27 Mart 2008 Perşembe

Kurtlar yemez bizi

"Yolda" sanırım benim yayınlanan ilk öyküm. Onu yazdığımda şiirle yoğun olarak ilgileniyordum. Düzyazının dışadönük, kolay, akıcı, uçucu yazılış hali o anda bana şerbet gibi gelmiş, bir çırpıda yazıvermiştim öyküyü.

Şiir yazmak benim için cepten yemek gibidir. O ana dek biriktirdiğin senden bir parça koyarsın şiire hep. Derinlerde ararsın, ruhunu kurcalarsın. Bazen zaten birikmiştir sözün ağzında ve bir çırpıda çıkar derdin dışarı. Ama çoğunlukla böyle olmaz, tam söylemek istediğini yaklayabilmek için kurcalar, kurcalarsın içini. Aklında birkaç kelime vardır, o kelimelerin seni götüreceği büyülü ve güzel yeri bulmaya çalışırsın. Şiir yazmak kömürü elmasa dönüştürmeye çalışmak gibidir. Simyası vardır bu işin, büyüsü. Her zaman kullandığın kelimeleri öyle bir traşlamalı, öyle uygun yanyana getirmelisin ki, o kelimeler bambaşka bir şey anlatsın artık.

"Yolda" bu nedenle aslında şiirle uğraşan yazıcının biraz utangaç "Ya, ben bir başkasının alanına girdim ama...Dur bakalım,"ı olarak okunmalı. Öykü Elektra ile benim çocukluğumuzdan izlekler taşıyor. Birebir böyle bir yolculuk hiç olmadı. Fakat biz çok küçükken birkaç yıl yaşadığımız o güzel şehirden bize kalanlardır anlatmaya çalıştığım. Bir de şunu eklemek isterim, o iyi insanların inceliği hala kalbimizde, verdiği ekmek hala boğazımızda. Bunu unutmadık.

YOLDA

Isırgan soğuk çatlayan ellerini yaladıkça, arkana bakıp, uluyarak sana doğru koşuşturan kurt sürüleri arıyorsun. Çocukluğunun hayalleri arasına sakladığı bir dağ başı yolu. İnce ve ulaşılması zor tepeler. Çorak, ağaçsız, madensi ve ıssız.

Yağıyor kar. Hep de ıssız yollarda tipiye çevirerek. Otobüsün içi hep soğuk. Ellerim hep üşüyor. Bir de ayaklarım. Bir de burnumun ucu. Ne yaparsam yapayım, ısıtamıyorum.

Bu karda, bu tipide inip yürümek mümkün olsa, kardeşimle ben elele tutuşup yürüyüversek, daha çabuk ulaşacağız Diyarbakır’a. Hatta bir kızağımız olsa daha da eğlenceli geçecek yolculuk.

Huysuzluğum tutuyor. O beyazlıkta yürüyemediğim için kardeşimi tekmeliyorum. Saçıma asılıyor. Yüzüne tırnaklarımı geçiriyorum. Yan koltukta oturan annem “yapmayın” diyor. Kötü kötü bakıyor bize. Yola çıktığımızdan beri hep yapmayın diyor. Her yapmayın bir öncekinden daha az etkili oluyor. Ara sıra sesini yükseltip yapmayınların etkisini artırmayı deniyor.

“Sıkıldım” diyorum anneme. Annem sesini çıkarmıyor. Yanında oturmakta olan babam bir sigara daha yakıyor. Babamın sigarası Silahlı Kuvvetler. Annem “Bir sigara da bana versene” diyor. Otobüsün içi sigara dumanı kokuyor boydan boya. Koltukların nemli kokusuna yapışmış.

Sivri kayaların ortalarına doğru açılan bir yolda durmuştu otobüs. İki gün sürer İstanbul Diyarbakır yolculuğu. Oysa şimdi üçüncü gün yolda ve hala Diyarbakır uzakta.

“Sıkıldım” diyorum yeniden. “Ben de sıkıldım” diyor kardeşim. Annem babama bakıyor bizi yanıtlaması için. Babam pencereden bakıyor. Annem içini çekiyor. “Hadi biraz oynayın” diyor. “Ne oynayalım?” “İsim-şehir oynayın”. “Bu bilmiyor ki” diyorum kardeşimi gösterip, “anne sen oynasana benimle” “Başım ağrıyor” diyor annem, “babana sor” Kardeşim “Ben biliyorum, benimle oyna” diyor. “Bilmiyorsun işte” deyip bir daha tekmeliyorum onu. Bu kez saçıma yapışmak yerine annemin göremeyeceği taraftaki koluma bir çimdik atıp bağıra bağıra ağlamaya başlıyor. “Anne şu ablama baksana yaaa!” Annem gözlerini iyice açıp bağırıyor “Bak çok fena yaparım seni”

Yapamaz işte biliyorum. Otobüsteki onca insan bana koruma sağlıyor. Kardeşimi ısırıyorum dönüp: “Pis müzevir!” Çığlıkları artıyor. Annemin gözlerindeki çılgın bakış da. Babamı da kapsayan bir “Yeter artık!” bakışı bu. Ben de öyle bakacağım işte. Bu otobüsteki herkese, karıncalanmış ayaklarıma, tutulmuş dizlerime, bu kokuya ve soğuğa yeter artık! Koşmak istiyorum! Halıya uzanıp kitap okumak istiyorum! Arkadaşlarımla evcilik oynamak istiyorum!

Arka koltuktan bir el uzanıyor. Soyulmuş bir mandalina. Buruş buruş bir kadın yüzü. Çenesinde ve yanağında mavi lekeler var. Dövme. Korkuyorum. Koltuğuma büzülüyorum.
-Alsana kızım, diyor annem.
Omzumu silkiyorum. Gözlerimi sımsıkı kapatıyorum. Kadının eli iyice uzanıyor, kokusunu alıyorum buruşuk elinin. Bir de soymuş üstelik. Almam o mandalinayı!

Hep ikram ediyorlar. Hep veriyorlar. Karpuz kesiyorlar tepeleme. Kokmuştur deyip kebaplar, yufkalar gönderiyorlar çocuklarıyla. Sen hiçbirini yemiyorsun. Annenin elinden çıkmamış yemeği yiyemiyorsun. Aç kalıyorsun. Dizlerin fırlıyor sıska bacaklarından. Yüzün süzülüyor, gözlerin kocaman kalıyor yüzünde.

- Hep böyle yapar, kusura bakmayın, diyor annem kadına. Sesinde kızının mızmızlığından utanan bir hal var.

Yaşlı kadınının çatlamış sesini duyuyorum. Ne dediğini anlamıyorum. Annem de anlamıyor. Daha genç bir kadın sesi karışıyor konuşmaya. Yaşlı kadının kızı olmalı.
- Haklıdır kız, canı sıkılıyor elbet daracık yerde. Yol da çok uzadı bu sefer. Allah vere de sağ salim varabilsek Diyarbakır’a.
- Vallahi öyle, bir an önce varsak şuraya. Canımdan usandırdı bunlar beni.
- Öyle deme bacım, çocuktan kıymetli ne var? İki tane mi senin?
- İki tane, iki tane. Allah eksikliklerini göstermesin ama başka da vermesin.
- İkisi de kızdır. Oğlan istemezsin?
- Yok bizde öyle kız çocuk, oğlan çocuk. Bunlar sağlıklı ya, mühim olan o.
- Bende sekiz tane var Allah bağışlarsa. Altısı erkektir.
- Maşallah! Nasıl bakıyorsunuz onca çocuğa?

Ne kadar çok çocuk var o mahallede. Üç katlı taş bir binada oturuyorsunuz. Yaz günlerinde ev sahibinin deli oğlundan korkarak bahçede oynuyorsunuz. Yıllar sonra bir gün o adama neden deli dendiğini düşündüğünde, delilik sebebinin saçını uzatmak olduğunu fark edip güleceksin. Mahalleli -ve baban- o yüzden deli diyor ona. Bu sıfat çocukları bahçedeki fidanlardan uzak tuttuğu için hiç sesini çıkarmıyor o da.

Arka koltuktaki kadınla annemin konuşması devam ediyor. Zaten otobüste can sıkıntısından herkesin çenesi açılmış. Arka sırada dizim dizim oturup, aralıksız sigara içen suskun erkekler bile konuşuyor şimdi. Şoför oflayıp pufluyor. Kasetten yükselen bol acılı bir türkü. Bir uğultudur gidiyor içerde.

“Vah gariip!” diyor kadın. Babamın asker olduğunu, Diyarbakır’da tek bir akrabamız olmadan “kimsesiz” yaşadığımızı duyunca böyle söylüyor kadınlar anneme: “Vah gariip!” Keyfim yerine geliyor, tanıdık bir espri bu aramızda. Kardeşimi dürtüyorum. Kıkırdıyoruz. Kulağıma eğiliyor kardeşim: “Vah gariip!” diyor.

Erkekler geliyor önce. Eşyaları tutup tutup taşıyıveriyorlar içeri: “Hoşgelmişsiz gurban! Bi ehtiyacığız olursa çekinmeyesiz sakkın” Ardından kadınlar doluşuyor eve. Hepsinin elinde birer tepsi. İlk orada duyuyorsunuz bu sözü: “Demek ta İstanbollar’dan geliysiz ha bacım? Kimiiz kimseyiz yohtur buralarda? Vah gariip!”

- Hadi isim-şehir oynayalım, diyorum kardeşime.
Kızgınlığım geçmiş. Az önce beraber güldük ya.
- Sen say.
A-B-C-Ç.. sayıyorum içimden.
- Dur!
- Ğ
- Yaa hep böyle yapıyorsun ama! Bir daha say hadi.

Diyarbakır’a ilkokula başlayacağın yıl taşındınız. 1970’ler olmalı. Saçlarını maşayla kıvırdı annen, uçlarına iki koca fiyonk bağladı. Beyaz yakan kolalı, dizlerine kadar beyaz çoraplar, siyah önlük. Ağlamadın. Öğretmen çocuklara şarkı söyletti. Ezberleyiverdin. Akşam eve dönerken yanındaki yeni arkadaşlarınla beraber delilo söylüyordunuz.

Leyla. Lüleburgaz. Lale. Lama. Lamba. Lüksemburg. Doldurdum önümdeki kağıdı. Kardeşimi bekliyorum. Yavaş yavaş yazmasına kızmıyorum. Ne kadar sabırlı ve iyi bir ablayım ben. Üçüncü sınıfa gidiyorum ama birinci sınıftan bir kardeşle isim-şehir oynayacak kadar alçakgönüllüyüm. Sınıfının birincisi kardeşimi hiç kıskanmıyorum ki ben.
- Lama diye bir hayvan yok, uyduruyorsun.
- Aptal! Var tabii, resmini gördüm. Deveye benziyor.
- Sensin aptal, hem de yalancı.

Saçlarına asılıyorum hırsla. Yalancı değilim ben. Hayvanlar Ansiklopedisi’nde gördüm lamayı. Güney Amerika’da yaşıyor. Tükürüyor kızınca.

Kardeşimin saçları elimde kalıyor. Fazla ileri gittim. Avaz avaz bağırıyor. Annem kardeşimi kucağına alıyor. Bana da “Eve bir varalım görürsün sen” diyor. Bunu söyleyince annem, otobüs denen cehennemden kurtulup sıcaklığına kavuşacağım ev de başka cehennem oluyor. Annemin tehdidi sıkıntımın sona ereceği umudunu alıveriyor elimden.
- Ama bana yalancı dedi. Lama var işte, gördüm resmini.

Ben de ağlıyorum şimdi.

Babam bir of çekiyor. “Susun!” Susmuyoruz. Otobüste bizden başka birkaç çocuk daha var. Onlar da bir sebep bulup ağlamaya başlıyor. Sesimiz teybin de, konuşan büyüklerin de sesini bastırıyor. “Tımarhaneye döndürdünüz ortalığı yahu!” diyor babam.

Ağlayarak anneme sarılmaya çalışıyorum. “Bi daha yapmıycam annecim, valla yapmıycam. Söz!” Kardeşim annemin kucağında olmanın güvencesiyle ittiriyor beni.

İşte böyleyim gerçekte. İstenmeyen, kötü bir çocuk. Öyle zavallı hissediyorum ki kendimi, bu sefer hiç bağırmadan cam kenarına sokulup sessizce ağlıyorum.

Babam kalkıp yanıma geliyor. Kucağına alıyor beni. Yanağımdan öpüyor.
- Hadi bak az kaldı. Üzmeyin artık annenizi.
Sakalları yanağımı acıtmıyor hiç. Canım babam benim.

Baban askerleri “Aslan” diye çağırıyor. Yanına gelip selam veriyorlar “Buyrun komutanım!” Bütün askerlerin adının Aslan olmasına şaşıyorsun. Bunu babana söylediğinde kahkahalarla gülüyor. Çok bozuluyorsun.

- Keşke kuşetliyle gelseydik, diyor annem babama
- Söyledik ama dinletemedik ki sözümüzü. İki gün erken çıksaydık tren vardı işte.
- Ne yapayım, çok özlemişim kardeşimi. Yılda bir kere görüyorum.

Trenle yolculuk etmeyi seviyorum. Yataklı vagonlarda kalıyoruz. Kardeşimle üst ranzada kimin yatacağı konusunda kavga ediyoruz. O sırf inadından kavga ediyor benimle. Aslında yere düşmekten korkuyor. Biliyorum. Bir kez “Hadi sen çık yukarı” dedim denemek için, “Vazgeçtim, sen yat o pis yerde” dedi.

Keşke trende olsaydık şimdi. Araya çıkar koşardım. Daha çok çocuk oluyor hem trende. Arkadaş bulurdum, oynardık. Ayaklarım acıyor burada. Üstelik acıktım. Babamın kulağına fısıldıyorum bunu. Babam anneme söylüyor. Annem çıkarıp bir elma veriyor bana. “Patates ekmek yok mu?” “Biraz sonra” diyor annem. “Sık dişini. Az ilerde mola vereceğiz”

Bir bu eksikti. Dağbaşında aç kalacağım. Açlıktan öleceğim. Dudağım bükülüyor kendiliğinden, ısırıyorum. Babamı üzmemek için ağlamayacağım. Arkadaki teyze konuşmalarımızı duymuş olmalı. “Dur sen gurban” diyor “Bekle az” Annesine anlamadığım bir şeyler söylüyor.

Yaşlı kadın elinde dürüm yapılmış yufka ekmeğiyle yanı başımda beliriyor. Anlamadığım o dilde bir şeyler söylüyor gülümseyerek. Eliyle önce yufkayı, sonra ağzını işaret ediyor. Parmaklarını birleştirip elini aşağı yukarı sallıyor. Bunu yaparken bir yandan “mmmhhh!” diyor. “Çok güzel bu ekmek” demeye çalışıyor bana. Saçlarımı okşuyor uzanıp. Büzülüyorum babamın koynunda. Annem kaş göz ederek ekmeği almamı istiyor. “N’olur almayayım annecim” diyorum ben de ona bakışlarımla. “Bunu sen yapmadın ki.”

“Bizim suçumuz değil” diyorsun annene. “Bakkal ekmek deyince pide veriyor işte. Öbür ekmekten vermiyor.” Annen bir hışım bakkala gidiyor, elinde ekmekle gülerek geliyor geri. “Bunun adı somunmuş burada, öyle isteyin siz de.”

Annemi daha fazla kızdırmadan alıyorum teyzenin verdiği ekmeği. “Hani teşekkür?” diyor babam. “Teşekkür ederim” diyorum. “Evet, teşekkür ederim. Siz iyi insanlarsınız biliyorum ama hastayım ben. Bir başkasının yaptığı yemeğe elimi süremem. Midem bulanır sonra. Zaten yemek yemeyi de hiç sevmiyorum. Annem bana patates kızartıyor. Sadece onu seviyorum. Babama sorun isterseniz. Bir köfte yedirebilmek için ne diller döküyor bana.”

Bütün bunları teyzeye söylemiyorum elbette. Çünkü ne zaman bir ikramı geri çevirsem “Ayıp bir şey bu yaptığın” diyor annem. “Ne demek midem bulanıyor? Hasta olduğunu da nereden çıkardın hem?” O yüzden teyzeye bunları söylemiyorum. Teşekkür edip, yediğimi göstermek için ağzıma götürüyorum peynirli dürümü. Teyze cıvıl cıvıl bir sesle bir şeyler söylüyor kızına beni işaret edip.
- Gel biraz bizim kucağımızda otur, ister misin? diyor kızı.
Kafamı iki yana sallıyorum hızla: İstemem!
- Hadi kızım, git biraz da orada otur. Derslerini anlatırsın teyzelere. Bak, çok sevmişler seni. Hem annenin de kolu yoruldu kardeşini taşımaktan. Buraya yatırırız biraz.

Demek babam da istemiyor artık beni. Ne mutsuz bir çocuğum ben Allah’ım. Kardeşimi kolluyorlar hep. Ne zaman kavga etsek onun tarafını tutuyorlar. Neden getirdin beni bu dünyaya?

Annemin kucağında uyuyakalan kardeşime bakıyorum hınçla. Gitmeyebilirim arka tarafa ama aklıma bir kurnazlık geliyor. “Madem öyle bu ekmeği de buraya dönünce yerim” diyorum. “Fesuphanallah!” çekiyor babam.

Babana şark hizmeti çıkınca annen çok ağladı. Kuyruklardan söz edildi ona, yolun çok uzak olduğundan, kıtır kıtır kesilseniz haberinizi onbeş günden önce alamayacaklarından. Oysa öyle olmadı. Yeşil bir kentti senin Diyarbakır’ın. Teyzelerle amcalar sizi hep kolladı. Annene “emanet” dediler. Baban nöbete kaldığında akşamları “yenge korhmayasan sakkın, biz burdayız ha” dediler kapıya gelip. Minibüste “bacı”nın yanı hep boş kaldı. Kimse başını kaldırıp yan gözle bakmadı ona. Ne gördüyseniz hürmetten, acımadan, kollanmaktan, sevgiden ibaretti.

Yumuşacık bir kucakta açıyorum gözlerimi. Hava aydınlanmaya yüz tutmuş. Otobüs durmuş. Zıplayıp oturuyorum teyzenin kucağında.
- Uyandın mı gurban?
- Uyandım. Neden durduk?
- Teker patlamış.

Yüzümü cama yapıştırıyorum. Kar durmuş. Beş-altı adam var tekerle uğraşan. Aralarında babamı görüyorum. Yaşasın. Aşağıya ineceğim.

Kardeşim hala uyuyor. Zaten o bir uyudu mu top atsalar uyanmaz. Nasıl kıskanacak aşağıya indiğimi duyunca. Annem de uyuyor. Gitme diyemez bana.

“Bi dakka” diyorum teyzeye. “Nereye?” diyor. Yalan atıyorum “Çişim geldi”
Babam beni görünce kızacak, biliyorum. Olsun. Ona da “çişim geldi” derim. Azıcık dışarıda dursam yeter bana. Biraz nefes alırım, belki koşarım bile.

Gidip elini tutuyorum babamın. Kızmasına fırsat kalmadan aynı yalanı söylüyorum. Sesini çıkaramıyor. Tam o sırada köpekleri görüyorum.
- Baba, köpeklere bak!

Babam “Çabuk yap çişini” diyor sadece. Diğer amcalara bir şeyler söylüyor. “Hep olur buralarda” diyor amcalardan biri. “Gelmezler, merah etme”
Köpeklerden en önde olanı başını havaya kaldırıp uluyor. Ne kadar büyük köpekler ama bunlar. Sesleri de bir garip. Hava çok soğuk da ondan mı böyle kızgınlıkla bağırıyorlar?
- Yazık di mi baba onlara da? Üşüyorlardır di mi?
- Hıı, çok yazık. Hadi gir bir an önce içeri, sen de üşüyeceksin.
Teyzenin verdiği dürümden kurtulmak geliyor aklıma.
- Baba aç bu köpekler, dürümü onlara verelim mi, hı?
- Tövbe, tövbe!

Tekeri onaran amcalar gülüyor bana. “Hadi gir içeri çabuk” diyor babam. Kös kös otobüse biniyorum yeniden.

Ne zaman hava bozulsa, için üşüse o kurt sürüsü gelecek aklına artık. En öndekinin havaya dikilmiş başı. Otobüsün patlamış tekerleği. Uçsuz bucaksız görünen o beyazlıkta tekeri onarmak için uğraşan bir avuç insan.

Kardeşim iki koltuğu da kaplamış. Annem öbür ikili koltuğa uzanmış. İkisi de uyuyor hala. Yanlarına gidersem uyanacaklar. Teyze parmağını dudağına götürüp “sus” diyor bana. Eliyle gel gel ediyor. Utana sıkıla tekrar kucağına çıkıyorum.
- Yaptın mı çişini?
- Hııı!

Yapamadım. Yoktu ki zaten. Babam hemen yukarı çıkardı beni. Koşmama izin vermedi. Somurtacağım işte ben de.
- Ne yapirler dışarda? Teker olmuştur?
- Bilmem. Babam köpekleri görünce hemen yukarı çıkardı beni.
- Ne köppegi gurban? Bu ıssız yerde köppeg mi olir? Gurttur onlar.

Ben kurtları gördüm demek! Onun için babam aşağıda durmama izin vermedi. Ya gelirlerse babam aşağıdayken? Ya yerlerse onu? Sonra annemi yerler. Kardeşim tombul. Onu da yerler. Ben sıskayım belki beğenmezler beni. Ama açlarsa çok, beni de yerler.

Ağlamaya başlıyorum.
- Şşşt! Herkesi uyandıracağsan! Ne var durup dururken ağlayacah?
- Ya babamı yerse kurtlar? Gelsinler teyze, ne olur git söyle babamlara. Otobüse binsinler.
- Delinin zoruna bah! Gız, bu kadar çoh insanın yanına yanaşır mı hiç gurtlar? Bişey olmaz, merahlanma a gülüm.

Yıllar sonra bir gün genç bir adam masada yanına oturup ağlayacak. Sarhoş. “Yanımda vurdular arkadaşımı abla” diyecek sana. “Nasıl acı bilemezsin. Gözünün içine bakarken can verdi.” Yumruğunu masaya vuracak. “Orası senin bildiğin yer değil artık” Oysa iki yıl önce “ora”ya giderken sıkı sıkı tembihlemiştin ona “Ben zamanında aptallık edip yememiştim, aman sen kaçırma teyzelerin sana vereceği çiköfteleri, sac ekmeklerini, kebapları. Hala duruyorsa Şeyhmus’a git. Baklava ye”

- Açmısan? Bi dürüm daha yer misen?

Hem de nasıl açım teyzecim. Ama yemem o dürümden. Annemin patatesli ekmeğinden olsa yerdim. Ama o dürümden yiyemiyorum işte. Ayıp, biliyorum ama elimde değil.

- Yemem, teşekkür ederim.
- Ama bah yemezsen büyümezsen. Sonra böyle güççüg galırsan. Bak gurtlar ne gadder büyük. Neden? Hı? Her şeyi yemişler de ondan.
- Teyze, onlar bizi de yer mi?
- Seni begenip yemezler. Bacini bilmem ama.
- Onu da yemesinler!

Ağlıyorum işte teyzecim. Kardeşimi kurtlar yemesin. Beni kızdırıyor hep. Benden daha akıllı. Annemle babam onu daha çok seviyor. Ama kurtlar kardeşimi yemesin. Ben onsuz ne yaparım?

- Ağlama ha gurban. Aaa, tüh tüh! Şagga yaptim gız! Gorhma gurtlar yemez gardaşını. Ama sen şu elmayı yiyiver bari.

Bilmediğin o dilde küfürler savurarak peşinden koşturuyorlar kardeşinin. Hepsi erkek. Ellerinde çatapat. Kızın kafasına geliyor çatapat, ortalığı yanık bir saç ve et kokusu alıyor. Taşı yapıştırıyorsun sen de kafalarına. “Polise söyleyeceğim hepinizi!” Çocuklar taş değil ama polis korkusundan kaçıyorlar. Kardeşin ağlıyor. Sarılıyorsun ona: “Ağlama, yok bir şey” Kardeşinin başındaki o 1 lira büyüklüğündeki yanık yerden saç çıkmayacak bir daha.

Suçlusu sensin o yaranın. Verdikleri ekmeği yemedin! Kestikleri karpuza elini sürmedin! Kapanmayacak o yüzden kardeşindeki yara da!

Kuzey Yıldızı-Mart-Nisan 2003

10 yorum:

Butterfly dedi ki...

dory nin sayfasına bıraktıgınız yorumdan yolum buraya düştü, ne zaman biri bir öykü yazdığını söylese ben daha okumadan heyecanlanıyorum:)
şimdi okuyacağım, sevgiler

Arzu Çur dedi ki...

Yolların güzel tarafı bu işte, bir yol asla tek bir yol değildir.

Hoşgeldiniz kelebek.

elektra dedi ki...

bu öykü benim için çok önemli arzu. yazdığın bir sürü şey içinde nedense bir bu öykü beni sallıyor,kucaklıyorrr, hoooop çocukluğuma götürüyor. ben çok seviyorum çocukluğumu, tombul kol ve bacaklarımla kurtların ilk tercih edeceği kardeş olmayı, ama ablasının onu asla kurtlara vermeyeceğini bilen bir kardeş olmayı, sonra seni:) çok seviyorum...eline aklına sağlık yeniden:)

Arzu Çur dedi ki...

Bu ve nice öyküyü vermiş çocukluğumun en yakını olduğun için ben teşekkür ederim canım, güzelim.

De.. Bu Arzu mevzuu diyorum... Diline bile yakışmıyor yahu. Abla de gene sen bana.

şule dedi ki...

cok ama cok guzel bir oyku bu. ellerine, yuregine saglik :)
bir suru sey gecti kafamdan okurken:

elektrayi iki gercek dost gibi tanimaya basladigimi anladim bloglar sayesinde. o catapat hikayesi gercek, biliyorum ornegin. yatakli trenle yaptiginiz yolculuklari da...ne guzel. icim isindi.

"ora"larin insani nasil ictendir, kiyisindan kosesinden bilirim ben de. yuregim bi de bu yuzden isindi. ablam 4 yil mardin'de ogretmenlik yapti benim. oyku yazacak kadar yetenekli olsaydim eger, sizinki gibi 2-3 gun olmasa da 24 saat suren yolculuklardan, otobus durduruldugu zaman polisler mi teroristler mi diye insanin yureginin agzina gelmesinden, kocaman bir sit alani olan sehirden, ablam yola ciktigi zaman mardin'e varana kadar uyuyamayip ve kendime evin koltuklarini silme gibi abuk isler bulup bir seyden hirsimi cikarmaya calismalarimdan ve daha bir suru ani, bir suru oykuye temel hazirlardi sanirim.

o anilardan bir tanesi vardir ki hic unutmam: otobuse bindim, mardin'den, istanbula gelmek icin. sefo tembih etmis sofore, kardesime goz kulak olun diye. dolayisi ile uzerime titriyorlar otobuste, antepten gecerken fistik alip, temizleyip, onume bir tabakla getiriyorlar ornegin... istanbulda olsan esamesi okunmaz boyle tembihlerin ote yandan, biliyorum bunu. sonra benim dis agrim tutuyor gecenin bir koru. kizilcahamamda mola vermisken, ilac iciyorum, sofor goruyor, soruyor, soyluyorum disimin agridigini. eyvah, bir teyakkuz hali basliyor. soforumuz gayet net: gecenin ikisinde bir disci bulunup adam yatagindan kaldirilip muayenehane actirilacak ve benim disim tedavi edilecekmis. hem de 45yolcu otobuste beklerken! onlari boyle bir seyin olamayacagina ikna etmek icin o kadar cok dil dokmustum ki disimin agrisini unutmustum. tek bir nedeni vardi tabii bunun: ogretmen hanimin emanet kardesiydim...

bu da benden bir ani :) unutulasi degil.

Arzu Çur dedi ki...

Ah Şule:) Bu anıyı buraya eklemişsin ya, "iyi ki yazmışım" dedim bu öyküyü. İyileşmek için birbirimize bunları anlatmalıyız işte.

Ben bu ülkedeki insanların insanlığına hala güveniyorum. İşte o yüzden bu yazının başlığını "Kurtlar yemez bizi" koydum.

Ve bu başlık da Elektra'nın benim için yazdığı yazdığı bir yazıdan alınmaydı.

Yollar yolları bağlıyor. Günler de "sarmal bir yay gibi" Arkadaş'ın dediği gibi.

Şule, ah Şule... Teşekkürler:)

müzi dedi ki...

demek okudugum bu guzel oykunun sahibi elektra'nin ablasi.
merhaba :)
bir cirpida okudum oykuyu, buyuk keyifle. bazen ne zor cocuk olmak, anlasilmadigini dusunmek. icim ciz etti o kucuk kizin duygularini okurken. cocuk olmak zaten zor, ama buyuk kardes olmak daha da zor galiba. ben de kucuk kardesim, o yuzden dusununce buyugume cektirmis olabileceklerimi... neyse, kardes olmak cok guzel ve birinin de buyuk olmasi gerek iste, gerisini fazla kurcalamayayim.
selamler ve sevgiler

Arzu Çur dedi ki...

Merhaba Müzi,

Aslında bizdeki küçük kardeş büyüğe hiç çektirmedi. Tam tersi oldu sanırım hatta.

Sevindim beğendiğinize öyküyü, teşekkürler. Hoşgeldiniz.

Geveze Kalem dedi ki...

Aman Tanrım, yazdığım onca şey silindi ve her şeyi yeniden yazmak durumundayım şimdi!:(

Birkaç gün önce okumaya başlamıştım bu öykünüzü. Talihsiz birçok şey tamamlamama engel olmuştu. Uygun bir zaman bekliyordum devamını okumak için. Meğer uygun zaman "Ağla be kızım! Taze bir sebep bul ve ağla!" diyeceğim bu zamanmış. Ağladım haliyle.

Kardeşiniz beni birçok yazısında ağlatmayı becerebiliyordu. Listeye siz de eklendiniz şimdi. Diğer öykülerinizi de uygun bir zamanda (hayır, ağlamak istediğim zamanda değil elbette:)) okuyup, sindireceğim. Geçenlerde Elektra bir yorumunda 'ablam', 'yazar' falan deyince küçük bir araştırma yapmış ve bir yerde 'çay saatlerinize' dair yazınızı okumuştum.

Sizi okuduğum tüm süreç boyunca kendi çocukluğum ve ablamla olan ilişkim yinelendi zihnimde; kavgalar, yine de toz konduramamalar, -gizli- kıskançlık, o en güzel dönemi senin gibi bir gözle görmüş olan birinin varlığından duyduğun iç huzuru...

Çocukluğunuz ne güzel beslemiş sizi. Yaşar Kemal'in bir sözünü anımsadım şimdi; Çocukluklarında yeterince sevilmemiş çocuklar, yazar olurlar, diyordu.
Aslında ziyadesiyle sevildiğiniz anlaşılabiliyor ama bugünkü algılarınızla sevildiğinizi gayet bilseniz de, -öykülere bile sızmış olan- içinizdeki o küçük çocuğun bunu bir türlü kabullenememişliği yok mu...:) Hah işte, onun -ne derse desin- eline sağlık diyeceği geliyor insanın.:)

Sonraki öykülerde, anılarda, yazılarda buluşmak üzere...
Sevgiler.

Arzu Çur dedi ki...

Sevgili Geveze Kalem,

"Neden ağlayacaksınız, ne gerek var?" demeyeceğim bile, Tanrı içimizdeki acıyı akıtabilelim diye delmiş ne de olsa gözpınarlarımızı. Şimdi iyisinizdir umuyorum.

Kardeşlik pek çok şeyi barındırıyor içinde, sevgiyi, kıskançlığı, sahiplenmeyi. Belki de -ömrümüz çapında elbet- en uzun süren ilişkimiz kardeşlik. Sanırım bu öykünün en temel taşı burasıydı, hem genetik anlamdaki bir kardeşlik hem de sosyolojik anlamda; iki halkın kardeşliği.

Böyle bir metafordu yapmaya çalıştığım. Beğendiğinize sevindim çok.

Sevgiler, yine bekleriz:)