26 Aralık 2008 Cuma

Altyapısı Yok

Neden bu uzaklaşmalar? Az mı yaşadık aşkı?
Doğru değil. Uzun uzun yaşadık aslında. Bol bol vaktimiz oldu söyleşmeye, hesaplaşmaya, alışverişe, kucaklaşmaya.
Çarşılara gittik pazarlardan döndük. Domateslerin iyilerini seçtik, dolmalık biberleri küçüklerden aldık. Pazarcıların kaytan bıyıklarına baktık, lafladık. Bol bol vaktimiz oldu bütün bunlara.
Altyapısı yok ama. Çöküyor bu bina. Çöküyor da ne kelime, çöktü bile.
Her şey geçer demiştim. Geçti. Biter demiştim. Bitti.
Sen hiç bir şey söylemedin. Bana söylettin. İstediklerini? Belki...
Ben dilsiz kuklacının dilli düdük, deli, zirzop bebeği oldum. Söyledim. İstediklerini. İsteklerin olduğunu düşündüğüm sözcükleri seçerdim.
Senin yerine de konuştum. Böylece bol bol vaktimiz oldu ayrılmaya.
Senin sesin yok muydu gerçekten? Olmaz mı, vardı. Vardı ama bana değil. Ben bu ilişkinin bütün sesini ve sessizliğini bu yüzden üstlendim. İyi bok yedim.
Sesi üstlenen kolay kolay bırakamaz sözcüklerin egemenliğini. Egemenlik mi? Yok, bu egemenlik değil. Söyleyen bendim dedim ama ya söyleten? Sen.
Belki de hakkım yoktu sözcüklerini almaya. Belki verdiklerini kabul etmek en büyük ihanetti sana. Ama parklara da gittik seninle, hatırla.
Yollarda gezerken karşımıza çıkan ağaçları gösterirdim sana. Yanında bir çakı taşır mı acaba?
Sen ağaçların adlarını anlatırdın. Bir daha geçişimizde ezbere okurdum çarpım tablosunu. Yanında çakısı var mı acaba?
Sen söyletendin. Arkada dururdun, dururdu bütün dünya. Sen replik seçtin, ben oynadım. Oyunlardan kaçarken oyuncaklara yakalandık böylece.
Yine de bu papağan nesnelik konumu alışkanlık yapıyor işte. Bu yüzden bu ilişkinin tarihini yazmak bana düştü. Böyle olunca bir yalandan baştan aşağı soyutlandım. Şimdi anlattığım benim tarihimdir ey sevdiğim. Senin ya da seninle benim değil: Benim tarihim.
Sözcüklerin dili yok. Sestir sözlenen. Aklın nişanlısı sanırsın, metresidir. Parayı senden alır, başkasıyla boynuzlar seni. Kocası sözcüklerin, çoktur. Fahişe olurlar, oyun oynamayı bilirler. Ne söylemek istersen tersi çıkar ya ağzından, bu yüzden işte.
Benim sözcüklerimin de tek kocası yok.
Ama bu aşkın da altyapısı yok. Geçtim altyapıdan temeli bile yok; üstüne üstlük malzemeden çaldık. Çöktü. Bu yüzden. Eskiden kurduğumuz binalara güvendik, keseden yedik.
Oysa her aşk yeni malzeme ister: Yeni sözcükler, yeni elbiseler, yeniden kurulacak bir tarih, yeni dil, yeni ve temiz pabuçlar; bayramlık.
Sana hediye ettiğim bayramlık mendili mahallenin kötü çocuklarıyla değiş tokuş ettin. Yerine kızkovalayan aldın.
Bari onunla beni kovalasaydın.
Misketlerini göstermedin bana, plançetada çizgi oyununu hep başkasıyla oynadın. Benim tornavidamla çizdiğin her kalp başkasına ait oldu. Kurduğun tesisat başkalarının evini aydınlattı. Ben karanlıkta kaldım.
Yine de kopya verdim sana.
Oysa her aşk yeni malzeme ister: Temiz bir kağıt, kullanılmamış kalem, gerektiğinde kullanılacak eskilerden temizlenmiş silgi, kırmızı kalem. Belki ağaca kalp oymak için yeni çakı... Suluboya kutusu alacak paran yoksa bile, hiç olmazsa temizlemeliydin fırçanı.
Sen kötü ve pasaklı bir öğrenciydin. Çantanın içi karmakarışıktı. Ben topladım, sen dağıttın. Derslerine hiç çalışmadın. Oysa ikiyle ikinin dört ettiğini sen öğretmiştin bana.
Teneffüsler verdik, oyun oynayalım diye. Oyuna katılmadın. Körebe bile oynamadın. Ki, en basitidir oyunların. Gözlerini inatla açık tuttun ama hiç bir şey görmedin yine de.
Her aşk yeni tasarımlar ister: Bir ev, bir masa, çatal-bıçak takımı, bir yatak, temiz çarşaflar. Hastanelerin tuvaletleri gerekirse, bir de yayı ömrümüzü tutan mandallar.
Sana sunduğum biftek tabaklarında kolumu yedin. Tuvaletten çıktığında sifonu ben çektim. Çarşafları temizleyip ütülemek bana düştü. Çamaşır ipini ben gerdim verdiğin replikle boğazıma.
Sen geçmiş bir rahatı arıyordun kollarımda. Benden eski tanımları bekledin. İstediklerinin neler olduğunu bulabilseydim belki söylerdim ama...
Her aşk iyi sözcükler ister: İyi ve temiz, kullanılmamış. Günaydını aşkın ibresine göre ayarlarsın. Nasılsın içini titretir. İyiyim ısıtır. Kimdi o şaşırtır, kurnazca mutlu eder. Seni seviyorum geri çekilmesi mümkün olmayan bir ilençtir, bekletir, bekletir, bekletir.
Sen sözcüklerin açık rahibi olmayı tercih ettin. Tanrıça diye oturttuğun başköşede ben senin ağzından çıkanlarla mutsuzlara umut vermeye mecbur bir tanrıçacıktım yalnızca.
İyi para kazandık. Evimizi döşedik bu parayla. Yeni koltuk yüzleri ısmarladık. Ben ustayı çağırdım. Sordum, kaça? Sen ustaya baktın...
Sözcüklerin biri bile eski kırık vazoyu onaracak güce sahip değildi. Yine de kalbimi onarabilirdi. Denemedin.
Her aşk, yeni aşk ister. Bu yüzden başkasına gider, sonra başkasına, sonra başkasına...
Sen ustaya baktın. Hayatına dair bir masal anlattı sana. Bununla ne ilgisi vardı ki, bir ustanın başka ustaya anlatacağı ne olabilir?
Bir aşk her zaman kendinden daha çok şey ister. Sen ustaya baktın. Bana değil. Yeni koltuk kumaşları elimde kaldı.
Her aşk eskimemiş eski hayaller ister. Aklın dudak büküp burun kıvırsa da, her aşkın altyapısında pembe panjurlar vardır. Bir de kolalı temiz perdeler, ucuz da olsa fark etmez. Perdeleri asmayı reddettin. Ben kolalamıştım bile.
Her aşk intikam ister. Bu yüzden yazıldı bu yazı. Ama...
Sen edilgen olmayı tercih ettin.
Bu ne büyük ikiyüzlülüktür, kuklacım.
Böylece ben etkendim.
Ah, ne iki yüzlülük kuklacığım.
Bu aşkın altyapısı...
Altyapı, üst kapı, kapının sapı... Sapından düştük, kırıldık: Sonbahar. Otuz yaş. Güç ve iktidar. Yorgunluk ve zaman. Beklemek, sabredememek.
Bu inşaatın malzemesinden çaldık. Altyapı da eksik. Ülkemizin bütün kalpleri ve şehirlerindeki sorun budur değerli arkadaşlarım.


1997 Ankara

9 yorum:

şule dedi ki...

döktürmüşsün yine arkadaşım..."Sana sunduğum biftek tabaklarında kolumu yedin" demissin ya, ah arzu , ne guzel yaziyorsun sen...

Arzu Çur dedi ki...

Mutluluğun yaşaması keyifli, öyküsü sıkıcı. Mutsuzluğun tam tersi.

Bu epey eski bir mutsuzluğun hikayesi. Bazen düşünüyorum da, artık yazamayışım iyi.

Şule, güzel dostum benim, sağolasın.

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Son satıra kadar, "bu iyi, kurtuluyor işte" dedim içimden.
Ama, ah! O son satır şaşırttı beni.
Yine kurtulursun, üzülme, emi.
:))

Arzu Çur dedi ki...

Ekmekçi, kız canım. Bunlar sadece edebiyat yahu, alakası yok anlık ruh hallerimle, iyiyim şükür, iyi.

Ah anaç tavşanım benim:)

elektra dedi ki...

sen o tarihte ankara'da bizsiz, sessiz böyle miydin kuzum benim:(

iyi ki geldin sen kalkıp buralara da şimdi sadece çooook güzel bir yazı olarak okuyorum ben bunu. yoksa, bu gece mavi tren, başka yolu yok yani:))))

Arzu Çur dedi ki...

E, sen de İstanbul'da deniz kıyılarına oturup "Ben kimim, hayat ne?" falan diye düşünüyomuşsun, bak.

Kardeşlik ne ilginç bir tanışma hali yahu. Di mi?

elektra dedi ki...

ıııh, ben o tarihte benim sıpayı bekliyordum deniz kenarında:)))iyi ki gelmişsinnnnnn, bu kadar:)kardeşlikse süperrrr:)

uçuşuk dedi ki...

"Senin yerine de konuştum. Böylece bol bol vaktimiz oldu ayrılmaya.
Senin sesin yok muydu gerçekten? Olmaz mı, vardı. Vardı ama bana değil. Ben bu ilişkinin bütün sesini ve sessizliğini bu yüzden üstlendim. İyi bok yedim."

çok tanıdık bir öykü bu... buna yanar ağlarım... :( susanın yerine konuşmak, yerine düşünmek, yerine mazeret bulmak, onu hafifletip kendini ağırlaştırmak sonunda hep acıtıcı oluyor... :(

Arzu Çur dedi ki...

Elektra'm: İyi ki gelmişim, evet.

Uçuç böceem:Demek ki neymiş? Ulu Bilge Tarkan Dandoldenyus doğru söylemiş.Başkası olmicak kendimiz olcakmışız, böyle çok daha güzel olcakmışız. En can biz olcakmışız, patlıcanları adam etmekle uğraşmicaz, direkt karnıyarık yapcakmışız.