26 Eylül 2008 Cuma

Çakılı Aşk



Geçmişi anımsadığımda iki sözcük dolanıyor aklımda: Kaldın ve gitme.

Bir akşam vaktiydi bu sözcüklerden ikincisini dillendirdiğimde. Bahardı. Oturduğumuz parkta hoyrat çocuk ellerinden kurtulmuş üç beş sap leylak kalmıştı . Boyunları biraz bükük. Benim gibi.
Benim de yüzüm yere dönüktü, salkım söğüt gibi.

Senin saçların bir o kadar uzundu, akşamı dolduracak kadar uzun. Seni bekleyeceğim günler, uykusuz geceler kadar uzun.

Uzunluk bir zaman birimi midir yoksa mesafe mi? Ayrılık acısı kaç kilometre sürer hala severken? Bir hafta, acıyan bir kalbin yüz ölçümünde kaç hücre sağaltır? Ben sensizliği kalbime uzaklığınla mı ölçmeliyim, şehirlerimizin uzaklığıyla mı?

Bir sigara yakmıştın. İncecik parmaklarının arasında evirip çevirmenden, bir de sigara dumanının ciğerlerinden dolanıp bana gelen kokusundan anlamıştım bunu. Sana değip gelen duman, bana değip giden zamana dolanmış, bir şiirin ilk dizelerini oluşturmak için belleğimde yerini almaya hazırlanıyordu. Sonraya saklıyordum. Sensiz geçecek bir sonrada şiire ne çok yer olacaktı. Bir de beklemeye.

Beklemeye öyle alışkınım ki ben. Sen gelinceye dek gelişini beklemiştim, neyi beklediğimi bilemeyerek. Şimdi yine bekleyeceğim, neyi beklediğimi bilerek.

Terk ediliş bir havuza benzer. Önce aydınlık, parlak ve gerçektir. Zamanla, tortular biriktikçe, içine bir yaprak düşünce havuzun, sonra bir parça ekmek belki, bol bol sokak kiri; koyulaşır, ağırlaşır. Havuza bakmak da cazibesini yitirir. Ben de terk ederim o havuzu ama havuz orada kalır. Kim kimi terk ederse etsin, terk ediliş bir yerde, ikisinde de bir yerde kalır.

Kalp terk edilmelerle kırılınca, eskiyen bir hayat gibi koyulaşır. Katılaşır. Baharın hiç gelmeyeceği bir ülkeye döner. Göğü karanlık, toprağı hasta, çorak. Vahşi...

Sıkıntıyla içini çekmenden belliydi gitmemi istediğin. Bana bırakmayı tercih ederdin, biliyorum. Akşamı, hafif leylak kokusunu. Unutma havuzunu. Fakat kaldırmadım başımı yerden.

Terk edilmeyi sevmem. Hiç. Hiç kimseye bulaşmamışlığım bundandı işte. Acısını kaldırmak benim harcım değildi. Söylemiştim en baştan, değil mi? Fakat şimdi..

“Gitme” dedim sadece. Tek kelime. Cılız. Kesin yine de.

Anladın. Bir istek değil sonuçtu dillendirdiğim. Aşkın sonlanmaya yakın ortaya çıkardığı nadir büyülerinden biriydi son kozum. Tek sözcük: Gitme.

Sigarayı yere attın. Topuğunla ezdin sevgimi. Saçlarını topladın ellerinle. Boğazıma doladın ak tellerini. Gökyüzüne baktın. Kuşlar düştü yere, kanatsız. Leylakları avuçladın, kokularını sana verip soldular. Birkaç cümle geveledin ağzında. İyilik ve mantık öldü. Olamayacaklardan, imkanlardan söz açtın. Bir bebek içimde öldü.

İzmariti, saçlarını, kuşları, leylakları, iyiliği, mantığı, bebeği toparladım dağıttığın yerlerden. Kahverengi çantama koydum. Bana verdiğin hediyelerin yanına, tutamadığın sözlerin yanına. Aşk sözcüklerinin, telefon seslerinin, sinema biletlerinin, kuru çiçeklerin, gözyaşlarının, kahkahaların, esir kalplerin, bağlılık yeminlerinin, hayallerin, planların...

Şimdi ayakların orada kelepçelenmiş, o parkta, üzerinden ne aşklar geçmiş, ne sözcükler söylenip geri alınmış o bankta oturuyorsun hala. Akşamı bir parça kanla raptettim zamana.

Sözcükler geri alınamazsa da zaman durdurulabilir. Aşka karşı, aşk için bir zafer kazanılabilir. Bir sözcük bir hayatı noktalayabilir. Bir çakı bir kalbi bulabilir.
Bana inanabilirsin artık: Bir aşk sonsuza dek bir bankın üzerinde oturabilir.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Dua

Beni şimdiki halimle değil,
Köşeye sıkışmış, boğulurken, tutunmaya çalışırken değil,
Ağzımdan kötü huylu tomurcuklar fışkırtırken değil
Beni sevdiğin zamanlardaki gibi hatırla

Bilirsin vardı benim de böyle hallerim
Mor bir kazakla ne giyilir diye düşünmediğim
Gözlerimin güldüğü dişlerimden önce
Eriği sevdiğim, masum olduğum, sana inandığım
Her şeye inandığım günlerim

Beni şimdi olduğum gibi değil
Eskiden olduğum gibi hatırla

Karşına çıktığım gündeki gibi hatırla beni
Hani sadece bir konuk, bir soru işaretiyken dünyada

İlk öpücüğümü merakla beklerken hatırla beni
Utanmayı bilirken hala

Birisine ilk kez seni seviyorum dediğim günde hatırla beni
Hani hiç kırgınlık girmemişken kalbimle aramıza

Tek bir kara bulut bile gölgelenmemişken aşkı, hatırla beni
Som buğuyken ben, som yeşilken sen, som maviyken hayat, defterim som beyazken

Bilirsin, böyle değildim hiç boyun eğmemişken
Hiç ceza almamış, hiç ceza vermemişken
Hiç kırılmamışken kalbim böyle değildim
Hiç ihanet etmemişken kimseciklere
Söylediklerim sadece söylediklerimken

Sen çocuktun ben çocuk
Uçurum kıyılarını gökyüzü sanıp gezerdik el ele
Güven sana inanıp denizde yürümekti

Bilirsin o zaman güzel yağardı yağmur
Ve ben kaçırmazdım saçlarımı rahmetinden
Büyümek bir şeyler alıp götürüyor getirdiği yerlerden

Ben bağışlamadım seni sen de bağışlama
Ama çok sevdim seni
Beni unutma

5 Eylül 2008 Cuma

Ejderha Günü

Günaydın herkese. Ne güzel bir sonbahar yaşıyoruz değil mi? Umarım biraz uzun sürer İstanbul'un en güzel mevsimi. En azından koltuk değneğini atıp rahatça yürüyebileceğim zamanlar başlayana dek sonbahar beni beklesin dua edin de ne olur. Bu ışık, bu hoş serinlik ve yakmayıp ısıtan güneş altında bir kaç gün uzun yürüyüşler yapabilmeyi çok istiyorum.

Bugün buraya eklemek için üç yıl önce Picus dergisinde yayınlanmış bir yazıyı seçtim. Dergi bir fantastik kurgu dosyası hazırlamış, benden de bir yazı istemişti. Ben ejderhalar üzerine yazmayı tercih ettim.

İyi okumalar.



Ejderhalar Yaşıyor!

Kırmızı, altın, yeşil, kahverengi, boz.... Ejderhalar yüzyıllardır gökyüzünü süslüyor düşlerimizin yaşadığı o yerde. Rüyalarımıza giriyor, masallarımızda başköşeye kuruluyor, yıldız takımlarına isim oluyorlar. Prensesleri kaçırmak, şövalyelerle savaşmak, köyleri basıp yakmakla uğraşıyorlar batıda, bolluk ve bereket simgesi sayılıyorlar doğuda. Dünyanın her kültüründe var ve gerçeklik denen tatsız evrende yoklar.
Ejderha Ortadoğu kökenli bir sözcük. Farsça’da ve ortak kök olan “aji”yle Kürtçe’de var. Çincesi long. Eski Türkler –büyük ihtimal Çince’den mülhem- luy, luu, lu ya da ulu dermiş kendisine. Batı dillerine ise Yunanca’da “büyük yılan” anlamına gelen “drakon”dan teşrif etmiş. Japonlar Çince’den değil Yunanca’dan geçen kullanımı tercih ediyorlar, daragon. Biz de Orta Asya’dan göçüp Orta Doğu’ya yerleşeli beri ejderha diyoruz. Ejderhaların sadece ismi değil, onlar hakkındaki görüşlerimiz de büyük ihtimalle aynı göçün sonunda değişmiş.
Çin kültüründe ejderhalar bolluk, bereket iyilik simgesi olmakla kalmayıp dünyanın yaratılışında da önemli bir role sahipken, Ortadoğu’da yılanlara yüklenen olumsuz anlamla birleşerek kötü varlıklara dönüşmüş, Avrupa’da anlatılan masallarda da aynı kötülüklerine devam etmişler. İşte, benim çağdaş masal olarak düşündüğüm ve çok sevdiğim fantastik kurgu türünün ilk büyük yapıtında, Hobbit’te yer alışları da bu bakış açısının direkt bir yansıması.
Hobbit’in kötü ejderhası Smaug kocaman bir hazinenin üstüne yatmış, burnundan alevler çıkaran, korkutucu, çirkin bir yaratık olarak çıktı karşımıza. Bu büyük yapıtta yer alma şerefine nail olan ejderhalar da geçmişin artık pek yüz vermediğimiz masallarında kalarak derin bir unutuluşla yok olmaktan kurtulup hayal dünyamızdaki yerlerini yeniden sağlamlaştırdı. O günden sonra bir yazar ne zaman olmayan bir ülkeyi kurgulasa bir ejderhayı barındırabileceği bir yeraltı mağarası, bir dağ ya da bir ada koyuvermeyi ihmal etmedi yapıtına. Böylece ejderhalar da yaşayan canlılar gibi evrim geçirdi, değişti.
Örneğin Michael Ende’in Fantazya’sında Atreju’nun dostu beyaz uğur ejderhası Fuchur’un “iğrenç dev yılanlar gibi derin yeraltı mağaralarında yaşayan ve pis kokular yayarak herhangi bir gerçek ya da sözüm ona varolan serveti koruyan alışılmış ejderhalar ya da canavarlarla”[1] bir benzerliği yoktur. Uçmak için kanatlara da ihtiyacı yoktur. Göklerde bir balığın suda süzülmesi gibi uçar. Bedeni sedef rengi pullarla kaplıdır, sesi kocaman bir çanın altın çınlamasına benzer. Fuchur, benim en sevdiğim ejderha, Bitmeyecek Öykü ise harikulade bir kitap içinde kitap içinde kitaptır.
Yerdeniz’in en yaşlısı Kalessin ise Fuchur’dan farklıdır. Fuchur kendisini korkunç Ygramul’dan kurtaran Atreju’ya ismini söylemiş olsa da, Yerdeniz’in adalardan oluşan diyarında hiçbir aklı başında ejderha ismini birine vermez. Çünkü oralarda birinin gerçek ismini bilmek ona istediğiniz her şeyi yapabileceğiniz anlamına gelir.
Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz’inde insanların bir gündelik ismi, bir de doğumundan sonra bir büyücü vasıtasıyla “onlara gelen” gerçek ismi vardır. Bu ismi ancak en yakınlarınız bilir. Gerçek ismi bilmek gerçek gücün ve büyünün kendisidir. Yerdenizli büyücüler Roke adasındaki büyücülük okulunda bin bir zorlukla kadim lisanı öğrenmek zorundadırlar büyü yapabilmek için, oysa bu lisan ejderhaların anadilidir. Kızıl-altın pullara, hiddetli bir nefese, yelken gibi kanatlara sahiptir ejderhalar. Dokunuşları yakıcıdır ve isterlerse bir insan görüntüsüne bürünebilirler.
Yerdenizli ejderhalar insanları sevmez ama bunun önemli bir nedeni vardır. Bu nedeni Ursula K. Le Guin yıllar sonra yeniden Yerdeniz üzerine yazmaya başlayınca bulur, bize de anlatır: “Uzun zaman önce, insanlar ve ejderhalar bir cinsmiş, aynı lisanı konuşurmuş. Fakat farklı şeylerin peşindeymişler o yüzden ayrılmaya karar vermişler – farklı yönlere gidebilmek için.”[2]
Yerdenizli ejderhaların önemli bir özelliği olan insana dönüşebilme yeteneği, bir başka fantastik kurguda, Ejderha Mızrağı’nda da karşılaştığımız bir motiftir. Solamniya Şövalyeleri’nin ilki ve en büyüğü olan Huma, bir kıza aşık olur. Ancak kız gerçekte bir ejderhadır. Gümüş bir ejderha.
Margaret Weis ile Tracy Hickman ikilisinin Ejderha Mızrağı serisi Kyrnn adını verdikleri dünyada geçer. İkili bu dünya üzerine pek çok kitap yazar. Her biri gözünüzde canlanabilecek denli gerçekçi (fantastik kurguda “gerçekçilik”ten söz ediyorum, evet ve inanın bana ne dediğimin gayet farkındayım) ele alınmış kahramanları çok sevilir. Ejderha Mızrağı’nı diğer fantastik kurgulardan ayıran her kahramanda bir parça karanlık, her anti kahramanda da bir parça ışık olmasıdır.
Aslında hepimiz isteriz sadece ak ve karadan oluşmasını dünyanın. Kötülerin mutlak kötü olmasını ve iyilerin de onlara haddini bildirmesini. Ancak ne bu dünyada ne de Kyrnn’de ne yazık ki bu mümkün değildir. Karanın neden ve nasıl kara olduğu Ejderha Mızrağı’nda sürekli deşilip duran bir sorudur. Bu nedenle Kyrnn’li ejderhalar da insanlar gibi iyiler ve kötüler olarak ikiye ayrılamaz.
“Türküsü dökülürken ağzından, göklerin yağmuru,
gözyaşı gibi, işittin bilgeyi,
yılların ve Ejderhamızrağı’nın Yüce Söylenceleri’nden
unutulmuş öykülerin tozunu temizlerken.
Çünkü hatıraların ve sözün ötesindeki derin çağlarda
dünyanın o ilk nazarında
üç ay, yükselirken ormanın bağrından
ejderhalar, korkunç ve kocaman,
Savaşmışlardı Kyrnn denen dünyada.”[3]
AnneMcCaffrey’in ejderhaları ne gerçek ne de hayal dünyasına aittir. Bilimkurguyla fantastik kurgunun arasında bir yerde, Rukbat yıldızının dünyaya çok benzeyen bir gezegeninde yaşarlar: Pern’de. Ejderhalarını bu dünyada bulamayınca başka bir gezegene giden Anne McCaffrey insanlar tarafından kolonileştirilen ancak daha sonra merkezle bağlantısı kesilen bu gezegende bir Orta Çağ toplumu yaratmıştır. Ejderhalar binicileriyle birlikte weyr denilen büyük mağaralarda yaşar ve bu kez insanları yemeyi, köyleri yakıp yıkmayı bir yana bırakın, gezegeni “iplik”ten ve ölümden kurtaracak asıl kahramanlar onlardır.
Böylece ilk kez bir fantastik kurguda, gelişmeleri insan eliyle sağlanan canlılar olarak karşımıza çıkar ejderhalar. Pern’in komşu gezegeni Kızıl Yıldız çılgın bir yörüngeye sahiptir. İki gezegenin birbirine çok yakınlaştığı hadid noktasında iplik denilen organizma Kızıl Yıldız’dan Pern’e geçmeye çalışır. Düştüğü yere yuvalanıp hızla üreyen, yakıp kavurarak tüm yaşamı yok edebilen bu tehditle baş edebilmek için koloniciler gezegende yaşayan ve masallardaki ejderhalara çok benzeyen canlıları genetik müdahalelerle büyütür ve ehlileştirirler. Bir ejderha ne kadar ehlileşebilirse elbette.
Pern’li ejderhalar zamanda ve mekânda yolculuk yapabilir, dünyalı adaşları gibi ağızlarından ateş çıkarır, ipliği havadayken yakarak Pern’e düşmesini önlerler. Çok daha önemli olan bir başka özellikleri de, bir insan tarafından etkilenmeleri halinde telepatik iletişim kurabilmeleridir. Etkilendikleri ve etkiledikleri insanla aralarında ölene dek sürecek bir bağ kurulur ayrıca. Öyle ki, biri öldüğünde diğeri de ölür.
Bütün bu kitapların ortak özelliği ejderhaların en az insanlar kadar önemli birer roman kahramanı olarak karşımıza çıkmasıdır. Anlatılarda kendilerinden korkulsa bile hep saygı duyulması gerektiği tekrar tekrar anımsatılır.
Ursula K. Le Guin “Amerikalılar ejderhalardan neden korkar?” diye sorar ve şöyle yanıt verir: “Çünkü fantezi gerçektir. Gerçekten yaşanmış olayları anlatmaz ama gerçeği anlatır. Çocuklar bilir bunu. Büyükler de biliyor, bildikleri için korkuyorlar. Fantezilerin gerçeği, hayatlarındaki yalanları tehdit ediyor çünkü; hayatlarını üzerine kurdukları yanlış, sahte, gereksiz ve fani ne varsa tehdit ediyor. Ejderhalardan korkuyorlar çünkü özgürlükten korkuyorlar”[4]
Sadece ejderhalar için değil, aslında çocukları korkutmak için kullandığımız her masal yaratığı için geçerlidir bu.
Her şeyin açıklandığı, bilinebilir olduğu bir dünyada yaşıyoruz artık. Ejderha mitinin nereden doğduğunu da açıklayabiliriz. Pterodactyl fosillerini müzelerde sergileyebilir, yılanlardan neden korktuğumuza ilişkin psikolojik açıklamalarla birleştirip “Ejderhalar yoktur, hiç olmadılar” diyebiliriz. Elbette diyebiliriz bunu, kimse aksini iddia etmiyor ki zaten. Devlerin, cücelerin, perilerin, cinlerin, uçan atların olmadığını da biliyoruz hatta. Fakat onları kullanarak başka bir şey anlatıyoruz. Bu dünyada nasıl yaşanması gerektiğine ilişkin bir şey. Şimdi yaşadığımız hayattan daha farklı, daha uygun bir hayat. Ejderhalar bunu simgeliyor işte. O yüzden vazgeçmiyoruz bu hiç yaşamadığını bildiğimiz varlıklardan. Biz yaşıyoruz ama biliyoruz ki hayatımız uçsuz bucaksız zamanın içinde bir andır. Oysa ejderhalar gerçekte var olmasalar da binlerce yıldır bizimle yaşamakta.
Çünkü ister kötü tarafta yer alsınlar ister iyi tarafta, ejderhalar hep başına buyruk ve özgürdüler sonuçta. İşte biz de bunu seviyoruz.


[1] Bitmeyecek Öykü, Michael Ende, Ren Yayınevi
[2] Öteki Rüzgar, Ursula K. Le Guin, Metis Yayınevi
[3] Güz Alaca Karanlığının Ejderhaları, Margaret Weis-Tracy Hickman, Arka Bahçe Yayıncılık
[4] Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, Ursula K. Le Guin, Metis Yayınları, içinde “Amerikalılar Ejderhalardan Neden Korkar?”

1 Eylül 2008 Pazartesi

Güzel Yağmur

Çok aramışım, uzun yollara çıkmışım
Tadını sevmişim, ışığını, bulmanın

Hiç gitmemişsin bir yerciklere
Durmuşsun orada taşlar gibi
Dağlar gibi
Mıh gibi öyle

Aynı yerde buluşuyoruz şimdi

Bak şu yağan yağmur
Güzel yağmur