göstermiyorlar yarattıklarını. Nazar değer diye düşünüyorlar sanırım. Belki de haklılar. Bir tanrının kem gözünün gücünü düşünsenize. Tanrı korusun doğrusu diyorum ve ekliyorum her söylediğimde: Bu kadar bollukta hangi biri canım?
Neyse, kendilerine özel farklılıklar gösterenleri bir tarafa bırakacak olursak biz diğer normallerin sohbet konularında söz döner dolaşır büyüklüğe gelir.
Şimdi aklı başında her yaratık -ki tanrıların da bir kısmını buna dahil etmek hakkaniyet gereğidir- kabul eder ki, önemli olan boyut değil işlevdir. Ancak yaratmak denen eylem söz konusu olduğunda boyut ve işlev bir konuda tamamen aynı şeydir: Yemek.
Canlıların birbirinin sırtından geçinmek zorunda oluşu yaratıcılığın hala çözemediği bir sorun gerçekten. Utanç verici ben de biliyorum ama ne yazık ki bir türlü aşamadık işte. Küçük canlıları yem olarak yaratırız. Sonra onların beslenebilmesi için daha küçük canlılar, daha küçük canlılar derken bir de bakarız ki tamamıyla mikroorganizmalardan oluşan bir dünyada debelenmekteyiz. Genç tanrıların karşısına çıkan en çetrefil sorun budur. Bu nedenle bir mücevher kadar ince işlenmiş, emek verilmiş nice dünyaların görünmez oluşu bilmediğimiz bir olgu değildir hani. Yazık. Yazık demekteyim çünkü bir tanrı ne kadar zanaatkâr ruhlu ya da alçak gönüllü olursa olsun sonuçta tanrıdır ve tanrılar büyük işleri sever.
Milyarlarca yıldır bilinen çözüm önerilerini içeren bu sorunsal tanrıların arabalarındaki yolculuğun son faslına gelindiğini de belli eder. Bu aşamadan sonra konuşulacak fazla bir şey kalmamış demektir. Partideki mutlak eğlenme taraftarı olan çoğunluk sohbeti fazla uzatmaz ve şaraba daha çok ilgi gösterir.


Hiç yorum yok: