18 Mart 2009 Çarşamba

Taşraya Bakmak'tan

İletişim Yayınları 2005 yılında Taşraya Bakmak adlı bir kitap yayınladı. Taşra mevzuu üzerine yazıları Tanıl Bora derledi. Yazılarıyla Ömer Laçiner, Tanıl Bora, Ahmet Turan Alkan, Melih Pekdemir, Ahmet Çiğdem, Necati Mert, Ömer Türkeş, Haydar Ergülen, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Hasan Ali Toptaş, Şükrü Argın, Tuncay Birkan yer alıyordu kitapta . Ben de taşradaki kadınları anlattığım bir bölümle katkıda bulunmuştum. Aşağıda okuyacağınız parça "Kadınlar: Taşranın Yurtsuzları" başlıklı o yazıdan bir bölüm işte.

Kitap hakkındaki bilgi ise tam şurada


"Kadınlar: Taşranın Yurtsuzları"ndan

Belki bir gün yine yolum düşecek o küçük kente. Yine el mecbur bir otele yerleşeceğim. Resepsiyonda bizzat otel sahibi karşılayacak beni. Yüzüme fazlaca bakmamaya dikkat ederek otele en geç kaçta girmem gerektiğine dair ültimatomunu verecek peşin peşin. Bekleyecek, bakalım ne diyeceğim?
Yıllar önce yaptığım gibi “Erkek müşterileriniz için de aynı kural geçerli mi?” der miyim hiç? Şaşkınlık gösterir miyim? Hele kızgınlık? Asla. Bu kez bileceğim ki, o böyle yaparak nabzımı yoklamakta. “Burası otel değil mi, istediğim saatte gelirim, sana ne?” dersem eğer, oradan kovulmasam da sürekli diken üzerinde hissedeceğim kendimi. Bir çay istesem buz gibi soğuk gelecek önüme, telefonlarım belki bağlanacak belki bağlanmayacak, otel görevlilerinin bazen kızgın bazen yılışık bakışlarını hep üzerimde hissedeceğim. Ortası yok çünkü bunun. Hem şirret hem de namuslu olmanın yolu yok burada. Kadınsan, yalnızsan, otele gelmişsen... Ne bilsin adam senin ne mal olduğunu?
Bu yüzden gıkımı çıkarmadığım gibi, artık öğrendiğim parolayı çabucak ve “o saatlere dek sokaklarda dolaşan kadınlara” en az onun kadar kızgınlık duyduğumu belli de edecek şekilde ekleyeceğim: “Ne münasebet canım? O saatlere kadar ne işim var benim dışarıda?”
Sessiz bir aferin alacağım otel sahibinden. İkimiz de aynı dilden konuşmanın verdiği rahatlıkla otele yerleşmemi bir imza defterinde mühürleyeceğiz. Bana bir çay söylenecek, etrafa “bacımızdır” bakışı atılacak, ben etrafa bakmadan aceleyle çayımı içtiğim gibi odama yollanacağım. Bir erkeğin korumasına sığınmakta bunca belkemiksiz davrandığım için kendime kızacağım gece boyu. Fakat diğer yandan da bileceğim ki, burası taşra. Burada yabancı bir kadınsan bir erkeğin korumasını reddetmenin bedeli, tüm erkeklerin düşmanlığıyla boğuşmaktır.
Yıllar önce bir iş sebebiyle bu kente göndermişlerdi beni. Ben ki o kent değilse de benzerlerinde büyümüş, gittiğim büyük şehirlerde ne zaman bir yuva özlemi duysam oraları özlemiştim. Komşu teyzeleri, amcaları anlatmıştım beni varsıllıkları, görgüleriyle ezmeye çalışan İstanbullu kızlara; beni dinlemeyenlere. Nasıl mutlu olduğumu orada, hayatın hiç de sandıkları gibi sıkıcı olmadığını, sokaklarının çocuklara ait olduğu bir kentte büyümenin ayrıcalığını... Bunları anlatmıştım. Bu yüzden o kente anneanne evine gidermiş gibi, hem özlem hem de cakayla gitmiştim: “Bak anneanne, hani yıllardır görmediğin torunun var ya, hani büyük şehirlere gittiydi ya. O işte, seni görmediyse de uzun zaman, hiç ama hiç unutmadı. Hadi bana masal anlat yine, hadi bana çorba pişir.”
Oysa gittiğim kent anneannemin sıcaklığını vermediği gibi, kâbus gibi de iki ay yaşattı bana. Yemyeşil düşlediğim şehir blok blok betonlarla, insanlar betondan da beter bakışlarla orada ne işim olduğunu sordu durmaksızın. Ne mahalle aralarında kendimi oraya aitmiş gibi hissettim, ne de tek ana caddede özgür. Bir an önce bitmesi için dua ettiğim iki ayın sonunda, en sonunda memleket hayallerinden kurtulmuş olarak, memur çocukluğunun en büyük sancısını, yurtsuzluğu tamamen bir kurtuluş bellemiş olarak, herkesin ve hiç kimsenin yurduna, büyük şehre döndüm.
O beni kendisine sığdıramayacak kadar küçük kentten kaçarken, başından beri kendimi kandırdığımı düşünüyordum öfkeyle. Ben onlarda yaşamakla gururlandığım şehirlerin hangisine aittim ki zaten? Babam bir memurdu, benimle aynı doğum yerine sahip bir kardeşim bile yoktu. Hep bir yerden bir başka yere göçeceğimi bilerek yaşamıştım. Gittiğim şehirler de bunu bilmiş, bana bir süre katlanılması gereken bir misafire sundukları saygıyı göstermişlerdi yalnızca. Tutunacak bir dalım olsun diye, ben benimsemiştim oraları. Onlar beni hiç kendilerinden saymamıştı ki.
Böylece şu koca dünyada temelli öksüz, köksüz kaldım. Taşra, artık beni kızı olarak görmüyordu.
Kızgındım ve kızgınlığımda haklıydım; annesi tarafından artık istenmeyen bir çocuğun kızgınlığı, kırgınlığı haksız olabilir mi hiç?
Fakat hesaba katmadığım, artık annenin de iyiden iyiye tepesinin atmış olduğuydu. Yıllar boyu gelip gidenlerden, işine geldiğinde yerli, işine geldiğinde yabancı olanlardan, gittikleri yere onu bir turistik hatıra gibi çantalarında taşıyan fakat gerçekte kendisini arkada bırakanlardan sıkılmıştı. Onu asla son durak değil, bir istasyon olarak bilenlerle uğraşmaktan bıkmıştı ve şu çorbayla masal teranesine de fena halde kızgındı.
“Ne çorba var sana, ne masal” dedi bana. “Hangi yüzle bana geliyorsun? Ne kadar değiştiğinle övünmemi nasıl beklersin? Bana hiç ama hiç benzememekle, arkada bıraktığın kardeşlerinin uyduğu kurallara uymamakla övüneceksin ve ben de sana aferin diyeceğim, öyle mi? Hadi oradan!”
Anlaşılan o da değişmişti. Hem de ne değişmek.
Daha çok içine kapanmış gibi duruyordu bir yandan, diğer yandan da açtı. Her şeye. Yeniliğe, değişime, zenginliğe, pırıltıya, insanlara... Büyüdüğünde kendisinden kurtulmayı değil, onunla yaşamayı düşleyen çocuklara, mutlu erkeklere, özgür ve güzel kadınlara, kahkahaya, ışıltılı gecelere. Hiçbirine sahip değildi ve artık hakkını falan düşünmekten de çoktan vazgeçmişti. Sadece istiyordu. Hakkı olsa da, olmasa da. Diğer yandan istediği her şeyin onun sonu olduğunu biliyor, ölesiye korkuyordu hepsinden.
Kendisine öğretileni uygulamış, büyük şehirleri ayna edinmişti. Değerini oradan yansıyan surete göre ölçüyor, o suretten eskilikle, yoksullukla, istenmezlik ve terk edilmişlikle sakatlanmış olarak kendisine akseden görüntüsünü kendi de beğenmiyordu. Bu yüzden artık tevazuuyla değil kızgınlıkla davranıyordu dışarıdan gelenlere. Öyle çok büyük şehir imajı dolmuştu ki o bakıp durduğu aynadan içine, tam kapandığı yerde kendini de yitirmişti.
Benim taşram, ondan uzaklaştığım için güzel kalabilmişti bende. İçinde yaşayanlar içinse bir an önce ondan kurtulmaya çalıştıkları bir cezaeviydi. Artık sadece uzaktan sevilebiliyordu ve bunu bilen herkes ondan kaçıyordu. Ve orada kalanlar kaçmayı becerenlerden nefret ediyordu.
İçinde tutmasının mümkün olmadığı bir kadın görmüştü bende. Onu bu haliyle beğenmemi istiyor fakat o beni beğenmiyor, ona uygun olmadığımı artık, biliyordu. Bu bilincin kızgınlığıyla saldırıyordu bana. Birbirimizi kaybetmiştik. Ama onun kendisini kaybetmişliğinin yanında benim onu kaybedişim neydi ki?
Taşraya dair oluşturduğum anılar bir kız çocuğuna aitti, bir kadına değil. İki ayda, taşranın çocuklar için bir masalcı nine olsa da, büyükler, hele kadınlar için gerçek bir despot olduğunu öğrendim.
Benim büyüdüğüm zamanlarda Anadolu’da kadınlar mutluydu desem, kim inanır bana şimdi? Tamam, belki çocukluğumu sevdiğim için yaşadığım yerleri de seviyor, onları yüceltiyor olabilirim ama tersi de geçerli olamaz mı yani?
Kendine ait bir düzeni olan şehirlerdi benim yaşadıklarım. Evet, muhafazakârlardı çoğunlukla, kolay kolay değişmezlerdi. Fakat bu aynı zamanda sağlamlık da demekti. Aileler bir kez kurulurdu o zamanlar, boşananlar öyle nadirdi ki, çevrenin kuşkulu bakışlarına fazlaca katlanamaz başka yerlere göçerlerdi. Kadınlar bayramlarda babalarının olduğu gibi kocalarının da elini öper, bunu dert etmedikleri gibi övünç de duyarlardı mesela. Fakat diğer yandan yuvaların gerçek sahiplerinin kadınlar olduğunu herkes bilirdi. Erkeği vezir de, rezil de etmek onların elindeydi. Böyle bakılınca da, yapısı aileler üzerine kurulmuş küçük şehirlerde bütün güç kadınların elindeydi. O zamanlar ne babalar kızlarını paraya pula satar, ne de kocalar karılarını terk ederdi. Sokakta rahat rahat gezebilirlerdi, değil sarkıntılıkla karşılaşmak, yan gözle bile bakılmazdı onlara. Gittikleri yerlerde saygıyla karşılanırlardı, otobüslerde yer verilirdi kendilerine, rahatsız olmasınlar diye yanlarına erkekler oturmazdı. Anlaşma böyleydi, bozmak akıllara bile gelmezdi.
Fakat zaten o zamanlarda bir kadının yolu nadiren bir otele düşerdi. O yüzden yalnız başına otele gelen bir kadına, başı dara düşmüş bir gariban gözüyle bakılır, saat kaçta gelmesi gerektiğinin kendisine hatırlatılmasını bir yana bırakın, rahat etmesi için belki de bütün kat kendisine ayrılırdı. Beni şaşırtan işte bu değişimdi. Seksenlerin başında ayrılmıştım buralardan, doksanların ortalarında yine yolum düşmüştü. Bu kadar yılda bunca değişmek de biraz fazla değil miydi? Büyük şehirlerde durum farklıydı, biliyordum ama kadınlara karşı ne zaman bunca gaddar, bunca pervasız davranır olmuştu buralarda da erkekler?
Saygı ve değerbilirliğe dayandığı varsayılan anlaşmayı ilk kim bozmuştu? Büyük şehrin altından taşı toprağı mı, televizyonların siyah beyazdan renkliye geçtikçe daha da arsızlaşıp sahip olamadıklarını yoksunlara tekrar tekrar hatırlatmasıyla tükenen “yoksul ama mutlu” olabilme inancının iflası mı?

2 yorum:

Gökhan dedi ki...

Aklınıza sağlık, zevkle okudum. Aklıma askerlik yaptığım Malatya'da yaşadığımız eziyet verici saatler geldi. Daha yeni bir buçuk yıl önce sevgilim Malatya'ya ziyarete gelmişti. Birbirimizi özlemiştik ve hafta sonunu birlikte geçireceğimiz için çok heyecanlıydık. Evlilik cüzdanımız olmadığı için bizi kabul etmeyeceklerini biliyordum ama kızcağızı tek başına bile otellere almadılar. Bir sürü otelden "tek bağyan almıyoruz" yanıtını aldık. Sonra bir dostumun evini bizim için boşaltmasıyla birlikte kalabildik ama o vakitten sonra orayla ilgili sevgiyle andığım hatıralarda önemli oranda azalma oldu.

Arzu Çur dedi ki...

Merhaba Gökhan,

Ben de sizin yol hikayelerinizi zevkle okuyorum, teşekkürler.

Ben şu "milli hasletimiz"dediğimiz hoşgörünün öyle milli falan olmadığını düşünüyorum artık. Daha doğrusu bireyler olarak ilişkiler çerçevesinde bunu bir nebze devam ettirebiliyoruz hala. Ama olay kamusal alana taştığında sorun çıkıyor. Bir de çok büyük bir sorun olarak taşra kentlerinin kent olma özelliklerinin erozyona uğramışlığı, göçler, var olanı koruma kaygısı vs. vs.

Hayatı zorlaştırmak ve çirkinleştirmek için insanlar ellerinden geleni yapıyor sanki. Ne yazık:(

Sevgiler,