25 Mart 2008 Salı

Paytak paytak yürüyen, güzel, yaşlı bir kadın

"Vahide Hanım ve Pazarcılar"ı bana kocaman bir lahana getirdi.

Salı günleri evimin yakınında pazar kurulur. Akşamları yorgun argın işten dönerken içim içimi yer. "Hadi bi gayret," derim kendime. "Bu sefer pazar çantasını kap hemen balkondan, oyalanmadan çık dışarı. Bak ne güzel pazaryerinin renkleri, sesleri"

Ama eve çıkınca üşenir kalırım. Üşenmemin sebebi sadece o yolu geri yürümek değildir. Pazarın raconu çantaları tıklım tıkış doldurmaktır, satıcılardan üç domates, 250 gram ıspanak, iki pırasa isteyemezsiniz. Yani, elbette isteyen vardır da, ben isteyemem işte. Bu yüzden salı günü birer kilodan aşağı alamadığım tazecik meyvelerin cumartesiye doğru gözüme baka baka büzüldüğünü, sebzelerin daha perşembeden çürüdüğünü görmek zorunda kalırım. Ve dünyada bunca açlık varken onları öyle görmek içimi acıtır. Yine de bazen gözümü karartır çıkarım pazara.

İşte o günlerden birinde havanın güzelliğiyle mest, aklım bir karış havada çıktım pazara. Çantamı tıka basa doldurdum. Eve gelince mutfağa çektiğim pazar çantası bana baktı, ben ona. Düşündüm kara kara: “Aldım bunları ya, ne yapacağım? Dipfrize tıksam yıkanmadan olmaz. Şimdi pişirsem halim mecalim yok”

Öyle yorgundum ki, aldığım her şeyi pencereden atıp kurtulmak en cazip fikir gibi geliyordu. Fakat en tepedeki koca kafalı lahana sırıta sırıta bana bakınca “Gel seni bi doğrayayım da gör gününü,” dedim. Sebzelere giriştim. Ispanakları yıkarken “Keşke dağıtabilsem şunları” demeye başladım ve bir kadın canlandı gözümde. Yaşlı, biraz yorgun, paytak paytak yürüyen, başı yarım bağlı, güzel bir teyze.

Vahide Hanım’a “yüzü işaretlilerden” demeyi çok seviyorum ben.

Vahide Hanım ve Pazarcılar

Vahide Hanım mutfaktan çıktı, bozuk paraları minik cüzdanına, cüzdanını eskimiş çantasına yerleştirdi. Üstüne başına çeki düzen verdi, kapıyı besmeleyle kapayıp birkaç kez de çekiştirdikten sonra tekerlekli pazar çantasını arkasından sürüyerek yola düzüldü.

Altmışlarının baharında Vahide Hanım. Onca yılın yorgunluğu etle yağ olup, gün geçtikçe zayıflayan kaslarının etrafını kuşatmış. Kemikler de gittim gidiyorum diyor hani, ne zamandır bükülüyor belkemiği yavaştan, bir salkım söğüt gibi.

Bu epeyce yüklü vücudu taşıyan bacaklara bakalım şimdi. Hafif çarpılmış, oldukça tombul. Uçlarına etli, geniş ayaklar yerleştirilmiş, ayaklar da yayıldıkça yayılan eski, gayet yüksek topuklu ayakkabıların içinde. Ne yapalım, vazgeçemedi kadıncağız bu topuklardan. Oldum olası boyundan yana dertlidir.

Bacaklar diyorduk ama nerelere geldik? Dağıtmayalım dikkatimizi.. Bacaklar önemli çünkü Vahide Hanım’ı, bizi ve bu öyküyü bir pazara götürüyorlar şu anda. Lütfen onları takip edelim, adımlarını yanlış yerlere basmaması için Vahide Hanım’a dua edelim. Maazallah bir çukura falan yönleniverirse bu bacaklar ne Vahide Hanım’ın ayak bileği düzelir bir daha ne de öykümüz.

Pazaryerine ulaşmaya hala vaktimiz, kahramanımızı tanımaya fırsatımız var. Biraz daha bakalım Vahide Hanım’a.

Eh, yaşına göre gayet hoş bir yüzü var. Bazı kadınlar yaşlandıkça güzelleşir ya hani, bu kadın onlardan. Yarı yarıya beyazlamış olsa da eski kumrallığını hala açığa vuran saçlar, akları yaşlılıktan sütlenmemiş mavi gözler. Yüzünü bir zamanlar hafifçe çirkinleştirmiş sipsivri burnu gençliğindeki halinden daha güzel, kilo almak bacaklara değilse de buruna yaramış. Bu yüze bir de inci gibi dişleri ekleyin. “Bu yaşta mı?” demeyin efendim, ekleyin siz, çekinmeyin. Vahide Hanım’ın küçük kızı dişçidir çünkü. İlk işi komple bir takım dizmek oldu annesinin ağzına.

Bütün bu toplamdan çıkaracağımız sonuç şu: Vahide Hanım şeker gibi bir kadın. Otobüs durağında beklerken yanına yanaşıp hangi otobüse binmeniz gerektiğini, fazla biletinin olup olmadığını ya da saati sormaktan çekinmeyeceğiniz insanlardan. Yüzü işaretlilerden.

Yalnız yaşıyor. Beş yıl önce eşi sizlere ömür deyip göçtü bu dünyadan, iki kızı var ama onlar da çoktan evlenip gitmiş zaten. İyi kötü bir düzen oturtmuş evceğizinde. Tek derdi var, şöyle gönlünce bir sofra kurup da yemek yiyemiyor.

Ah, siz o tombul tombalak vücudu görünce ne sanmıştınız ki? Ne bulursa tıkınan bir obur mu? Baklavalardan, böreklerden vazgeçemeyen iştahlı bir boğaz mı?

Ne gezer efendim, ne gezer! Keşke öyle olsaydı. Vahide Hanım’a öyle zor geliyor ki bir tabacık yemeği bitiremeden sofradan kalkmak, inadına yiyor ekmeği. Bu şişmanlık ondan.

Hâlbuki ne zeytinyağlılar yapar o, ne börekler açar, ne mantılar, ne tatlılar döktürür. Fakat evde yiyen olmayınca ziyan oluyor hepsi. O da artık fazla bir şey yapmıyor kendine. Peynir, ekmek, yağda yumurta, arada yoğurtla, haşlanmış patatesle geçiyor günleri.

Fakat bugün Vahide Hanım talihine karşı çıkmaya azmetmiş, gidiyor. Pazara gidiyor. Sebze alacak, pişirecek, yiyecek. Böyle gitmeyeceğini biliyor çünkü bu işin. Ne yapalım yani, yalnızsa yalnız. O da azıcık azıcık alır. Yemekler artar mıymış? Artsın efendim, komşuya verir fazlasını, olmadı en kötüsünü yapar, atar çöpe. Yazık günah tamam ama, Vahide Hanım’a da yazık günah.

Aa! Bakın bakın, nasıl da çekiştirdi başörtüsünü iki yandan, nasıl da inatla düzelti başcağızının üzerinde. Bir hışımla kaldırdı ki çenesini o kadar olur. Yeneceğinden emin olduğu düşman ordularına saldıran bir general gibi baktı pazaryerine. Bizimle aynı şeyleri düşünmüş demek ki.

Yaşa sen Vahide Hanım! Sakın bozma niyetini. Pazara gideceksin, ıspanak alacaksın. Pazara gidip ıspanak alıp n’apacaksın? Hapır hupur, hapır hupur yiyeceksin.

İşte pazaryeri. İşte yer elmaları, karnabaharlar... Ya lahanalara ne demeli? Şöyle kıymalı bir kapuska yapsa da yese ne güzel olur. Üzerine de bol pul biber…

Ağzı sulanıyor Vahide Hanım’ın. Bunu fark etmişçesine bağırıyor tezgâhtaki çocuk:
“Gel teyzem gel. Bak pazarın güzelleri hep burada. Sen de gel”
“Terbiyesiz” diyor içinden Vahide Hanım. “Annesi yaşındayım ayol, söylediği lafa bak.”

Ama bir şey demiyor pazarcıya, ters ters bakıp yürüyor. Az ileride pırasa tezgâhına yanaşıyor. Tam alacakken “Dur” diyor. “Pazara çıkmaya çıkmaya unutmuşum. Bu pırasaları alıp da çantanın en altına koyarsam eve gidene kadar bana benzerler. Önce soğan, patates falan alayım, onlara bir şey olmaz aşağıda. Hem bir gezeyim dolaşayım önce şuraları. Daha ucuza, daha iyisini bulurum belki.”

Ah Vahide Hanım, güzel teyzem benim. Sen gerçekten pazara çıkmayı unutmuşsun. Kalabalığa bak, millet itiş kakış birbirini çiğniyor. Senin zavallı tombul vücudun hele de arkanda gezdirdiğin bu çantayla nasıl incinmeden, bunalmadan dolaşır burada? Sahil yolunda mı sandın kendini, parkta mı? Ayağına basarlar, omzuna çarparlar, özür bile dilemeden yürür giderler de maazallah sinirlenir dönüverirsin bak evine.

Söylüyoruz ama dinleyen kim? İnatçı! Bu kadın hep böyleydi zaten. Annesi az çekmedi, kocası az çekmedi inadından. Nuh der peygamber demez, kendi bildiğini yapar.

İyi, sen bilirsin Vahide Hanım, gez dolaş madem. Fazla fazla bunalıp geri dönersin, biz de pişiremediğin kapuskanın yasını tutar, başka bir öykü ararız. Ne yapalım.

Fakat bu kez inadı işe yarayacak, Vahide Hanım kolay kolay pes etmeyecek. Ayağına basanlara, kenara çekilmesini isteyenlere, yüzüne ters ters bakıp hızlı yürümediği için kızanlara aldırmadan pazarın sonuna kadar gidecek. Evet, oldukça bunalacak ama buna aldırmayacak. Bir kez karar verdiyse yolundan şaşmaz o.

Soluk soluğa pazarın sonuna vardığında yüzü kadar kırmızı domatesler karşılıyor Vahide Hanım’ı. Yanlarında yemyeşil biberlerle salatalıklar da var fakat Vahide Hanım yüz vermiyor hiçbirine. Tatlarının lastiğe benzediğinden emin. Eski kadın o, her sebzenin mevsiminde güzel olduğunu bilir.

Domateslerin ilerisinde pazarın bittiğini görüp rahatlıyor Vahide Hanım. Büyük savaşının önemli bir aşamasını bitirmiş olarak yüzgeri ediyor. Kafasına koyduğunu yaptı, bütün pazarı baştan aşağı dolaştı, nerede ne var yazdı aklına. Şimdi sırada mimlediği tezgâhlara gidip istediklerini bir bir almak var.

Önce patatesçiden başlıyor. Sapsarı Adapazarı patatesleri. Üç kilosu iki bin. Patatesi bolca yediğine göre üç kilo alabilir. İki kilo da soğan. Yok, o da üç kilo olsun. Kapuskaya lazım, ıspanak boranisine de.

İlk torbalar bismillahla yerleşiyor pazar çantasına, içine de bir ferahlık Vahide Hanım’ın. Başladığına göre bu alışverişe, bitirecek elbet. Kendini iyi tanıyor.

Artık biz de daha iyi tanıyoruz Vahide Hanım’ı. Bugün kapuska pişireceğine aklımız kesiyor. İçimiz rahat edebilir, izlemekle yetinebiliriz onu.

Sırada yer elmaları var. Bol zeytinyağı, bol soğan, biraz havuç, bir avuç şekerle pişirip de üzerine kıydımıydı maydanozları tadından yenmeyecek valla. Karşısındaki daireye yeni taşınanlara da verir bir tabak. Üç yaşlarında bir güzel kızları var, kreşe gidiyor. Vahide Hanım o zavallı yavrunun yer elması yediğinden değil gördüğünden bile şüpheli. Nasıl fırsat bulup da yapsın ki annesi, çalışıyor.

Bunları düşünürken iki kilo yer elması da giriyor çantaya. Biraz ilerleyince pişman oluyor gerçi, yarım kilo neyine yetmezdi? Neyse, olan oldu artık. Bundan sonra alacaklarına dikkat eder.
Yer elmalarının üzerine havuçlar yerleşiyor güzelce. Körpecik, kıtır kıtır. Seçeyim derken fazla kaçırdı, oldu mu sana bunlar da iki kilo?

Sinirlenmeye başlıyor kendine Vahide Hanım. Ne yapacak bunca havucu, tavşan değil a? Tövbe tövbe deyip yürüyor. Az alacağına dair tembih tembih üstüne lahanaların yanına yanaşıyor. Düşünüyor kara kara. Lahananın iyisi büyük olur. “Yarısını kes de, ver” dese, pazarcı kime satacak kalanını? Hem zaten “kiloyla değil taneyle” yazıyor etikette. Mecburen büyükçe bir lahana alıyor Vahide Hanım.

Ispanak taze, kumsuz. Karnabahar iri iri. Pırasanın ikisi üçü bir kiloya geliyor. Az az almaya niyetlense de eli hep kiloya gidiyor Vahide Hanım’ın.

Meyve de alıyor. Portakal, mandalina, azıcık da muz. Marulları turpları görünce canı salata çekiyor. Roka, tere, taze nane “bizi de al” der gibi bakınca yüzüne, dolduruyor çantasını tıka basa. Tam çok şükür bitti derken, balkabaklarını görüyor. Şekerine dikkat etmesi gerekmeyen şanslı yaşlılardan o. Buna şükrederek koltuğunun altına da bir kabak sıkıştırıyor. Bitiyor pazar işi.

Vahide Hanım alı al moru mor geliyor evine. Kapıyı açmasıyla mutfaktaki sandalyeye yığılması bir oluyor. Tıklım tıklım pazar çantasıyla koca bir kabak mutfağın taşlarına yayılmış ona bakıyor. “Hadi bizi yerleştir” diyorlar. Oysa öyle yorgun ki Vahide Hanım, değil sebzeleri buzdolabına yerleştirmek, kalkıp da bir bardak su içecek hali yok.

Yine de biraz soluklanıp doğruluyor yerinden. İçi rahat etmez başka türlü. İşleri bitirmeden oturamaz.

Önce tezgaha diziyor aldıklarını. Çamuru falan varsa, öyle pis pis yerleştiremez dolaba. Tezgahın üzerinde naylon torbalar yığılıyor. Tere, taze nane, marul, turp, havuç, kocaman bir lahana, portakallar, mandalinalar… Yığın büyüdükçe büyüyor. Vahide Hanım kafasından hesap yapıyor.
“Bu gece kapuska yaparım. Yarın da pırasa. Öbür gün yer elması. Daha sonraki gün de… Hay Allah bir tencere yemeği nasıl bitiririm bir günde?”

Ne olacak şimdi? O bir tencere kapuskayı bitirene kadar bir hafta geçer. Geri kalanlar bozulur dolapta da olsa.

Birden bütün hevesi kaçıyor. Tezgahta yükselen dağ, gözüne bir ayıpmış gibi batmaya başlıyor. Yaşlı, tek başına yaşayan bir kadıncağız o. Neden aldı ki bunca şeyi? Hayır, parasında değil, yazık olacak sebzelere, bozulacaklar, derdi o. Dışarıda bunca yoksul var, evine sebze meyve değil bir ekmek bile götüremeyen var. Oysa kendisi sırf hevesi yüzünden bunca nimeti çöpe atacak bir hafta sonra. Yiyemeyecek ki.

Tezgahtaki yığını öylece bırakıp sandalyeye oturuyor tekrar. Bütün iştahı kaçtı işte.

Yapma be Vahide Hanım, pes etme ne olur. Biz seni bu akşam kapuska yerken görmek istiyoruz, cayma kararından. Hadi yerleştir şunları dolaba, belki bozulmazlar, ha?

İşte! İşte kalktı yerinden. Hem de ne kalkış, az önceki bitikliğinden eser kalmamış. İşte tekrar yerleştiriyor aldıklarını torbalara. Öylece atıverecek dolaba galiba. Fakat o da ne? Ne yapıyorsun Vahide Hanım?

Vahide Hanım torbaları tekrar pazar çantasına yerleştiriyor. Bir tek yer elmalarını ayırıyor kenara. Al işte, şimdi de yeniden giyiyor ayakkabılarını, çıkıyor evden, çantasını çekiştirerek pazar yerine gidiyor.

Ne yapıyorsun be güzel teyzeciğim? Geri mi vereceksin aldıklarını? Pazarcılar güler bak sana. Market mi sandın orayı? Hayatta vermezler paranı bak, bizden söylemesi.

Yok canım, laf söz dinleyecek gibi değil. Gidiyor işte ıspanakçının yanına.

Aman be teyze, sonu acılı kapuskayla biten mutlu bir öykü hevesiyle izleyip durduk seni, bulup bulacağımız pazarcılarla kavga eden bir yaşlı kadın olacaktı madem, ne taktın ki bizi de peşine?

Al bakalım, bak ne diyor pazarcı: “Olmaz” diyor değil mi? Oooh! Gördün mü, “Bana ne” diyor şimdi de. Valla haklı adam. Biz de söyleyeceğiz şimdi: Bize ne? Almasaydın şunları, heveslendirip takmasaydın bizi de peşine.

Ama o da ne “Anladım” diyor pazarcı. Alıyor torbaları elinden. Ne dedin ki adama bir de teşekkür ediyor sana?

“Kim isterse e mi evladım,” diyor Vahide Hanım pazarcıya. “Tamam” diyor o da. “Merak etme sen.” Sonra bir poşete azıcık ıspanak koyup “Bunlar benden” diyor.

Neler oluyor?

Ne olacak, sonu gerçekten mutlu biten bir öykü oluyor işte bu. Vahide Hanım aldıklarının hepsini geri veriyor. Sıkı sıkı tembihliyor pazarcıları: “Parası yoktur, canı çeker. Sevaptır oğlum, gözüne kestirdiğine veriver şunları. Yalnızım ben, yiyemiyorum.”

Pazarcılar önce anlamıyor ne dediğini, onlar da bizim gibi parasını geri istediğini sanıyorlar. Sonra durumu anlayınca hoşlarına gidiyor. Kimi teşekkür ediyor kuru kuru, kimi ıspanakçı gibi sattıklarından veriyor azıcık. Böylece Vahide Hanım evine daha az yükle ama daha büyük bir keyifle varıyor. Mutfağına girip kıymalı ıspanak pişiriyor.

Pazardan bir küçücük evin mutfağına, oradan yine pazara giden sebzelerle meyveler epey şaşkın. Bu şaşkınlıkları pazarcılar onları diğerlerinden ayrı bir kenara koyup akşama doğru pazara gelen, yere atılmış sebzeleri karıştıran yoksulların eline tutuşturduklarında daha da çoğalıyor.

O gece şunlar oluyor:
Vahide Hanım yaptığından memnun yemeğini yiyip televizyon seyrediyor.
Lahana on beş kişilik bir ailenin sığındığı tek göz odada haşlanmış lahana oluyor.
Ispanaklar yaşlı bir karı kocanın midesini boyluyor.
Portakallar on çocuk tarafından bir anda bitiriliyor.

O geceden sonra şunlar oluyor:
Ertesi hafta Vahide Hanım yine pazara çıkıyor. Bu kez içi sıkılmadan, nasıl yiyeceğim onca şeyi diye düşünmeden bol bol alışveriş yapıyor. Aldıklarını emanet ediyor pazarcılara. Onlar da azıcık azıcık doldurdukları torbaları tutuşturuyor eline. Tezgaha yanaşanlar neler olup bittiğini anlayınca, bu da benden deyip güçleri yettiğince bir şeyler ekliyor akşam üstü pazar yerine geleceklerin payına.

Fakat bu öykünün en mutlu sonu şöyle oluyor:
Artık Vahide Hanım kuru ekmek değil, misler gibi yemek yiyor her akşam. Hiç ama hiç yalnız hissetmiyor kendini sofrada. Tanımadığı pek çok insan da onunla birlikte sanki.

Vahide Hanım, bak alkışlayarak uğurluyoruz seni. Gerçekten var olsa o tombul yanakların sarılıp öperdik de. Bizi yanıltmadığın için, otobüs duraklarında saat sorabileceğimiz yaşlı teyzelerin hala var olduğuna yeniden inandırdığın için bizi. Çok yaşa sen e mi.

Adam Öykü-Mayıs-Haziran 2005

7 yorum:

şule dedi ki...

hani demiştim ya sabah elektra'ya, baharın geldiğine bile sevinemedim diye. bahar gelmis gibi mutlu ettin beni bu sımsıcak oykunle :)

Arzu Çur dedi ki...

Bu öykü benim değil Vahide Hanım'ın gibi geliyor hep bana Şulecim. Hani ben yazmadım, bu kadın kendini yazdırdı sanki bana. O yüzden Vahide Hanım'a ben de teşekkür ederim. Onu yazmak bana da ferahlık vermişti.

Bu arada, öykülere tatlı, küçük insanlar yakışıyor di mi? Karizmatik kocaman insanlar belki romanlara girer ama bu teyzenin herdemtaze bahar havası öyküye yarar işte.

Baharların çok olsun, oğluna sevgiler.

İnanç AKCAN dedi ki...

Vahide hanım,
Benim aneannem, aklıma gelen onu andırır tek kimse.Tabii sadece yaş olarak.Anneanneme benzemiyor.Kapuskayı hiç sevmem ama böylesi bir aneannem olsa kapuskasını yemeye giderdim

Arzu Çur dedi ki...

Vahide Hanım'ın bir torunu yok yazık ki. Olsaydı onlar da böyle bir anneanneyi onca yalnız bırakmaz, haftada bir sofrasını paylaşırdı herhalde en azından.

Hoşgeldiniz İnanç, teşekkürler.

elektra dedi ki...

ben vahide teyzemi ilk tanıştığımda da çok sevmiştim zaten:)o karnabahar pişirsin, pırasa yapsın bize, domatesleri sarımsakla bulşturup patlıcana sos etsin biz de onun evinde kalabalık yapalım hep:
ımmm şeyyy,bir de, istekte bulunabilir miyiz sizin blogta arzu hanım:)

Arzu Çur dedi ki...

Elektranım ne demek, dükkan sizin. Buyurunuz, bulununuz. Hemen yayınlayalım hatta.

elektra dedi ki...

kurt kurt kurt:)