20 Ocak 2009 Salı

1002. Gece Masalları

"1002. Gece Masalları" 2005'de Metis Yayınları'ndan çıktı. Yiğit Değer Bengi'nin hazırladığı fantastik kurgu seçkisinde benim de bir öyküm yer alıyordu. Kitap hakkındaki bilgilere ekteki linklerden ulaşabilirsiniz, hikayenin bir kısmı ise aşağıda. Devamını okursunuz artık kitaptan:)

http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Book.asp?ID=1887

http://www.ideefixe.com/Kitap/tanim.asp?sid=D79CCC0BK05G70HN0PVG

Ellerinizi Arkanızda Tutun!


Onu bir yaz günü tanıdım. Gökyüzündeki bulutları omuzlarına almışçasına ezik yürüyordu. Etrafındaki ağaçlar da ona bu zahmetli işte yardım etmek istercesine dallarını bükmüş, onun gibi eğilmişlerdi. Her yerde yerçekiminin o yararlı tutsaklığı hissediliyordu; ağaçlarda, demir ayaklarını asfalta iyice gömmeye çalışan banklarda, adamın bükük sırtında, hatta yere iyice yapışmış gibi görünen gökyüzünde bile.
-Şunu bir dakika tutar mısınız? dedi bana.
- Pardon? Bana mı seslendiniz?
- Evet, siz. Çok yoruldum. Bir dakika tutabilir misiniz şunu?
Bana uzattığı kollarına baktım. Boştu.
- Af edersiniz, anlayamadım. Neyi tutacağım?
- Görmüyor musunuz? Bunu işte! Tutun azıcık ne olur.
Bir kaçıkla karşı karşıya olduğumu düşündüm. Bir an bu ıssız, büyük parktan kaçmak geldi aklıma ama peşimden koşup beni yakalayabileceği ihtimali ayaklarımı yere çiviledi. Ben şaşkın şaşkın bakınırken, o bin bir zahmetle bana doğru iki adım atmış, yanıma gelmişti bile.
- Lütfen, sadece bir dakika, demesiyle kollarıma bir ağırlık bırakması bir oldu.
Küt diye yere yapıştım.
- Bu da ne? Neler oluyor? Bana ne yaptınız?.
Bir yandan da bana yüklediği ağırlığı atmaya çalışıyordum. Soğuk, yapış yapış bir şey vardı sanki kollarımda, çok ölü, çok ağır, çok soğuk, çok… çok… çok tanımlanamaz. Ama gözlerimi ne kadar açarsam açayım göremiyordum onu.
- Korkmayın, sadece bir dakika dedi adam.
Üzerinden büyük bir yük kalkmışçasına derin bir oh çekti. Kan dolaşımını düzenlemek istercesine kollarını salladı, belini ovuşturdu.
- İki gündür benim elimde, dedi sonra. Kusura bakmayın biraz da sizi kandırmak gibi oldu ama dayanamadım daha fazla. Evde çocuklarım, karım var, anlıyor musunuz? Üstelik onca zamandır bir lokma yiyemedim, bir bardak su içemedim.
Dehşetle,
- Ne demeye çalışıyorsunuz? diye sordum. Ne yani şimdi bu… bu … işte bu elimdeki her neyse onu bana bırakıp gidecek misiniz?
- Karım ve çocuklarım evde beni bekliyor, dedi yine. Özür dilerim ama sanırım evet, böyle yapacağım. Siz de benim gibi yapar, birisini bulup başınızın çaresine bakarsınız artık.
Arkasını dönüp gitmeye hazırlandığını görünce dehşetle bağırdım.
- Lütfen! Bana bunu yapamazsınız.
- Bal gibi de yaparım, dedi omzunun üstünden bakıp. Ne yapalım, siz de buradan geçmeseydiniz.
- Ama bakın, ben sadece ellibeş kiloyum. Sizse kocaman adamsınız, hiç olmazsa daha dayanıklı birini bekleyemez miydiniz?
- Elinizde tuttuğunuzu taşıyacak kadar dayanıklı hiç kimseyi tanımıyorum, takmayın kafanıza. Siz yere düşmemesine dikkat edin yeter. Herhangi bir yere götürmeniz gerekmiyor.
- İstesem de götüremem ki zaten, dedim, kollarım önde, yere yapışmış yüzükoyun yatarken.
Omzunu silkmekle yetindi.
- Kusura bakmayın, dedi tekrar. İnanın bunu size yapmak istemezdim ama iki gündür bu parktan birinin geçmesini bekliyorum. Ne yapalım, siz çıktınız işte karşıma.
Havanın güzelliğine aldanıp da beni dışarı sürükleyen lanet olasıca ayaklarımla yeri tekmeledim. Kollarımı kımıldatabilseydim, “Kusura bakmayın” diyen ama beni bu beladan kurtarmak için kılını bile kımıldatmayan bu adama bir de yumruk savururdum. Ne yazık ki yapamıyordum.
Birden bire gülmem tuttu halimi düşününce. Elimde göremediğim bir ağırlıkla yerde yatıyordum. Beni bu halde birisi görse ayağa kalkamadığıma inanmazdı bile.
- Bir dakika, tamam anladım gideceksiniz ama hiç olmazsa elimdekinin ne olduğunu söyleyin.
- Boş verin, dedi yine. Ne olduğunu öğrenip de ne yapacaksınız? Elinizde tutun öylece yeterli.
- Peki siz görebiliyor musunuz bunu?
- Hayır, göremiyorum. Zaten görmek de istemem. Neyse, bana müsaade. Dediğim gibi karnım çok aç ve susuzum. Üstelik evdekiler de beni merak etmiştir. İzninizle.
Alay eder gibi bir selam verdi. Gitmek üzereyken son bir çare geldi aklıma.
- Çantam! Çantamda su ve sandviç var. Eğer bir-iki dakika daha yanımda kalırsanız onları size verebilirim.
- Hımm… Neli?
- Ne neli?
- Sandviç.
- Peynir, salam ve domatesli.
- Salam mı? Hiç sevmem. Teşekkürler ama ben karımın yanına gideceğim. Şöyle nefis bir kahvaltı çekiyor canım.
Çaresizlikten ağlamaya başladım.
- Lütfen, bunu yapmayın, dedi adam yanıma diz çöküp. Ağlayan kadınlara dayanamam.
- Ah! Bir kalbiniz var demek? Hiç belli etmiyorsunuz ama.
- Peki peki. Hatırınız için sandviçi yiyeceğim. Ama siz de susacaksınız tamam mı?
- Tamam.
Çantamdan sandviçle suyu çıkardı. Şişeyi kafasına dikip kana kana içtikten sonra derin bir “Oh!” çekti.
- Biliyor musunuz, su gibi nimet yok derken doğru söylüyorlar. Açlık neyse de, bu susuzluk canıma okumuştu.
Sesimi çıkarmadım. Kafam hızla çalışıyor, elimdeki bu yükten nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. “Düşün” dedim aklıma “Lütfen bir şeyler düşün. Bu adamı ikna edecek bir şey olmalı.”
Adam salamları çıkarıp bana uzattı.
- Yemek ister misiniz?
- Hayır, şu anda canım hiçbir şey istemiyor. Çöpe atın.
- Ama bir süre sonra çok acıkacaksınız, isterseniz yanınıza koyayım. Başınızı hareket ettirebiliyorsunuz nasılsa, yersiniz.
- Öf, çekin şunu burnumun ucundan. Bir salam kokusu eksikti sanki başımda.
- Sevmiyorsanız neden salamlı yaptınız sandviçi?
Tanrım! Sadece bir sandviç yiyecek kadar yanımda kalacaktı ve konuştuğumuz şeye bak! Mantıklı bir şeyler söylemeye çalıştım.
- Af edersiniz isminiz neydi?
- Neden soruyorsunuz?
- Size nasıl hitap edeceğimi bilmek istiyorum.
- At...
- At mı?
- Yani şey… Bana Atilla diyebilirsiniz, kendi ismimi pek sevmem de.
- Peki Atilla Bey, siz sandviçi yerken bir iki soru sorabilir miyim?
Kıtlıktan çıkmışçasına lokmaları ısırırken kafasını salladı.
- İki gün önce bu şeyi aldığınızı söylemiştiniz değil mi?
Yine kafasını salladı.
- Peki bunu size kim verdi?
- Parktan geçiyordum sizin gibi. Yaşlı bir adam vardı burada, iki büklüm görünce yardım etmek istedim.
- Ne yani, siz isteyerek mi aldınız bu şeyi adamdan?
Utangaç utangaç başını salladı yine. Sonra dayanamayıp ekledi.
- Ne yapayım, dayanamadım işte o halde görünce. Anlarsınız, bunamış olabileceğini düşündüm, elinde bir şey taşıdığını zanneden bir deli olduğunu ya da. Maksadım ortada herhangi bir yük olmadığına inandırmaktı onu.
- Aferin! Şimdi sizin aptallığınızın ceremesini ben çekiyorum yani? Peki bana neden acımıyorsunuz?
- Acıyorum ama siz bunu birine vermeyi daha kolay başarırsınız, eminim. Böyle ıssız bir yerde yalnız ve güzel bir kadına yardım etmeyi kim istemez?
İşte bu hiç aklıma gelmemişti. Demek ıssız bir yerde, yalnız ve güzel bir kadın ha? Bu tek başına bile başlı başına bir sorunken, kesseler kımıldayamayacak bir halde, kollarında ne idüğü belirsiz bir ağırlıkla yere yapışmış yatan, yalnız bir kadın! Başıma gelebilecekleri düşünmek bile istemiyordum. Can havliyle kollarımı, ellerimi, hiç olmazsa parmaklarımı kımıldatmayı denedim tekrar. Mümkün değildi.

.......

3 yorum:

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Eeee???
Sonna??
Neymiş o ağırlık?
Kız kurtuluyor mu?
Adam ne yapıyor?
Yaaa!
:)))
Tamam tamam, alıp okuyacağız, artık.
:)

şule dedi ki...

azzzz sonra gibi olmus.
e meraklandim, alcam tabi :)
hayirli olsun canikom.

Arzu Çur dedi ki...

Hainim, evet. Sonunu söylersem şöyle böyle olayım:)Yine de bilemem, bir kahvedir bir sofradır... Hani çenemi yanlışlıkla düşürürüm... O kadarına bi şi diyemeyeceğim.