18 Ağustos 2008 Pazartesi

Minibüs Öyküleri Ya da Uyduruk Bir Tarihçe'den

1984

Çatlak hoparlörlerden “Şiki şiki baba” yükseliyor, annesiyle halası da eşlik ediyorlardı şarkıya. Enişte de neşeyle tempo tutuyordu direksiyonu tıpışlayarak. İstanbul’a ilk kez gelen Pakize Maslak’tan inip de denizi öyle, pırıl pırıl görüverince “Amanın kız anne, suya bak!” dedi, eniştesinin epeyce yaşlanmış Murat 124’ünün camından yarı beline kadar sarktı. Anne tokadı yapıştırdığı gibi içeri çekti kızını.
“Sarkma öyle itin dölü, kafan kopacak da ben babana ne hesap vereceğim sonra?”
Pakize höyküre höyküre ağlamaya başladı. Önde, eniştenin yanında oturan hala bir elma verdi, sussun diye. Pakize şımardı ya, tuttu elmayı dışarı attı. Bir tokat da bunun için yiyecek, daha da beter ağlayacakken tam yanlarından “Daridaridiit” diye bir ses geldi. Anne vurmayı, çocuk ağlamayı unutup yerlerinden fırladılar.
Ne Pakize’nin yola elma attığından ne de elmanın onları sollamaya çalışan bir minibüse çarptığından haberi olmayan enişte kolunu camdan çıkarıp manyak mısın kardeşim hareketi yaptı. Karşılığını sadece şoförden değil yolculardan da alınca cinleri tepesine çıktı, İstanbul’daki tüm minibüslerin de, onlara binenlerin de gelmişini geçmişini iyice kurcalamadan kapamadı çenesini. Annesi kızının yediği haltı söylemedi enişteye ama iyice bir çimdikledi Pakize’yi.
Minibüs, tadı tuzu kaçmış üç yetişkinle kolları giderek moraran on iki yaşında bir kız çocuğu bıraktı arkasında, yoluna gitti.
Durup durup dikiz aynasından Murat 124’e bakan Dursun sinirliydi. “Bir de hareket çekiyor yahu” diyordu boyuna.
Hani öyle insanlar vardı ki şu İstanbul trafiğinde insanın efendiliği falan bir yana bırakıp yer misin yemez misin girişesi geliyordu.
“Kavga kaşağısı bunlar evladım, uymayacaksın” dedi yan koltuğunda oturan yaşlı adam.
“Haklısın da amcacığım, bir değil iki değil. Her gün çoğalıyor terbiyesizler” dedi Dursun. “Biz de insanız, bir dayanma noktamız var yani.”
Sinirle sigara paketini arandı.
“Al, buradan yak” dedi arkasındaki koltukta oturan. Şoförü sakinleştirmenin yolculuk görevi olduğunu öğrenecek kadar çok gidip gelmişti o da bu yollarda.
“Sağ ol birader” dedi Dursun, uzatılan sigarayı aldı, minibüsün çakmağıyla yaktı. Derin derin iç geçirdi. “Haksız mıyım ama?” dedi yeniden.
Minibüstekilere de laf gerekti zaten. Hemen haklısın haklısın dediler, Dursun bir söylediyse onlar iki söylediler.
“Davar bunlar davar” dedi dişleri çarpık çurpuk bir delikanlı. “Köyden dün gelmiş, altında araba var diye hava basıyor.”
Kendisinin de İstanbul’a topu topu üç yıl önce geldiği aklından çıkmıştı. Böyledir İstanbul, gelir gelmez kırk yıllık buralıymışsın zannettirir insana kendini. Hiç kimsenin şehrin yerlisi olmadığı büyük şehirlerin mucizesidir bu.
“Pöh” dedi yaşlıca bir hanım “Araba da araba olsa! Ben daha gencim ayol”
Kahkahayı bastılar. “Ne diyorsun teyzecim,” dedi yanındaki yeğeni “Neşe Erberk halt etmiş valla yanında”
Kadın iyice makaraya sardı: “Pöh! Şu sıskacık kız mı? Ola ola Avrupa güzeli oldu be, beni soksalar yarışmaya dünya güzeli olurdum. Yanlış seçtiler yanlış.”
Hava yumuşadı iyice. Dursun da güldü. Minibüstekiler derin bir nefes aldı; kazasız belasız devam edeceklerdi yollarına.
Pakize’nin eniştesine davar diyen delikanlı minibüsteki hafiflemiş havadan cesaretlendi ya, koltuğunun yanında dikildiği kıza manalı bir gülümseme yolladı. Kızın adı Mine’ydi, ters ters bakıp kafasını çevirdi. “Salak” dedi içinden, “Kendini ne sanıyorsa?”
Bir kere hala İspanyol paça giyiyordu ona gülümseyen geri zekalı. Dahası esmer ve yamuk bacaklıydı. Saçları da travolta kesilmemiş, yandan ayrılıp iyice yapıştırılmıştı.
Mine düzgün konuşan, düzgün giyinenlerden hoşlanırdı. Metin gibi mesela. Hem kalıbını basardı bu çocuk dans etmeyi de bilmezdi. Nerde öyle kumlarda breyk dens figürleri patlatsın. Halbuki Metin saçlarını şöyle parmaklarının arasından geçirip bir elektrik bugi hareketleri çekerdi ki, İlhan’la beraber bütün kızların içi giderdi. Mine’ninki de elbet.
Kafasını çevirip kontrol etti, oğlan hala ona bakıp sırıtıyordu. İyice sinirlendi. Zaten hep böyle oluyordu, hep beğenmeyeceği, asla tipi olmayacak geri zekalılar bakıyor, gülümsüyordu ona. Halbuki ne vardı şöyle Metin gibi biri gülümseseydi, o da ona gülümseseydi…
“Yok canım” dedi kendi kendine. “Öyle hemen gülümsemem tabii. Önce kaşlarımı çatar, başımı çeviririm. Yine ona doğru dönerim sonra. Ama ona bakmadan tabii. Tam inecekken ‘Nasıl da ekiyorum bak seni?’ der gibi bakarım bu kez. Metin dayanamaz düşer peşime. ‘Af edersiniz ben sizi bir yerden tanıyor muyum?’ falan der. Ben ‘Ne münasebet?’ derim. Kızmış gibi yaparım ama yanımda yürümesine ses çıkarmam. Bir süre sonra dururum, ‘Öf,’ derim, ‘Derdiniz ne sizin?’ derim. O bana ‘Derdim sizsiniz’ der, ben bir şey demem, sinirli bir kahkaha atar yürürüm. O da yürür benim peşimden. Bir pastanenin yanında ‘Ne olur durun,’ der. ‘Nefes nefese kaldım, azıcık dinlenelim’ falan der. Ben yine kızgın kızgın ‘Tamam ama bir şartla’ derim. ‘Sonra peşimi bırakacaksınız’ derim.”
Bu noktada daha fazla dayanamadı minibüs gülmeye başladı. Harıl hurul sesler çıkardı motorundan. Komik olan, bütün kızların düşlerinin birbirine benzemesiydi. Hayallerinde her biri bir Banu Alkan, bir Hülya Avşar, bir Serpil Çakmaklı kesiliyor, peşlerinden koşturdukları erkekler kategorisinde Kenan Kalav’dan aşağısına da gönül indirmiyorlardı. Kızın gündüz düşünün devamında Metin’le ikisinin sahilde birbirine doğru koşturacaklarını adı gibi biliyordu.
“Bununkinin adı Metinmiş bak,” dedi direksiyona. “Bak, tam beklediğim gibi şimdi de Hisarüstü’ndeki tepede koşturmaca oynuyorlar. Bu çocuklar çok komik yahu!”
Direksiyon bir yandan Dursun’un yeni sakinleşmiş ellerinin altında Çayırbaşı’na dönmek için manevra yaparken bir yandan da cevap yetiştirdi:
“Kızın Metin, Metin dediği zırt pırt Taksim’e götürdüğümüz havalı oğlan olmasın sakın?”
“Hangisi? Hani şu her seferinde ayrı kızla gelen mi? Saçları travolta kesimli, sarışın?”
“Evet abicim o işte. Şalvar gibi pantolonlar giyiyor hani. Zincir mincir takıyor. Dansçı galiba”
“Tamam, tamam bildim, dansçı o, evet. Hani börekçinin oğlu. Liseyi bitiremedi dans sevdasına. Annesi dert yanıyordu ‘Babası öldürecek bunu,’ diye geçenlerde. Tabii ya, bu kızın düşlediği garanti o Metin’dir.”
Metin minibüsle direksiyonun kendisinden konuştuğundan, hatta aynı minibüsteki bir kızın da düşlerini süslediğinden habersiz babasının dükkanına gelen kızları kesiyordu o anda. Bilmiyordu ki, az sonra babası gürleyerek dükkana girecek, dans etmenin, saçları serseri gibi kestirmenin ona mı kaldığından başlayıp tez zamanda ya okulu bitirmesini ya da askere gitmesini isteyecek. Zaten askerlik de yirmi aydan on sekiz aya inmiş hazır, Metin okulu bırakıp askere gidecek. Döndüğünde annesinin bulduğu bir kızla evlenecek, son moda pantolonları, zincirleri atıp göbeklenecek, babasının dükkanını genişletecek ve gençlerin ahlaksızlığından yakınıp kızlarının başını bağlayıp evde oturmasını isteyen bir baba olacak zamanla.
Bütün bunların olmasına daha varken ama, hiç tanımadığı, zaten tanıyamayacağı bir kız da onu düşlerken hazır, dükkanda ona gülümseyen kızlarla bırakalım Metin’i, birazcık daha hayatın tadını çıkarsın. Biz minibüse dönelim.
Dişleri çarpık oğlanın adı Hüseyin’di. Kızdan yüz bulamayınca bozuldu. Zaten ineceği durağa gelmişti minibüs, durdurdu. Yine de arkasına bakıyordu bir umut. Kız milleti belli olmaz ki, belki de naz yapmıştır öyle kafasını çevirip, belki şimdi camdan kesik atıyordur.
I ıh! Bakmıyordu kız. Hüseyin canı sıkkın, çalıştığı çiçekçiye gitti. Çiçeklere de iyi davranmadı o gün, müşterilere de. Onlar da suçu Hüseyin’de değil kız milletinde arasınlardı.
Hüseyin’in zulmünden kurtulan karanfillerden birkaçı apandisit ameliyatı geçirmiş bir hastaya götürüldü. Hastane odasında durması yasak diye, bir şişeye konup kapının önüne çıkarıldı. On bir yaşındaki bir oğlan gözle kaş arasında kapıverdi karanfili, hanidir göz koyduğu on yaşındaki kıza verdi. Kız ilk aşkını bu karanfil sayesinde yaşadı. Kalbi minnetle doldu, karşısındaki üç dişi eksik, dizleri yara bere içindeki çocuğu Candy’nin sevgilisi Anthony gibi gördü.
Hüseyin’in sattığı glayöllerden üçü bir kız isteme merasimi için tek katlı bir eve gitti. Çiçekleri aldılar ama kızı vermediler.
Aynı dükkanda satılan bir demet menekşenin hikayesi ise epey tuhaf oldu. Yirmi yaşlarında bir kız aldı onları, boğazın sularına bıraktı itinayla. Fransa’da sürgün Yılmaz Güney’in hasta olduğunu duymuştu, üzerinde onun ismi yer alan bir mektup yazmaya cesareti yoktu. Yine de ülkesinde onu sevenlerin hala var olduğunu duyurmak istiyordu. İşte o menekşelere yükledi bu kocaman görevi. Menekşe haberi götürebilmek için çok çırpındı boğaz sularında ama ah… Bir motorun altında kalıp dağıldı. Fakat sevgi de öyle dağıldı Boğaz sularına. Aradan çok yıllar geçtiğinde bile pek çok insan kızın sevgisini paylaştı böylece.
Kız oradan ayrıldı, aynı tadı bulma umuduyla arkadaşlarının methettiği bir filme gitti. Oysa yepyeni bir hikayeydi anlatılan. Filmin başrol oyuncuları başka eşlerden sahip oldukları bir sürü çocuğa bakmadan aşkın sesini takip edip evlendiler, yuva kurdular. Adamın boynu her çocukta biraz eğrildi filmin sonunda.
Film bitince bir kadın ağlamaya başladı Kocası işkillendi, ne halt etmeye ağladığını, filmde ağlanacak ne olduğunu sordu kadına. Kadın “Sen anlamazsın” dedi. Erkek bal gibi de anladığını, ille de bu filme gelelim diye tutturmasının foyasını ortaya çıkardığını, zaten son günlerde kadına bir haller olduğunu, bir gün çok neşeliyse ertesi sinirden köpürdüğünü, bunlardan fena halde işkillendiğini, eğer düşündüğü gibi bir şey varsa kadını yaşatmayacağını söyledi. Kadın da adama “Allah belanı versin,” dedi. “Filme ağlıyorum ben” İnsanların eşlerini aldatmasında ağlanacak ne olduğunu sordu adam. “Zaten buna uyuz oluyorum” dedi. “Çok mu özendin, ha?”
“Yeter artık” dedi kadın. “Film boyunca da dırdır konuştun durdun, yok kadın yolluymuş, yok ahlaksızlıkmış! Ne güzel film işte, neyini beğenmedin, sonu mutlu bitmedi mi?”
“Ya ya, çok mutlu bitti. Adam karıyı, kadın kocayı boşadı. Neresi mutlu be?” dedi adam. Kim bilir kaçıncı kavgalarını ede ede evlerinin yolunu tuttular.
Menekşeleri boğaza atıp sonra da aynı filmi izlemeye gelen kız ise kimseyle dırlaşmadan çıktı sinemadan. Hem zaten sevgilisi yoktu, daha doğrusu yüzünü gördüğü bir sevgilisi yoktu. Sağmalcılar cezaevinden bir mektup arkadaşı vardı ama. Arkadaşlarından biri cezaevindeki abisine yazarken tanışmışlardı kızla. Arkadaşı abisine kızın selamını söylemiş, abisi de ona bir arkadaşının mektubunu göndermişti kıza iletsin diye. Kimseyle görüştürmüyorlardı oradaki insanları, dışarıya hasretlerdi, güneşi, baharı, İstanbul’u anlatsın mektup arkadaşı yeterdi. Böyle yazıyordu ilk gelen mektupta. Kız yanıt verdi. Otuz yaşındaydı yazıştığı adam. Öyle güzel yazıyordu ki, kız daha üçüncü mektupta ondan başkasını sevemeyeceğini düşünmeye başladı.
Hakkında idam kararı vardı adamın ve kız dışarıyı onun için yaşıyordu şimdi. 1984 yılında bu öyle az da rastlanan bir şey değildi.
Kız sinema çıkışında Çeliktepe’deki evine gitmek için Sarıyer minibüslerine bindi. Bundan beş altı saat önce kendisine menekşeleri satan Hüseyin’in ayak bastığı plastik döşemeye bastı o da. Minibüs Hüseyin’in kızın yaşamına minicik bir dokunuşta bulunduğunu hissetti, “Ben nasıl bir hancıyım böyle” dedi kendi kendine. “Bana değmeyen kimse kalmıyor bu şehirde. Sabahki çiçekçi çocuğun yerinde, ondan menekşeleri alıp boğaza salan bir kız duruyor şimdi ve karşılaşmalar bu kadarla da sınırlı değil. Yanında durduğu yaşlı kadın da bir yerinden değiyor hayatına ama kız bilmiyor bunu”
Kızın yanında yaşlı bir kadın oturuyordu. Gözleri dolu, kalbi sımsıkı. Görüşten geliyordu, onun da oğlu idamlıktı. “Buna da şükür” diyordu eskiyi hatırlayıp. Oğlu yakalandığında aylarca nerede olduğunu bir yana bırak, yaşayıp yaşamadığını bile öğrenememişti çünkü. Kadın Sağmalcılar’dan geliyordu ve cezaevinde kızın sadece fotoğraflarda gördüğü yüzü görmüştü. Oğluyla aynı davadan yargılanmış, aynı cezayı almıştı otuz yaşındaki adam. Oğlu “Ömer arkadaş” diyerek tanıştırmıştı adamı annesine.
Ömer ve Aslı. Sevdaları sürmedi parmaklıkların dışında. Kız yıllar sonra dışarı çıkan adamı terk edecekti. Hayalleri de değişecekti, dünya da.
Minibüs bu yazgıdan habersiz, hayatın birbirine değip geçen, değip geçen hallerini düşündü. Aslı’yı, Ömer’i, şu çiçekçi çocuğu, Metin’i, Metin’i düşleyen kızı, anneyi, Dursun’u, kapısına elma koçanı fırlatan Pakize’yi.
“Bir şeyler olacak” dedi direksiyona. “Bir şeyler olacak, hissediyorum.”
Gerçekten de oldu bir şeyler. Yıl 1984’tü. Her şey değişecekti çok geçmeden.

8 yorum:

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Arzucum,
Çok çok güzel bir öykü bu, akıp gidiyor. Tam "o" zamanı anlatmışsın.
:))

Arzu Çur dedi ki...

Minibüs hikayelerini yazmayı tam da beni eğlendiren, benim bile tahmin etmediğim olayları kendiliğinden bağlayan akışkanlığı yüzünden çok seviyordum ben de.

Travolta saçlar yaa... Haha, ben de öyle kestirmiştim bi ara. Ne günlerdi.

Tijen dedi ki...

Bilmem ki Arzu!
Ben patlıcan oturtma yapmam ama çok az zeytinyağında, kapağını kapatarak kızartsan patlıcanları (yarı buharda gibi) olur mu acaba?

Arzu Çur dedi ki...

Denemek lazım bi Tijen, evet. Öyle deneyeyim. Ne kadar incesin ya, çok teşekkürler:)

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Ben size bir "en sevdiğiniz aşk romanı" sobesi şeyetmiştim ama, aceba gazilik duruma yazmaya engel teşkil eder mi?
Rica etsem, bi düşünür müydünüz?
:))

Arzu Çur dedi ki...

Düşündüm de... Çok ani oldu ya. Aklıma bişi gelmiyor, du bi daha düşüneyim ben.

şule dedi ki...

Arzum canım, ellerine, aklına, gonlune sağlık. Çok güzel bir öykü bu. Kahramanalardan herbiri ile farklı yerlere daldıııııım gittim sayende...

Arzu Çur dedi ki...

Şulecim, sesini duymak ne güzel. Bu minibüs öykülerini hep diyorum ya, ben de çok seviyorum. Kafamı toplasam da bi devam etsem şunlara keşke.